Türkiye sineması Türkiye gerçeğine denk düşüyor mu?

33. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma filmleri, genel olarak seyirci ve eleştirmenlerin beğenisini toplayamadı. Birçok yapısal yetersizliğe de neden olan daha önemli bir sorun var sinemamızda. Türkiye sinemacısının hayatın gerçekliği ile bağları iyice zayıflamış durumda.

Murat Akgöz

33. İstanbul Film Festivalinin ulusal yarışma kategorisinde yarışan filmlere bakıldığında Türkiye sinemasının bir hayli vasat bir yıl geçirmiş olduğu söylenebilir. Sadece senaryolardaki yetersizlikler, kurulamayan sahneler, var olmayan karakterler v.s. değil bunun nedeni. Bunlara da neden olan, önemli bir sorun var sinemamızda: Türkiye sinemacısının hayatın gerçekliği ile bağları iyice zayıflamış durumda. Yaşamla bağlar zayıfladıkça anlatmaya değer hikayeler azalıyor, arayışlar köreliyor, anlamak ve anlatmak için daha az çaba sarf ediliyor. Peki, ne demek bu “gerçeklikle bağların zayıflaması”?
Türkiye sineması, genel olarak, nerede bir “hayatın dışına itilmiş”, “kalabalıklar içinde yalnızlaşmış”, sınıfsal katmanların en altlarında gezinen, hayatın dibinde bir karakter varsa tutup onu anlatıyor. Bu o kadar yaygın bir alışkanlık ki, bir yabancı, Türkiye’yi filmleriyle tanımaya çalışsa, burada yalnız, ötekileşmiş, dışarı itilmiş, bencil, sürekli birbirinin kuyusunu kazan insanların yaşadığı bir kaotiklik görür. Örnek mi? Bulaşıkçıda çalışan ve yapayalnız yaşayan Nihat (Ben O Değilim), bir sınır kasabasında insan kaçırarak geçinen Hamit (Kumun Tadı), Stockholm’deki sürgün hayatında balık temizleyicisi olarak çalışan Joseph (Gittiler ‘Sair ve Meçhul’) ve daha niceleri.

“Önemli olan, gerçekte olup olmadığı değil”
Peki, bu hikayeler ya da karakterler gerçekte yok mu? İki türlü de yanıt verilebilir. İlkinden başlayalım: evet var. Ama sorun zaten onun gerçekte olup olmaması değil. Sorun Türkiye sinemacısının hayata baktığında ısrarla ve sadece orayı görmesi. Eğer Türkiye’ye bakıp orada sadece ve sadece yalnızlık, çıkarcılık, itilmişlik, bencillik v.s. görüyorsak, burada bir sorun yok mu? Hiç lafı dolandırmayalım, tamamen bu değerlere bulaşık bir ülkede Haziran Direnişi yaşanabilir miydi?

Eğer ülkeye bakınca aklımıza sadece az önce sayılanlar gelmiyorsa, Türkiye sineması kendi ülkesine baktığında doğruyu görmüyor demektir. O baktığında hayatından bıkmış, hayalleri olmayan, varoluş sorgulamaları yürüten insanlar görüyor. İşte bu insanlar filmde uzun uzun aynalara bakıyorlar, pencereden dışarı sigara içerek şehri seyrediyorlar, kahvehanede çay içip uzun uzun susuyorlar. Ve bizim de hayatın gerçeğinin bu olduğuna inanmamız bekleniyor.

Türkiye sinemacısı, ülke insanın dertleriyle, acılarıyla ortak olmaya, onu gerçekten anlamaya çalışmaktansa “kendi gerçeğiyle” değerlendirme yapıyor. İşte yönetmenlerin kafasında kurduğu bu gerçeklik, hayatın gerçekliğine bu denli uzak ve bir o kadar kibirli. Türkiye sinemasının son yıllarını “sanatçının kişisel sorgulamalarını üzerimize boca etmesi için mekan olarak Türkiye’yi seçmesi” diye okuyabiliriz.

Hayatın zenginliğinin yanında durmak
Böylece, yukarıdaki soruya cevaben “hayır, böyle hikayeler ve karakterler yok” da diyebiliriz. Anlattığı hikayeyi veya kullandığı karakteri gerçekten anlamayan, onun can damarını yakalayamayan bir yaratıcı, doğru soruları soramaz. Böyle bir derdi olmadığı için doğruyu aramak adına çok fazla çaba sarf etmez. Dolayısıyla, sinematografisi, olay örgüsü, karakterleri bir türlü vasatı geçemez. Sinemamızın teknik olarak gelişmesi ama anlatmaya değer hikayelerin oluşmamasının temel nedeni bu.

Bu tanımlamaya giremeyecek filmler de var elbet. Ancak bunlar oldukça az. Mesela İtirazım Var bu örnekten sapıyor. Ya da Türkiye’li Kürt sinemacıların filmleri, Türkiye sinemasının bütününe kıyasla anlatım, dil, hikaye olarak daha iyi bir yerde duruyor. Sesime Gel ve Bir Var Bir Yokmuş dikkate değer filmler. Ama Kürt sinemacıları açısında önemli bir sorun da, anlatının Kürt sorunundan öteye gidememesi. Hatta Kürt sorununa dair söylediği tek şeyin de nerdeyse sadece “Türkiye’de Kürt sorunu var” olması.

Ülkemize daha fazla hikaye ve daha fazla yaratıcılık gerekiyor. Bunun kaynakları da, her türlü zenginliği ile hayatın samimice yanında durmaktan geçiyor.