Truffaut’ya dair iki imaj

Halen sinemayla ilgilenenlerin büyük ilgisini çeken tutkulu yönetmen François Truffaut’yu, ölümünün 30. yılında, çıkardıkları dergiyi de ele alarak anıyoruz.

Yalçın Yeniden

Godard, Truffaut, Rohmer diye gider, aslında Truffaut’nun Yeni Dalga’da çelişkili gibi görünen bir yeri vardır: Godard, sinemasal ilkelerini mantıki sonuçlarına kadar götürürken, Truffaut, daha geleneksel bir çizgide seyretmiştir. Godard daha biçimcidir, Truffaut ise öyküye dayanır, nihayetinde Truffaut’nun Godard’ın “light”ı olduğu söylenir daha çok. Hâlbuki Cahiers du Cinema’da (Sinema Defterleri) yazarken, durum onlar için farklıydı. Daha doğrusu, Truffaut’nun film çekmeye başlamadan önceki hikâyesi daha mitsel.

Aslında, Truffaut’ya dair iki imaj var diyebiliriz. Biri, uzlaşmaz-hırçın-agresif film eleştirmeni olarak Cahiers du Cinéma’daki varlığı: “Fransız Sinemasında Belli Bir Eğilim”, dergide, suçlu olarak gördükleri senaryo yazarı ya da yönetmenlerin fotoğraflarını sabıka fotoğrafı şeklinde yazıların yanına basmak, yıllarca festival fikrine sövdükten sonra Cannes Film Festivali’nin kendisine yasaklanması, daha da geriye gidersek, on beş yaşında çalıntı parayla sinema kulübü işletmekten tutuklanma, Bazin’in onu hapishaneden kurtarıp evlat edinmesi, bir kez daha 1951 Çinhindi Savaşı sırasında kurtarılması, evlilik...

1957 yılında ünlü bir film dağıtımcısının kızıyla evlenen Truffaut, evlendikten sonra bile bu dağıtımcının filmlerini çok sert bir biçimde eleştirmiş, sonunda kayınpederi küstah damadına şunu söylemek zorunda kalmıştır: “Madem biliyorsun, neden sen de bir film yapmıyorsun?” Aslında, Truffaut’nun ilk filmi 400 Darbe’nin üçte biri kayınpederinden aldığı, üçte biri çektiği kısa filmler için hükümetin ona verdiği ve geri kalanı da arkadaşlardan toplanan paralardan oluşmuştur. 100 bin dolardan daha aza mal olan filmi, 450 bin kişi izlemiştir. Bir yıl sonra da Cannes Film Festivali’ne, bir eleştirmen olarak değil de, yönetmen olarak geri dönmüş ve En İyi Yönetmen Ödülü’nü almıştır.

İşte, Truffaut’ya dair öncelikli imajımız budur oysaki sinemayı Truffaut değil, Godard “patlatmıştır”. Nasıl oluyor da, çoğu sinema yazarının dediği gibi, Truffaut, bu haliyle, geleneksel sinemayı “reforme” ediyor, gözden geçiriyor da, “ben her zaman ötekilerden sonra yazdım, hep başkalarının harekete geçmesini bekledim. Film konusunda da bu böyle oldu(...)” diyen ihtiyatlı Jean-Luc Godard, sinemasal bir devrimi gerçekleştirebiliyor? Bu sorunu aydınlığa kavuşturmadan -ki yazının konusu bu değildir-, Truffaut’nun ikinci imajı dediğimiz şeye geçebiliriz.


Truffaut'nun 400 Darbe filminden bir kare

‘Yaşantı’yı konu alan sinema
Truffaut, 1932’de “babası bilinmeyen” bir çocuk olarak dünyaya gelmiştir. İlk önce yetimhanede büyümüş, daha sonra büyükannesi tarafından yetiştirilmiştir. On dört yaşındayken Truffaut, kendi başının çaresine bakıyordu: Farklı zamanlarda kurye, mağazada yardımcılık, dükkâncılık, kâtip, bir fabrikada kaynakçılık gibi işler yaptı.

Daha sonra bir arkadaşıyla, bir şekilde elde ettikleri Metropolis’in (Fritz Lang, 1927) 16 mm bir kopyasıyla sinema kulübü kurar ve şans eseri dönemin ünlü sinema yazarı André Bazin’le tanışır. Birçok bakımdan onu Balzac’a benzetebiliriz, ki hem yaşantısı hem de sıkı bir Balzac'çı olmasından ötürü bu böyledir. Truffaut, bir yerde okuldan atıldığı, kaçtığı veya evden çıktığı zamanlarda kütüphaneye gidip deli gibi Balzac okuduğunu söyler. 400 Darbe, Çalınmış Buseler gibi filmleri de bunun böyle olduğunu kanıtlar.

“Daha bir çocukken, çocukları seviyordum.” Truffaut’nun ilk filmlerinin çocukluk yaşantısı üzerine olması şaşırtıcı değildir o da yetişkinlerin dünyasına girmeyi uzun bir süre reddetmiş, veya tam da bu yüzden, çocukluğunu pek de yaşayamadığı için belki de, o dönemi yüceltebilmiştir: “Temiz hisler, sürekli fantezi yaşamı, gündelik ahlakla ilişkisiz, ama daha özenli ahlaki arılık, testler ve sınavlara dair ebedi ergen sevgisi, sarhoşluk, gurur...”

İşte, Truffaut’nun ikinci imajıyla karşı karşıyayız. Dergide terör estiren Truffaut, sinemada bir şeyler anlatmaya kalktığında, dayanağının salt kendi deneyimi olduğunu, sıkıntısını en fazla çektiği şeye yaslanacağını görmüş olmalı. Nihayetinde tüm gençliği film izleyerek geçen Yeni Dalgacı yönetmenlerinden, biri (Truffaut) kendi deneyimini sinemaya aktarırken, diğeri (Godard) sinemanın kendisini konu alan filmler çekecekti, ilk başta. Başka türlüsü de olmazdı zaten.