Tepenin bu yanı

Yazarımız Murat Akgöz, 14 Aralık'ta vizyona giren, Emin Alper'in ilk filmi olmasına karşın bol ödül alan filmi "Tepenin Ardı"nı yazdı.

Ötekileşme kavramı, özellikle son on yıldır ülkemizde akademik bir tartışma olmaktan çıkıp popüler kültür alanın gözde bir unsuru oldu. Liberal bulaşıklığın bir hayli pespayeleştirerek tartıştığı kavram, sosyalist solda ise ortodoks Marksist katır inadının “sınıf indirgemeciliği” duvarına çarpıp durdu. Her şeyi üretim ilişkileriyle açıklamaya yeminli bu inat her baktığı yerde sınıfı gördüğünden, çağımızın tüm kimlikleri, tüm renkleri kapsayan demokratizminden ötürü pek de itibar görmedi. Zira “herkes de işçi değildi.” Sınıfsal perspektif kadını, Kürdü, eşcinseli v.s. yok sayıyordu…

Sınıf perspektifinden “siz herkese işçi diyorsunuz”un anlaşılması mı yoksa emek-sermaye çelişkisinin bütün bunlarla karşılıklı etkileşimli bir perspektif sunmasının mı “indirgemeci” olduğu sorusu bir yanda dursun. Başka bir soru soralım: acaba bu sınıfsal perspektif gerçekten “öteki”yi ret mi ediyor, görmezden mi geliyor?

Emin Alper’in 14 Aralık’ta vizyona giren Tepenin Ardı filmi, bu soruya çok duyurucu yanıtlar bulunabilecek bir film. Zaten film birçok eleştirmen tarafında da ötekileşme kavramının etrafında tartışıldı. Tepenin ardında, kim olduğunu hiç bilmediğimiz bir ötekinin tehditkarlığı, filmin en önemli karakteri Faik’in iktidarı için vazgeçilmez bir araç oluyor. O iktidarın dayanağı da tek bir elde toplanmış mülkiyet olunca, karakterler ister istemez o mülkün sahibi ile ona sahip olmayanlar olarak bölünüyorlar. Ve çelişkileri başka başka, çatışmaları birbirlerine karşı olsa da, nihayetinde mülk sahibinin çıkarları etrafında buluşuyorlar. Tepenin ardında bulunduğu iddia edilen ötekiler de herhangi bir kimlikten ziyade topluca bir ulus olduğundan (Yörükler), filmsel olayın tepenin bu yanında olan mülkiyetin kollanması için milliyetçiliğin körüklenmesinden başka bir şey olmadığı söylenebilir. İşte, tam da bu nedenle ortada bir ötekileşme sorunundan çok, bunu da kapsayan sınıf ilişkileri sorunu yatıyor.

“Öteki”nin ardında olan
Tepenin Ardı bol ödüllü bir ilk film. Adını ilk defa geçen sene Berlin Film Festivali Forum Bölümünde aldığı Caligari Ödülü ile duyurdu. 31. İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde Ulusal Yarışma bölümünden Altın Lale, Asya Cinefan’dan ise En İyi İlk Film Ödülü’nün sahibi. Yönetmen, filmin Türkiyeli bir film olduğunu ama seyredildiği tüm ülkelerde de seyirciyle kolayca temas kurabildiğini belirtiyor. Hatta bir Alman izleyicinin “siz Almanya’yı anlatmışsınız” dediğini söylüyor. Filmin, bunu söyleyen kişiye günümüz Almanya’sındaki bazı vatandaşların Türkiye göçerlerini, Almanların işini elinden alan yaratıklar olarak görmelerini mi yoksa 2. Dünya savaşında Hitler’e ikna olup, aynı zamanda savaştan çıkar beklentisine giren Alman orta sınıfını mı hatırlattığını bilemeyiz. Zaten bir önemi de bulunmuyor. Film, kapitalizmin vahşetini gören, yaşayan tüm ülkeler için ortak bir temayı işliyor. Ancak sadece mekanın Türkiye olmasından öte, ülkemizin dağlarında, tepelerinde milliyetçilikle körüklenen bir savaşın da olması bu filmi daha da çok Türkiyeli yapıyor.

Büyük bir öfke ve hınçla kavak fidanlarının parçalandığını görmemizle açılıyor film. Fidanları parçalayanın kim olduğunu en başta bilmiyoruz ve zaten parçalayanın gözünden izlediğimiz bu sahne ortada bir karakterden çok bir duygunun olduğunu tüm seyirciye geçiriyor. Bu sahnede, doğanın en savunmasız canlılarını hunharca parçalayan çok büyük bir öfke başrolde duruyor. Öğlen sıcağının her şeyi apaçık ve çıplak gösterdiği bembeyazlığı filmin hakim renk tonunu oluşturuyor. Bu renkler ve bu hınç olayın geçtiği Ermenek’in kayalıklı bir yaylasıyla herhangi bir pastoral ilişki kurmamıza engel oluyor. Burası sevimli bulabileceğimiz hiçbir şeyi barındırmayan, tekinsiz bir mekan.

Kent merkezi eskitmesi tutunamayan bir baba (Nusret), iç savaşta savaşmış, arkadaşlarını yitirmiş ve bu nedenle akli dengesi yerinde olmayan bir oğlu (Zafer) ve silah meraklısı ergen diğer oğlu (Caner) ile dede Faik’in yayladaki evine tatile giderler. Faik o yaylada genişçe bir araziye sahiptir ve ufak bir çiftliği bulunur. Faik sürekli, yakınlarındaki tepenin hemen ardında bulunduğunu iddia ettiği Yörük göçerlerin, hayvanlarını kendi tarlasında otlattığını, tavuklarını çaldığını iddia etmektedir. Yörüklerden nizam, temizlik bilmez yaratıklar olarak söz eder. Ancak Faik’in yanında da bir Yörük aile çalışmaktadır. Ama onlar “iyi Yörük”tür. “Bizim de Yörük arkadaşlarımız var”dır. Yörük ailenin babası Mehmet, Faik’in her türlü işine koşar, karısı Meryem ise ev işlerini görmektedir. Mehmet’in büyük oğlu Sülü de sürüyü otlatan çobandır. Filmde ilk anda tanımaya başladığımız bu ailenin Yörük olması göz ardı edilmesi mümkün olmayan ve çok derinleştirici bir tercih. Ama biraz daha dikkatli bakıldığında, aynı ailenin toprak sahibi Faik’in yanında çalışan işçiler olması başta belirtildiği gibi bu filmdeki başat ötekinin ardında ne olduğuna yönelik ilk ipucunu bize sunuyor.

Bu tekinsiz ve kimi zaman ürkütücü mekanda tepenin ardıyla bu yanı arasında filmin başında belirtilen yarık, ilerleyen dakikalarda kılcal damarlara bölünerek tek tek tüm karakterler arasına giriyor.

Önemli olan, silah patladıktan sonra ne olduğu
Film hakkında çokça dile getirilen filmin alegorik yapısı, filmi bir ölçüye kadar tanımlamaya yetebilir. Ancak alegoride karakterlerden çok, bir duygunun, bir kimliğin ya da bir ilkenin temsilinden söz etmemiz gerekir. Tepenin Ardı ise koca bir ülkeyi iki aile ilişkisi arasında eritirken illaki temsiller kullanıyor ancak bunu, bu temsillerin özümsendiği karakterlerle kurulu çok güçlü bir senaryo ile yapıyor.

Film boyunca niyeti ve emeli çok açık olan Faik, topraklarını korumak için aile bütünlüğünü sağlamaya çalışıyor. Zaten filmi zenginleştiren de diğerlerine kıyasla daha az çelişki içeren Faik değil, niyetleri örtük olan diğer karakterlerin çatışmaları oluyor. Filmde fidanları kıranın, Faik’e ve hayatına duyduğu öfkeyle bir tür makine kırıcılığı yapan Mehmet olduğunu anlıyoruz. Faik ise fidanların kırılmasından Yörükleri sorumlu tutuyor. Mehmet bu duruma hiç sesini çıkartmıyor. Mehmet’in suçluluk duygusu, Faik’in bir fırsat sunması sayesinde bir “ötekiye” yüklenebiliyor. Bu durum, hem de bir Yörük olarak Mehmet’in suçunu gizleyebilmesini ve sorununu çözmek için başka yollar aramaktansa öfkesini dışa vurarak rahatlamasını sağlıyor. Her bir karakter, film boyunca bu gibi günahlarından ötürü derin bir sessizliğe bürünürken, tepenin bu yanında gün batıyor ve bu sessizliği sürekli bir silah sesi bozuyor. Silahın nerede, kimin tarafından patlatıldığını hiç görmüyoruz. Çünkü önemli olan o silah patladıktan sonra nelerin olduğu. Silah patlıyor ve yaşam bir yara daha alıyor. Silahı öfke patlatıyor, korku patlatıyor, şüphe patlatıyor ve olayın mağduru da müsebbibi de birbirine daha çok bileniyor.

Faik bütün bu gerilimlere ustaca müdahale ediyor. Mehmet’e, bir yandan kendine olan borcunu hatırlatırken, öte yandan toprak vaat edebiliyor. Meryem’e “genç olsaydın seni Zafer’e alırdım. Onu ancak sen doğrultursun” diyerek onun üzerinde hak iddia edebiliyor. Bu müdahaleleri belirgin bir farkındalıkla yaptığı söylenemez. Zaten hiçbir karakterin arasındaki çatışmadan da haberdar olmuyor. O daha çok toprakları koruma güdüsüyle, ya da daha doğru bir tanımla, “ideolojisiyle” hareket ediyor. Ve bu ideoloji ortaya çıkan her olayda ona bir fırsat sunuyor. Sonuçta bu ideolojik belirlenim, gerilimlerin kolayca yön değiştirmesini sağlıyor. Bu insanlar zaafları, korkuları ve yoksunlukları nedeniyle birbirlerine düşüyorlar. Ama aralarındaki bu çatışma, Faik’in sayesinde, onları hiçte tarafı olmadıkları ve inanmadıkları bir savaşa hazırlıyor.

Hem de film boyunca hiç görülmeyen, tepenin ardında yaşadığı iddia olunan, bütün sorunların kaynağı gibi gösterilen Yörüklere karşı bir hayli tuhaf ve giderek absürt bir savaşa…

İnandırıcılığını yitiren film mi?
Gerilimin giderek tırmandığı filmde, sona yaklaşırken net bir kırılma oluyor. Özellikle, bir ölümün ardından silahlar çekildikten sonra olay örgüsü inandırıcılığını yitirmeye başlıyor. Gerilim, yerini önce bir western parodisine en sonunda da absürtlüğe bırakıyor. Seyircide oluşan yabancılaşmanın, filmin son sahnesinde, film boyunca duyulan tek müzikle doruk noktasına çıktığı söylenebilir. Bu Brechtiyen son bizi savaşa karşı taraflaştırıyor. Brecht’in Mutlu Son adlı oyunun sonunda oyuncuların sevinçle söylediği, sözlerinde bile mutluluk ifadelerinin geçtiği şarkının, aslında hiçbir mutlu son olmadığını ifade etmesi gibi filmde de inandırıcılığını yitirenin aslında film değil savaşın kendisi olduğunu anlıyoruz.

Sonuçta herkes işçi olmuyor belki ama öteki olarak kodlanan tanımlama, emek sermaye çelişkisinin sermaye tarafının iktidarını koruması için çok elverişli bir enstrümana dönüşüyor. Sermaye sınıfının insanları, kendilerinden olmadığına inandırdıkları bir başkasına karşı örgütlemesi yeni olan bir olgu değil. 20. yüzyıl, bu örgütlenmenin nice can aldığı bir yüzyıl. Ancak tarifin bizim tarafımızdan da “öteki” olarak yapılması, mülk sahiplerinin asıl çıkarlarının örtülmesine neden olabiliyor. Tepenin ardındaki ötekinin, tepenin bu yanındaki mülkiyet ilişkisi için yaratıldığını gösteren Emin Alper’in filmi, 14 salonda vizyona girmeye mecbur bırakılmasına inat daha çok izlenmeyi, daha çok tartışılmayı hak ediyor.

Murat Akgöz-soL