'Yapmamız gereken şey sanattan ve iyi müzikten vazgeçmemek'

"Piyasa odaklı üretim yapan müzisyenlerin toplum tarafından çok beğenilmesi, tanınırlığı az olan müzisyenlerden daha yetenekli ve donanımlı olmalarından kaynaklanmıyor. Bizim de sözünü ettiğim türden bir üretim yapma olanağımız var elbette. Fakat yapmıyoruz ve bu bizim tercihimiz."

Ulaş Özer

Kadıköy Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde 14 Ocak Cumartesi akşamı verecekleri konser öncesi gitarist Efgan Rende ve bağlamacı Ali Kâzım Akdağ ile müziğe ve Türkiye’deki müzik eğitimine dair konuştuk.

Öncelikle ikiliye dair temel bir soru ile başlayalım. Ne zaman ve nasıl bir araya geldiniz? Bu süreçte neler yaptınız?

Efgan Rende: Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’nde çalışırken Ali de okulumuzda bağlama hocasıydı. Bağlama ile gitarın birlikteliğine dair neler yapabileceğimizi bu süreçte uzun uzun konuşup tartışmıştık. Yapmaya çalıştığımız müziğe dair elimizde herhangi bir veri ya da örnek de pek yoktu açıkçası. Bu süreç, müzikal anlamda birbirimizi tanıma süreciydi aynı zamanda. Küçük denemelerle, birlikte müzik yaparak gördük beraber neler yapabileceğimizi. İlk bestemiz olan ve albümde de yer alan Firez, bu ilk buluşmalarımızda ortaya çıktı ve bizi oldukça motive etti. Daha sonra bir repertuar belirleyip gitar ve bağlamayı bir oda müziği ekseninde bir araya getirmeye çalıştık.

Hangi yılda oldu bu buluşma?

E.R. Bu birliktelik 2012’ye dayanıyor. Ama yazılarımızı 2013 yılında yazmaya başladık. Daha sonra kayıt sürecine girdik. 2014’te, kayıt tamamlanmıştı ama albümü yayınlayacak firma bulma konusunda yaşanan sıkıntılar ve belirsizlikler nedeniyle 2015 yılının başında yayınlandı albüm. Ama bu arada biz çalmaya devam ettik, konserler verdik. Böylece birbirimizi daha iyi tanıma fırsatı da bulmuş olduk.

Müziğinizi tarihsel gelişimi birbirinden farklı olan iki çalgı ile yapıyorsunuz. Bu, ses ve dizi sitemleri bağlamında iki çalgıya  değişik olanaklar sunuyor ancak bu iki çalgıyı birlikte kullanmanın da bazı kısıtları var. Bu kısıtlara ve bunu nasıl aştığınıza dair konuşalım istiyorum.

Ali Kâzım Akdağ: Sanırım Anadolu insanı, telli çalgıları diğer çalgılardan daha çok seviyor. Şimdiye kadarki gözlemlerim doğrultusunda kendi adıma böyle bir genelleme yapabilirim. Gitar, bu topraklarda yaşayan insanların da benimsediği bir çalgı. Klasik gitarın ülkeye girişinden günümüze kadar uzanan süreç epey kısa olsa da gitar, oldukça hızlı bir şekilde yaygınlaştı. Bu, Anadolu insanının bu çalgıyı benimseyip sevdiğini de gösteriyor. Aslında bir bakıma bağlama ve gitar, müzikal geçmişi birbirine yakın olan iki enstrüman ve özünde çalış teknikleri bakımından da birbirine benziyor. Tabii bizim bağlamaya dair yerleşmiş bir icra bakışımız var. Bence gerçeği tam olarak yansıtmayan fakat kulaklarımızın alıştığı standart bir duyum bu. Bunu dışarıda bırakacak olursak bağlamanın çalım teknikleri gitarla benzeşiyor. Burada farklı ne olabilir? En büyük fark, kullanılan diziler olabilir. Bunlarda da benzeşen yönler bulunabilir fakat buradaki temel sorun mikrotonların çalımı ile ilgili. Buna ek olarak yazı dili ile de ilgi bir sıkıntı var. Bağlama transpoze çalınan bir çalgı ve yazı dili biraz farklı şekillenmiş durumda. Buradaki farklılık nedeniyle biz de biraz sıkıntı yaşadık açıkçası. Bu albümde mikrotonal parçalardan özellikle kaçındık. Bu iki çalgıyı öncelikle, temelde nasıl bir araya getiririz sorusu üzerine odaklandık bu çalışmada. Diziler ve mikrotonlar gibi hassas konuları bu süreçte çalışmaya katmadık ve bunu sonraki çalışmalarımıza bıraktık. İlk olarak bu iki çalgıyı çalış teknikleri bağlamında nasıl birbirine kaynaştırabileceğimizi düşündük. Mikroton meselesi, bizim ikinci albümde çalışmayı düşündüğümüz bir konu.

E.R. Elbette her iki çalgı da birer halk çalgısı. Piyano ya da yaylı çalgıların aksine gitar, 19. yüzyıla kadar derin bir dağara sahip olamamış bir çalgı. Bunun birkaç sebebi var. Öncelikle gitar, yapısal gelişimini oldukça geç tamamlamış; İspanya’daki halk danslarına, Flamenko’ya, eşlik eden bir çalgı olarak görülmüş ve bir orkestra üyesi olamamış bir çalgı. Aslında bu yönüyle de bağlamayla benzeşiyor. Farklı coğrafyada yaşayan halkların folklorundan gelen iki çalgı, bağlama ve gitar. Fakat bir şekilde gitar, ancak 20. yüzyılda piyano ve yaylı sazlar gibi kendisine orkestrada yer bulabildi. Bu da Fransisco Tarrega ve onun yetiştirdiği öğrencilerin, gitarın konser salonlarına girişini sağlayan Andres Segovia ve diğer büyük bestecilerin sayesinde oldu. Bence oldukça zengin bir enstrüman olan bağlamanın tarihsel gelişiminde bu aşama eksik. Biz, işte bunu keşfetmeye çalışıyoruz. Bu konuda albümle küçük bir adım attığımızı düşünüyoruz. Sonrasında bunu geliştirmeyi düşünüyoruz elbette. Önümüzdeki süreçte bunu yapacak birilerinin çıkacağına da inanıyoruz. Bu iki telli çalgının bir şekilde buluşması bu anlamda önemli bence. Biz basitten başlamak istedik. Az önce Ali’nin söz ettiği mikroton meselesi, bizim daha çok zamanımızı alacak ve üzerinde daha derinlemesine çalışmamızı gerektirecek bir konu. Biz hemen yola çıktık ve bu albümü geciktirmek istemedik. Bu süreçte özellikle gitarın ve bağlama ailesinin bu birliktelikteki tınısını ve yeni akort sistemlerini deneyip keşfettik.

Türkiye'de iyi müzik yapmak için çabalayan ve bu konuda taviz vermekten kaçınan müzisyenler, müziklerini toplumla buluşturmakta büyük zorluk yaşıyor. Bugün Türkiye'de pek çok büyük konser mekânı var olsa da bu mekânların kapıları az önce sözünü ettiğim türden müzisyenler için kapalı. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Buna dair sizin yaşadığınız sorunlar nelerdir?

A.K.A. Bir müzisyenin üretiminin niteliği, o müzisyenin tercihiyle ilgili bence. Piyasa odaklı üretim yapan müzisyenlerin toplum tarafından çok beğenilmesi, tanınırlığı az olan müzisyenlerden daha yetenekli ve donanımlı olmalarından kaynaklanmıyor. Bizim de sözünü ettiğim türden bir üretim yapma olanağımız var elbette. Fakat yapmıyoruz ve bu bizim tercihimiz. Hâl böyle olunca müzik piyasasında karşılaşacağınız sorunları da göze almanız gerekiyor. Bir ilke olarak önünüze kültürel, sanatsal ve toplumsal bağlamda iyi müzik yapmayı koyarsanız, bu kötü sistemde mutlaka bunun bedelini ödemek zorunda kalıyorsunuz. Bu bedeller de konser salonu bulamamak ya da festivallerde yer alamamak gibi şeyler oluyor. Ben bunun müzisyenin bir tercihi olduğunu düşünüyorum. Sonucu bu olsa da değerli olanın ve yapmamız gereken şeyin sanattan ve iyi müzikten vazgeçmemek olduğunu düşünüyorum.

Yani salonlarıyla ve festivalleriyle müzik alanının bir bütün olarak piyasalaştığından, müziğe, kâr-zarar hesabı üzerinden değer biçilmesinden söz ediyoruz aslında burada.

Evet böyle bir yaklaşım var. Gerçekten değerli olup olmadığına bakmaksızın farklı olana değer atfeden bir piyasa buve onun açısından sizin yaptığınız müziğin nitelikli olması gerekmiyor. Farklı olmanız yeterli pek çok salonda yer bulabilmeniz için.

E.R. Ben de bir şeyler eklemek isterim. Bugün herhangi bir müzisyenle oturup konuşsanız, size piyasanın olanaksızlıklarını ve kendi yaşadığı olumsuzlukları anlatacaktır. Bugün pop piyasasında çalışan arkadaşlarla da konuşsak onların yaşadığı dertleri dinleyebiliriz. Fakat bizim derdimizin biraz daha zor ve çetin olduğunu söyleyebilirim. Enstrümantal müzik alanı, aslında dünya genelinde—her ne kadar dünyada bunun bir pazarı olsa da—geçmişle kıyaslandığında çekiciliğini kaybeden bir alan. Türkiye’de bu durum çok daha vahim. Bugün istatistiklere bakarsak hangi enstrümantal albüm ne kadar satılmış ve onun icracısı kaç yılda bir bu çalışmasını tekrarlayabilmiş? Bu konuda çok ilginç sonuçlara ulaşırız. Elimdeki verilerin çok net veriler olduğunu söyleyemem fakat bugün en fazla satan albümler dizi ve film müzikleri. Yani ya bir dizinin ya da filmin müzikleri olarak ortaya çıkmış olan ürünler. Bu bizim müzik kültürümüzü de sorgulamamıza neden olmalı bence. Evet koşullarımız bu. Fakat koşullarımız bu diye bu işi bırakacak değiliz. Hayır, biz zaten yapmak istediğimiz ve inandığımız şeyi yapıyoruz ve bunu yapmaktan geri durmayacağız. Ama konser salonları, festivaller ve diğer müzikal etkinliklerde istiyorlar ki sizi talep etsinler ve biz de sizi sunalım. Şimdi burada bir gariplik var. insanlar bu müziğe ulaşamıyorlar. Biz ulaştıramıyoruz fakat organizatörler bizim talep edilmemizi bekliyorlar ve bu böyle sürüp gidiyor.

Seyircinin neyi talep edeceğini belirleyen ve kendisinin karar verici olduğu bu süreçte yine kendi kurallarını dayattığı bir pazar yaratan piyasa düzeninden söz ediyorsunuz şu an.

Evet, aynen öyle. Bizim müziğimizi dinleyen, ulaşabildiğimiz insanlar albümümüzü çok beğendiklerini söylüyorlar. Bu albümün tanıtımına dair yaptığımız tüm girişimlerde ‘’bunu biz nasıl satarız’’ ya da ‘’yanınıza söyleyen birini mi alsak’’ türü yaklaşımlarla karşılaşıyoruz. Bizim bu projemizi olduğu gibi değil kendi istedikleri biçimde sunmak isteyen bir yaklaşım bu. Albümün çıktığı günden bu yana biz, aslında kendi çabalarımızla konser veriyoruz. Kendi kendimizi sunup tanıtıyoruz. Karşımıza çıkan menajerler garip tekliflerde bulunuyorlar. Ama biz tüm bunları reddettik bugüne kadar. Bu nedenle hâlâ küçük bir kitleye ulaşabiliyoruz ve müziğimizi kendi olanaklarımızla duyurmaya çalışıyoruz.

Az önce sorduğum soruyla da bağlantılı olarak başka bir soru sormak istiyorum. Bir müzisyenin, Türkiye'de var oluşunun temeli, dayanağı olan zemin bugün epey daralmış durumda. Bu daralmanın nedeni sizce nedir? Türkiye'de müzisyen olmak nasıl bir şey sizin için?

A.K.A. Bu daralma sadece müzikle ilgili bir şey değil aslında. Müzik, her zaman iktidarın kontrol altında tutmak istediği bir alan. Yayılma ve insanları etkileme gücü en yüksek sanat alanı aynı zamanda. Dolayısıyla düzen ya da iktidar, onunla ters düştüğünüz noktada sizi engelliyor. Her sistemin bir müzik politikası vardır ve bu politika böyle şekillenir. Kendi niteliğine uygun bir zemin sunar size ve eğer siz bu belirli zeminin dışında kalırsanız size var olma olanağı tanımaz. Örneğin bağlama yıllarca TRT ekseninde değerlendirildi. TRT neydi? TRT devletin resmi müzik politikalarını yöneten ve denetleyen bir kurumdu. Dolayısıyla sizin icra biçiminiz dahi TRT standardına uymuyorsa siz o zeminde kendinizi ifade edebilme olanağı bulamıyordunuz. Şimdi elbette sosyal medya bu durumu biraz değiştirdi fakat bu alan da iktidarın yönlendirmesi ve denetiminden yalıtılmış değil. Bu sadece müzikle ilgili değil. Ülkedeki herhangi bir konu da bu bağlamda ele alınabilir. Bizim bu alanda yer bulamamamızın nedeni müzik endüstrisinin yaşadığı dar boğaz filan  da değil. Bu sektörde büyük paralar dönerken de kazanamıyordu müzisyenler. Bugün tüm sanat etkinlikleri politik kurumların ve iktidarın tekelinde. Dolayısıyla onların bir parçası değilseniz yaşama şansı bulamıyorsunuz.

Türkiye’de, özellikle son yıllarda yaşanan dinselleşmenin de çok büyük payı olduğunu düşünüyorum ben bu daralmada. Bugün sanat, toplumsal yaşamda gün geçtikçe daha az yer bulabiliyor.

Biz eski medeniyetlerin gelişmişliğini onların sanatsal üretimleri üzerinden tanımlarız. Dolayısıyla günümüz sanatı da içinde yaşadığımız düzene dair fikir veriyor aslında bize.

E.R. Ben şöyle yaklaşacağım bu soruya: Mozart’ın babasına yazdığı bir mektuptan bahsedeceğim. Mozart, babasına, insanların basit melodiler istediğini; onları yoran melodilerin ilgilerini çekmediğini ve bu yüzden ders vermekle geçinebildiğini anlatıyor. Üç yüz yıl önce Mozart’ın babasına yazdığı mektubu ben bugün bir yakınıma yazabilirim. Özellikle Avrupa’da o günden bugüne köprünün altından çok sular aktı. Fakat Türkiye’deki durum, Mozart’ın tarif ettiğinden çok farklı değil bugün. Müzik algısıyla ilgili çok ciddi problemlerimiz var. Bugün bir müzisyenin Türkiye’deki tek geçim kaynağı neredeyse ders vermek, öğretmenlik oldu. Biz seksenli, doksanlı yılları arar olduk. Bu, toplumun müzik algısıyla bir de erkin yani iktidarın bu işe bakış açısıyla şekillendi. Bilemiyorum Ali hatırlar mı? Bizim kaç konserimiz iptal oldu bilmiyorum. Ya bir terör saldırısı ya da bir başka felaket olduğu zaman bundan ilk etkilenen alan sanat ve müzik alanı oluyor. Bu etkinlikler tırpanlanıyor ya da iptal ediliyor. Çünkü müzik ile eğlence, Türkiye’de birbiriyle özdeşleşmiş olgular haline geldi. Biz bunu savunmuyoruz. Neden maçlar iptal edilmiyor? Neden bilimsel çalışmalara ara verilmiyor? Sanat da bilim ve spordan farklı değildir bu bağlamda. Neden bu patlamaların ardından herkesin yaptığı işi yapmaya devam etmesi salık verilirken tüm sanat etkinlikleri iptal ediliyor? Elbette tüm bu yaşanan felaketler bize de acı veriyor fakat biz başka ne yapabiliriz? Bizim işimiz bu. Neden olumlu anlamda algı kırılmaları yaşanmıyor? Hemen önümüzdeki günlerde Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde vereceğimiz konseri sosyal medyada duyururken bile neden elimiz titriyor? Biz sadece müziğimizi insanlarla buluşturmak istiyoruz. Bunun neresi kötü olabilir ki?

İkiniz de müzisyenliğinizin yanında birer eğitimcisiniz ve ikiniz de kıyaslama yapacak kadar eskisiniz bu alanda. Türkiye'de müzik eğitimi bağlamında gelinen noktaya dair neler söylemek istersiniz?

A.K.A. Her sistemin bir sanat politikasının olması elbette doğaldır ve her sistem bu politikayı eğitim yoluyla uygular. Eğitim ve sanat bu noktada kesişir. Fakat bu son yıllarda, kendi alanım olan geleneksel müzik alanında olumlu gelişmeler olduğunu söyleyebilirim.

Ben bu noktada araya girmek istiyorum izin verirseniz. Ben Türkiye’nin eğitim politikasında geleneksel müzik ve özellikle de klasik Türk müziğine olan bu yönelimin AKP’nin Yeni Osmanlıcılık politikasıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bu alandaki çok sayıda nitelikli müzisyen, tüm bunların olumlu yönlerini görüyor olabilir fakat ben, bu müdahalenin sanat alanına olumlu bir katkı sağlayacağını düşünmüyorum. Dahası bunun, müziğin ya da genel olarak sanatın asgari düzeyde var oluş koşullarını ortadan kaldırdığını ve özünde sanat düşmanı olduğunu düşünüyorum.

Ben bu değerlendirmeyi halk müziği bağlamında yapmıştım. Türk sanat müziğindeki durum nedir, ona dair pek bir şey söyleyemem. Fakat halk müziği konusunda atılması gereken pek çok adım atılmadı bugüne kadar. Geçmiş dönemlerle kıyaslandığında son dönemde halk müziği alanında bazı ilerlemelerin yaşandığını da görmek mümkün. Bunu şuna dayanarak söylüyorum: Bizim geleneksel çalgımız olan bağlama, bugüne kadar müzikal anlamda temsil açısından bizim ön sıralara koyduğumuz bir enstrüman. Fakat bağlamanın bizim eğitim hayatımıza girişi oldukça yeni. Kaldı ki bizim mesleki eğitim veren okullarımızda bağlamaya ait bir eğitim programının yazılması 2006-2007 yılında gerçekleşiyor. Kendi kültürümüze ait olan bir çalgının, Türkiye’de eğitim programlarında kendine yer bulması 2006 yılında mı olmalıydı? Örneğin 2008-2009 yılına kadar devlet eliyle yapılan bir metot da yok bağlama eğitimine dair. Ama çok geç kalındı böyle bir şey için. Bugün tüm bunları birer olumlu gelişme olarak görebiliriz. Ancak genel sanat politikalarına baktığımızda ortada iyi bir şey göremiyorum. Eskiden de kötüydü, şimdi de kötü.

E.R. Bu konuda bazı noktalarda Ali’ye katılmakla birlikte biraz ek yapmak isterim. Türkiye’de cumhuriyet tarihine baktığımızda müzik alanında yüz ağartıcı bir gerçekle de karşılaşırız. Yanlış hatırlamıyorsam 1924’ün Eylül ayında bir Musiki Muallim Mektebi kuruluyor. Yani henüz daha cumhuriyet bir yaşında bile değilken, Türkiye’de iktisat, tarım ya da sanayi alanındaki devrimler henüz tamamlanmamışken böyle bir adım atılması bu alanda gerçek bir ilerleme, atılım demek. Bu kurumda çok sayıda önemli müzik insanı yetişti. Ancak bu gelişmenin aynı hızla sürdüğünü söylemek zor açıkçası. 1940’lı yıllardan seksenlere kadar bu iş birkaç konservatuarın sırtına yüklendi. Burada yanlış bir şey söylemek de istemiyorum çünkü bu kurumlarda gerçekten çok değerli insanlar yetişti. Fakat bu süreçte gerek halk, gerek sanat müziği alanının aynı hızda geliştiğini söyleyemem ne yazık ki... Müzik alanında olumlu gelişmelerden biri de 1989 yılında bir milli eğitim kurumu olarak açılan Güzel Sanatlar Liseleri’dir. Ancak bu liselerin durumu da hiç iç açıcı değil bugün. Türkiye’de devlete ait 74 tane Güzel Sanatlar Lisesi var. Bu çok sevindirici bir rakam gibi görünse de bunların gerek fiziki gerekse eğitim kadrosu açısından durumları hiç de parlak değil. Evet, bunların sayısının artması umut verici fakat bu durumda olmaları son derece üzücü. Biz Ali ile geçtiğimiz yıllarda Türkiye’deki Güzel Sanatlar Liseleri’nin gitar buluşmasına katıldık. Orada, pek çok lisede gitar dersine girecek öğretmenin olmadığını ve bu derse başka çalgıda uzmanlaşmış öğretmenlerin girmek zorunda kaldığını, kadroların yetersiz ve boş olduğunu, bu okullarda öğrenci kontenjanının doldurulamadığını ve bu açığın, çeşitli okullarda okumakta olan ve bu  sanat liselerine sınavsız geçiş yaptırılan öğrencilerle kapatıldığını öğrendik. Burada ciddi bir nitelik problemi var. Bu da plansızlıktan, kervan yolda düzülür mantığıyla hareket edilmesinden kaynaklanıyor bana kalırsa. Ben müzik alanında daha planlı ve gerçekçi bir tutum içinde hareket edilmesini isterim şahsım adına fakat bunu göremiyoruz. Çok değerli hocalar, bu sorunlar nedeniyle yetenekli öğrencilerle buluşturulamıyor. Örneğin benim çalıştığım okula sekiz yıl önce gelen öğrenciler ile yeni öğrencilerimiz arasında nitelik bakımından ciddi farklar var. Sekiz yıl önce öğrenciler, belirli kriterleri sağlayarak ve ciddiyetle yapılan sınavları aşarak, belirli bir süzülmüşlükle geliyordu okula ancak bugün bundan söz etmemiz mümkün değil. Çocuklar, bu alanda çalışmak istedikleri için tercih etmiyor artık bu okulları. Aileler çocuklarını, TEOG’da başarılı olamadığı için ya da meslek liselerine veya imam hatiplere gitmesinler diye bu okullara gönderiyor artık.

A.K.A. Burada ben araya girmek istiyorum. Özellikle son yıllarda imam hatip liselerinin sayısının artması ve insanların bu okullara gitmeye mecbur bırakılmasından sonra ailelerin sanat okullarına olan yönelimi de arttı. Çünkü çocuklarını imam hatip lisesine göndermek istemeyen aileler güzel sanatlar liselerini bir çıkış yolu olarak gördü.

Bir şey eklemek istiyorum. Geçmişte güzel sanatlar liseleri, sayı bakımından iki elin parmaklarını geçmeyen, hocasını ve öğrencisini özenle seçen okullardı. Hem sayı artışı hem de nitelikteki bu düşüş sadece bir plansızlığın değil, ciddi ve özel bir müdahalenin sonucu bana kalırsa. Bugün sözünü ettiğim köklü okullara baktığımızda buradaki kurumsal kültürün ve bu kültürü oluşturan kadrolarının dağıtılmış olduğunu görüyoruz.

A.K.A. Bu kurumların içinin boşaltılması bana da çok masum gelmiyor. Bu kurumlarda idarecilik yapan insanlar, sanatçı öğretmenler üzerinde istedikleri tahakkümü kuramadılar bence. Bu insanlar kendi tezgahlarından geçmiş ve iğdiş edilmiş insanlar değil. Dolayısıyla bu öğretmenleri istedikleri gibi evirip çeviremediler. Bu kurumlarda öğretmen alımları sınavla yapıldığı ve sınavla gelen öğretmenin elinde kazanılmış bir hak olduğu için buna bir çözüm bulmaları gerekiyordu. Buna Proje Okul diye bir kılıf uydurdular. Köklü güzel sanatlar liselerini de bu projeye dahil ederek kadrolarını dağıttılar. Tüm bu yaşananların, bu okullarda idarecilik yapan insanlar eliyle yapılan bir operasyon dahilinde olduğunu düşünüyorum. Bence de bu son derece planlı bir müdahale.