SÖYLEŞİ | Yusuf Taktak: Ressam yaşadığı şeylerin resmini yapmaz mı?

Ressam Yusuf Taktak'la son sergisiyle ilgili söyleştik. Sergilerine hep zamanla ilgili isimler koyan Taktak’ın sanat yaşamıyla beraber, Türkiye’de sanatın ve sanatçının başından geçenlere ilişkin de oldukça önemli bir belge niteliğindeki "Ellerim Tanıktır Zamana" sergisi, 12 Haziran çarşamba gününe kadar Piramid Sanat’ta ziyaretçilere açık olacak.

Hazal Güven

Bazen bir romanın küçücük bir bölümü, koca bir dönemi tek başına anlatacak kadar ustaca aktarılmıştır. Ya da bazen tuvale aktarılmış bir resim, bir ülkenin halklarının çektiği acıları içimizde bir yerlerde, oradaymışız gibi hissettirir bize.

Ne mutlu ki tarihte ki bunca tanıktan bazıları notunu düşüyor zaman çizelgesine. İşte o tanıklardan biriyle, ressam Yusuf Taktak’la söyleştik. Sergilerine hep zamanla ilgili isimler koyan Taktak, küratörlüğünü Öykü Eras’ın yaptığı son sergisine "Ellerim Tanıktır Zamana" ismini verdi. Sergi, 12 Haziran çarşamba gününe kadar Piramid Sanat’ta ziyaretçilere açık olacak.

"Ellerim Tanıktır Zamana", Yusuf Taktak’ın sanat yaşamıyla beraber, Türkiye’de sanatın ve sanatçının başından geçenlere ilişkin de oldukça önemli bir belge niteliğinde. Henüz genç bir sanatçı olduğu akademi yıllarından günümüze kadar geçen sürede ne yaşadıysa onu anlatmış Taktak. Kendisinin de söylediği gibi yeniyi denemekten hiç vazgeçmemiş. Sergi bu anlamda birkaç farklı akımın da keyifli bir seçkisi aynı zamanda.

Kendisi bunu tam olarak böyle adlandırmasa da sergide arşivciliğin önemi ve büyüsü öne çıkıyor. Bazen bir kağıda çiziktirilmiş bir not tam o an bir haber vermek için bırakılmışsa da yazıldıktan yıllar sonra belki de bize çok şey anlatır. Kendi deyimiyle söyleyelim; Yusuf Taktak ressamlığın yanında aynı zamanda iyi bir ‘biriktiriciymiş’…

Öncelikle böyle bir sergi açma fikri nereden doğdu onu soralım?

Resim sanatıyla başından bugüne dek olan ilişkimi, gelişimimi anlattığım bir sergi, yani bir retrospektif sergi yapmayı uzun süredir düşünmekteydim. Gerekçesi ise; Güzel Sanatlar Akademisi öğrenciliği yıllarından sonra yaptığım resimlerin ülkemizde ilk olma savı bir yana, sanatçı ve sanatla ilgilenenlerin çoğunun işlerimi bilmemeleri ve göstermek istememdi.

Türk sanatında, retrospektif sergiler daha çok hayatta olmayan sanatçılar için yapılmıştı. Zamanla bu kural değişmeye başladı ve yaşayan sanatçılar da geriye dönük çalışmalarını sergilediler. Benim çoğuna itirazım oldu, retrospektif böyle olmaz diye eleştiriler yapmaktaydım.

Sonuçta, arkadaşım Bedri Baykam galerisinde bir mini retrospektif açmamı önerdi. Ben de mini yerine “ön“ sergi açmak istediğimi belirttim. Dolayısıyla, çalışmalar böylece başlamış oldu ve bu sergi en başta bana birçok şey öğretti.

Sergide dikkatimi en çok çeken işlerden biri oluşturduğunuz soyağacı. Sizde hocanız Adnan Çoker’e, ondan İbrahim Çallı’ya ve Çallı’dan da Osman Hamdi’ye uzanan bir soyağacı oluşturmuşsunuz. Bunu oluşturma fikri nerden doğdu?

Yıllar önce, Nurullah Berk sağken, sanatla ilgili söyleşiyorduk. Bir ara, hocası İbrahim Çallı’dan söz ediyordu ve konuyu Osman Hamdi’ye getirmişti... Birden bende şimşek çaktı! Düşünebiliyor musun, bir cümlede Türk sanatından yani Osman Hamdi’den başlayıp bana kadar gelen bir süreçten söz etmişti... Sanatımızın geçmişi ne kadar kısa zaman aralığını kapsıyor dedim, kendi kendime. O günden sonra yıllardır bir sanatsal soyağacı yapma fikri vardı bende. Nihayet bu sergide bir ön taslağını oluşturdum. Benim hocam Adnan Çoker onunki Zeki Kocamemi- İbrahim Çallı derken en başta Osman Hamdi. Yani Sanayi-i Nefise Mektebi. Bu çizelgede etkilenmeler, eğitim batı sanatçıları ve sanatçılarımız olarak değerlendirilmekte. En sonunda demekteyim ki: etkilenmelerim ve eğitimimi açıkça beyan ediyorum…

‘RESSAM YAŞADIĞI ŞEYLERİN RESMİNİ YAPMAZ MI?’

“Sanatçılar yaşadıklarını resmetmezler mi?” Bedri Rahmi’ye böyle bir cevabınız olmuş…

Akademi öğrencisiyken hocam Adnan Çoker ile Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun sanat eğitimi anlayışları çok farklıydı ve bu nedenle hep ayrı düşer ve tartışırlardı. Biz öğrenciler bir yandan not açısından muzdarip olsak da sanatsal itişmelerden faydalanırdık. Örneğin, bitirme jürisinde saygıdeğer Eyuboğlu bana habire yüklendi çünkü resmimi duvara asmak yerine yere indirip dikey tuval yerine eğri tuval tercih etmiştim. Üstelik konu da hoşuna gitmemişti, arkasından ses gelen motorsiklet. Bana “Yahu reis, Afyonluymuşsun heybeli eşek yerine neden motor?!” dedi. Ben de “Hocam, ben eşeğe binmedim oysa İstanbul’da hergün otobüs gürültüsü, trafik... Daha önemlisi ben motosiklete bayılıyorum. Ressam yaşadığı şeylerin, hayal ettiklerinin resmini yapmaz mı?” dedim. Tabii ki hoca benim dediğim ne kadar haklı olsa da pek parlak bir not vermemişti...

Antalya’da duvar resimleri yaptığınız bir dönem olmuş…

Askerlik sonrası davet üzerine Antalya Duvar Resmi Sempozyumu’na katıldım. 37 metrelik mezbaha duvarına yaptığım resim “İki Dünya” adını taşıyordu ve işçi sınıfı ve kapitalist sınıfı anlatıyordu. 12 eylül darbesine dek İstanbul, Kuşadası ve Atina’da büyük boyutlu resimler yaptım. Bunlar halka armağan edilen para almadan yaptığım işlerdi. Ne yazık ki darbe sonrası tümünün üzeri boyandı.

‘DEVLET SANATÇI DESTEĞİ GÖSTERMİYOR’

“Saniyeniz parayla ölçülüyor” Sizin de bu cümlede belirttiğiniz gibi sanatın alabildiğine piyasalaştığı bir düzen içerisindeyiz. Ülkemizde sanatçıyla kurulan ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?

“Sanatçının saniyesi para” sözleri doksanlarda tekrarlanmaya başlamıştı. Darbe öncesi tabiri caizse boğaz tokluğuna halka resmi anlatmak için koşardık. Bu durum darbeyle birlikte değişime uğradı. Hele Özal dönemi her şey para oldu... Şimdilerde sanatçılar durumdan hoşnut değil kuşkusuz. İşlerinin satılmaması bir yana devlet sanatçı desteği göstermiyor. Gerçi, çoğu zaman “gölge edimesin, başka ihsan istemeyiz” diyoruz.

Resimlerinizde birtakım imgeler öne çıkıyor. Üçgen formu, çoğu resminizde küçük de olsa iliştirilmiş bir bisiklet… Bu imgelerin anlattıkları serginin bütünlüğü açısından bakıldığında oldukça anlamlı bir yere oturuyor. Peki serginin başlarında gördüğümüz realist resimlerin yerini alan bu imgeler ne anlatıyor?

Üçgen, bisiklet, dikilitaş resimlerde sürekli olarak kullandığım ve bir bakıma beni temsil eden biçimler. Elbette bu biçimler hiç yoktan var olmadılar, hepsinin bir başlangıcı var. Bisiklet motosikletten dönüştü ve doğaya saygıyı betimlemekte aynı zamanda insan yaşamını simgeliyor. Geri vitesi olmaması, enerjinin yettiği kadar ilerleyebilmen hayatı gösteriyor. Üzerinde üç üçgen var ve kompozisyonu da üçgen. Üçgen ise çadır biçimlerinin resimlerimde evrimleşerek dönüşmüş halidir. Askere gittiğimde toplumsal yanlarım ağır basmaya başladı. Tek tip içerisinde her türden insan vardı orada. Dolayısıyla toplumu tanımış oluyorsun. Döner dönmez de duvar resimleri yapınca kendimi toplumsal meselelerle ilgili bir halde bulmuş oldum. 1977 yılından başlayarak grev çadırlarını, işçileri resmetmeye başladım. Devamında ise 12 Eylül geldi… O dönemde sanatçı da kendine bir tür otosansür uygulamaya başladı. Ben kendi adıma gerçekçilikten ağır ağır soyutlamaya, oradan da soyuta yönelmiş oldum. Grev çadırlarından sivri üçgenlere, sivri üçgenlerden dikilitaşa ulaştığımı söyleyebilirim. Tabii ki Sultanahmet Meydanı'nı çok sevdiğim için orada bulunan dikilitaşın ilham verdiğini belirtmeliyim. Benim için onlar birer uygarlık taşlarıdır. Üzerindeki yazılarla adeta günümüzle, güncel olaylarla bağlantı kurduğum elamanlardır.

Serginin tamamı hep yeniyi denediğinizi gösteriyor. Toplumsal gelişmelerin sizde yarattığı değişimlerin yanında bu bir tercih diyebilir miyiz?

Sergi kurulduktan sonra bir baktım ben denemeyi seven ve çağdaş dünya ile bağ kurmak isteyen biriyim. En başlardaki resimlerimle şimdikilerin hissiyatı benzerlikler taşıyor. Yani tümü de ben... Değişenler elbette dünyamızla, ülkemizle, insanımızla toplum. İster istemez rengiyle,  biçimiyle, konusuyla toplumun gidişatı da bana yol gösteriyor. Toplumla uyumlu ya da uyumsuz olmak ise çalışmalarda kendini gösteriyor.