Tülin Tankut: İlerici güçlerle iletişimin artırılması gerekiyor

Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı gönüllülerinden yazar Tülin Tankut ile Haziran ayında çıkan “Ne Zaman Ki İçime Bir Kurt Düştü” adlı kitabı vesilesiyle kütüphanenin hangi ihtiyaçları karşıladığını ve Türkiye’deki kadın hareketinin gerekliliklerini konuştuk.

Görüşme: Sinem Burgu

Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı, 14 Nisan 1990’da beş kadın tarafından, “kadınların geçmişini iyi tanımak, toplanan bilgileri kadın araştırmacılarına derli toplu bir şekilde sunmak ve bugünün yazılı belgelerini gelecek kuşaklara aktarmak” amacıyla kurulmuş. Kuruluşundan bu yana İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tahsis ettiği Fener’deki tarihi binada çalışmalarını sürdürüyor. Vakfın 25. kuruluş yıldönümü bu yıl çeşitli etkinliklerle kutlanıyor.

Kadın Eserleri Kütüphanesi hakkında bir tanıtım filmi de hazırlayan vakıf gönüllülerinden yazar Tülin Tankut, Haziran ayında Ayizi Kitap’tan çıkan “ Ne Zaman Ki İçime Bir Kurt Düştü” adlı öykü kitabının gelirini bu vakfa bağışlamış.

Tankut öyküleri 1980’li yıllarda yazmış. Kadınların kadın olmaktan kaynaklanan sorunları üzerine yoğunlaşmış. Öykü kişileri - “Anılar”daki devrimci kimyager kadın dışında- ezilen, sessiz çoğunluğun içinden seçilmiş.

 

Öyküler günümüze dair ne söylüyor bize?

Kadınların gündelik hayatın içinde fark edilmeyen sorunlarını görülür ve anlaşır hale getirmeye çalıştım. Bu sorunları günümüzdekilerle kıyasladığımızda çeşitli biçimlerde ve artarak sürdüğünü görüyoruz.

Bugün gelinen noktayı açar mısınız?

Kadın sorunlarına bakarken yerel ve küresel kapitalizmin dinamiklerini birlikte düşündüğümüzde bugün gelinen noktayı baskı ve şiddetin artması diye özetleyebiliriz. Ekonomik kriz, işsizlik kadın üzerindeki baskıyı artırıyor. Küresel kapitalizmin yarattığı toplumsal değişim, insan ilişkilerini zayıflatıyor, dahası bireyi yozlaştırabiliyor. Özellikle  yoksullukla boğuşan kesimde sömürülen, ezilen erkeğin öfkesini kaba güçle kusabileceği tek araç yakınındaki kadın oluyor. Bilmem söylemeye gerek var mı? Kadın, direnişini hayatıyla ödüyor. Kadına yönelik toplumsal algıyı dönüştürmek kolay değil. Biz kadınlar, bir erkeğin- baba, koca, oğul, ağabey v.b.- desteği olmadan hayatımızı güvenlik içinde sürdüremeyeceğimiz koşullanmışlığıyla yetiştiriliyoruz. Bu da kuşaktan kuşağa aktarılıyor.

Öykülerde de sorun yaşamamak için davranışlarını kısıtlayan kadınlar var. Benliklerinin sarsılmasından çekiniyorlar.

Tam da kadınların benimsedikleri bu tutumun günümüzdeki siyasal sonuçlarından söz edecektim. Bildiğiniz gibi hükümet, küresel kapitalizmin mağdur ettiği çok sayıda kadına çocuk, yaşlı, hasta, engelli bakımı için ödemeler yapıyor. Bu da haliyle kadını eşinin karşısında güçlü kılıyor ve tabii iktidar partisine seçimlerde oy olarak geri dönüyor. Bu gerçek karşısında, ödemelerin sosyal devlet ilkesine göre ve ayrım gözetmeden yapılması gerektiğini, uygulamanın kadını bulunduğu yerde tutmaya yaradığını dolayısıyla kadınların hayatının bu şekilde düzenlenmesinden kadın özgürlüğü adına bir sonuç çıkmayacağını kime anlatacaksınız? Az önce siz de değindiniz; kendisine dayatılan yaşamda güvence bulan kadın sizi niçin dinlesin?

Aynı zamanda bunun sonucunda sol-sosyalist partilere de sıcak bakmayacaktır, belki de örgütlenmekten uzak duracaktır.

Solun aleyhine bir durum değil mi bu? Söz konusu olan geniş kadın kitleleri. Kadın hareketlerine de sıcak bakmamaları doğal. Oysa etkileşim önemli. Kadın topluluklarına katılmak, kadının başkalarının da benzer sorunları olduğunu görebilmesini sağlar. Örnekler çok. Politikacılarımız katma değeri yüksek ürünleri ihraç etmemizin ekonomik bir zorunluluk olduğundan söz ederken, acaba kadınların teknoloji gerektirmeyen düşük ücretli, düşük statülü işlerde çalıştırıldığını akıllarına getiriyorlar mı? Yalnızca kadınlık rolüyle sınırlandırılmış bir yaşam kadının yaratıcılığını köreltmez mi? Ya da okul öncesi eğitim için kadınlardan gelen talep neden fazla değil? Evdeki yaşlıya çocuk baktırmak bizde çok yaygındır. İleri kapitalist ülkelerde bu mümkün mü? Yaşlılar ikinci baharlarını yaşıyorlar. (Hoş, küresel ekonomik kriz tüm dünyayı vuruyor ya.) Kadın iş yaşamıyla anne olma arasında seçim yapmaya zorlanıyor; yüksek öğrenim görmüş, meslek sahibi kadın bile ailesi için işini bırakıyor.

Çünkü kurumsal destek bulamıyor. Yuva, kreş, bakıcı hem pahalı hem de güvenilir olanını bulmak çok zor birçok aile için.

Çocuk bakımını eşle paylaşma adetimiz yok. Annelik ise yirmi dört saat mesai gerektiriyor.    

Bütün bunların sonucunda sağlıklı bir aile – ev ortamı sağlanamaz hale geliyor, istatistiklere göre boşanmalar artıyor.

Psikiyatrik ilaçlara olan talep de artıyor. Ancak ekonomik yönden güçsüz kadın boşanma hakkını bile kullanamıyor.

7 Haziran seçim sonuçlarını kadınların giderek artan hoşnutsuzlukları açısından nasıl değerlendirirsiniz?

Aile bugüne kadar bireye hızla değişen topluma uyum sağlaması için destek oluyordu. Ama artık bireyi her an korumasız bırakacak kadar gücünden yitirmiş durumda. Çocuğun eğitimini ele alalım. İyi bir eğitim için para her zamanki gibi gerekli ama yeterli değil. Okul seçme, okula kayıt, sınav yolsuzlukları, dershanelerin kapatılması, internetin kötüye kullanılması, çocuk istismarcıları, okul kapılarına dayanan uyuşturucu çeteleri, sayılamayacak kadar çok, bir dolu  sorun… Yolunda gitmeyen her şeyden de anne sorumlu tutulur. ‘Aile parçalanıyor’ biçiminde toplumsal bir kaygı yaratılıp kadınların üzerindeki baskı artırılıyor. Öte yandan kentsel dönüşüm, HES’ler, GDO’lu  besinler, su baskını gibi küresel felaketler, cinsel yaşama devlet müdahalesi- kürtaj yasağı, üç çocuk baskısı-, şiddetin önlenememesi, şiddet cezalarının hafifletilmesi kadınları canından bezdirdi. Kadın çocuğuna içireceği süte bile güvenemiyor. Kaybedecek bir şeyi olmayan kadınlar da sokaklara dökülüyorlar.

Kadınlar artık yalnızca kadına yönelik şiddetle gündeme gelmiyorlar. Toplumsal muhalefet saflarında yer alıyorlar. Bu potansiyelin değerlendirilmesi için öneriniz ne?

1980’li yıllarda cumhuriyetin kazanımlarını, yasalardaki cinsiyetçiliği sorgulardık. Bugün yaşam hakkımızı konuşuyoruz. Kadınların gerçek anlamda özgürleşmesi için kağıt üzerinde kalmaya mahkum yazılı bir eşitlik değil, yaşamın her alanında toplumsal cinsiyet ayrımcılığına son verilmesi gerektiğini savunmalıyız. Seçimlerden önce hükümet de, okullara toplumsal cinsiyet eşitliği dersi koyma projesinden söz etmişti. Hangi hükümet gelirse gelsin, nüfusun yarısını oluşturan kadınların oyları, hükümetlerin bekasında da, düşürülmesinde de belirleyici rol oynayacaktır. Politikacılar bu gerçeği gördükleri için 7 Haziran seçimlerinde kadınlara bir çok vaatte bulundular. Bugünün acil sorunu kadına yönelik şiddettir. Toplumun cinsiyetçi yapılanmasının ne kadar güçlü olduğu ortada. Soruna politik düşüncelerin üstünde bakılması gereği tartışılmaz. Kadınlar yaşamsal konularda güçlerini birleştirmeli, kadın dayanışmasını gerçekleştirmeli. Kadın örgütleri canla başla çalışıyorlar. Kadınların hakları konusunda bilgilendirilmeleri için hiçbir özveriden kaçınmıyorlar. Ancak ilerici güçlerle iletişimin artırılması gerekiyor. Bu yüzden de 1980 öncesi kadın hareketlerinin arşivlerini merak edenler ve bu belgelerden beslenmek isteyenler için için çok değerli bilgilerin bulunabileceği Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin dostlarının artmasını diliyoruz.