Sinemanın krizi, insanlığın krizi

33. İstanbul Film Festivali, seçtiği filmleri ve etkinlikleriyle, zayıf bir festival olarak tarihteki yerini almış gözüküyor. Heyecan uyandırmayan film gösterimlerinin yanı sıra, Türkiye’de sinemanın 100’üncü yılı programları da çok sönük ve zayıf geçti.

(soL Sinema)
Uluslararası İstanbul Film Festivali otuz üçüncü kez izleyicisiyle buluştu ve bu yılki serüven de bugün bitiyor. Gazetemiz okuyucuları, Cumartesi akşamı festivalin yarışmalı bölümlerinin sonuçlarını öğrenmiş olacaklar. Bizse yarışma sonuçlarının ötesinde, bir genel değerlendirme ile seslenmek istiyoruz okuyucularımıza.

İlk söyleneceklerden biri, neredeyse paradoksal bir duruma işaret ediyor: Teknik süreçlerle doğrudan ilişkili bir sanat olan sinema, teknoloji alanındaki onca gelişmeye ve zenginleşmeye karşın, giderek tek tip örneklere daralıyor. ABD’deki iki partili “demokrasi” gibi ya cıvık bir ticarilik ya da ‘ben yaptım oldu’cu bir sanatbazlık ya da bu iki yaklaşımın hibridinden ibaret bir sinema kapladı sinema dünyasını. Görüntüdeki çoklukları yalınlaştırarak, iki ana damar ve bir hibrit damarcık, bu damarların da aslında “ilgi toplamak” (gişe veya övgü) doğrultusunda tek bir damar oluşturduğunu tespit edebilmek, sağlıklı bir eleştiri zemini için kaçınılmaz.

Sinema alanında tekelleşme
Vurgulanabilecek bir ikinci nokta, sinema alanının bir tür tekelcilik tarafından kuşatılmış olması. Büyük yapım tekelleri, ticari kulvarı tutmuş durumda ve sinema adına yeni, ilginç, diri, en küçük bir kıpırdanmayı ticari alana devşirmenin peşinde. Diğer kulvar, yani şu sanatbaz dediğimiz kulvar ise ağırlıklı olarak AB “normları” ekseninde şekillenen, uluslararası yapım işbirliğini dayatan, en ileri nokta olarak “ötekileştirilen ve acı çeken insan”ı anlatmaya odaklanan (ki bu bir yerden sonra bir imdat çığlığı ve “bizi kurtarın” haykırışından ibaret kalıyor) ikinci bir kulvar. Türkiye’den bir sinemacının, Hollanda, Fransa, Bosna, Macaristan, Almanya vb. birtakım ülkelerden yapım ortaklıkları bulmadan, uluslararası mecrada da kendini gösterebilecek bir film yapabilmesi ve dolaşıma girebilmesi artık neredeyse imkansız hele de “derman bizdedir” diyorsa!

Kültürel kimlikçilik öğütüyor
Üçüncü nokta bununla ilişkili: Sanat alanı, ister “neo-liberalizmin kültürel mantığı olarak postmodernizm” şeklinde niteleyelim, ister “son moda saçmalar”, kültürel kimlikçilik tarafından kuşatılmış durumda. Daha tasarı aşamasında, “yapım ortaklıkları” görüşmeleri ve festivallerden yapım desteği arayışları esnasında, film tasarınız, belirli bir yapım modeli tarafından şekillendiriliyor. Sinemacının derdi ve hedefleri değil, modelin kendi rasyonalitesi tasarıya rengini çalıyor. Güney Kore’de çöp toplayıcıları veya (mesela) Şili’de eşcinseller ya da İskandinav ülkelerindeki Süryaniler… Kapitalizm ve emperyalizm tüm dünyanın emekçilerini, yoksullarını, marjlara itilenlerini çok benzer bir yoğunlukta eziyor ama bunları anlatma iddiasındaki sinema, bu ortak zemini ve sınıfsal mantığı es geçip kişisel dramlarda boğuluyor ancak.

Evet, bir insanlık krizi yaşıyor dünya: Yaşam alanları tahrip ediliyor, sömürülüyor, baskıya uğruyor, savaşlar yüzünden yerinden yurdundan oluyor, işsiz kalıyor, açlıkla yüzleşiyor… Sinema ise o her zamanki önemli mesele, “görünenin ardındaki gerçekliği kavrayıp anlatma, dünyayı değiştirecek insanı değiştirme” konusunda ikircikli, ürkek, özgüvensiz durumda. “Bunlar hep aynı teraneler” eleştirisiyle karşılaşma korkusu, sinemacıların elini kolunu bağlıyor. Bu da insanlık krizine eşlik eden bir sinemanın krizi konusunu gündeme getiriyor. Tek boyutlu sinema, artık sınırlarına dayanmış durumda çokluk görüntüsünün ardında, tükeniyor. Sinema, insanlık krizini dile getirme çabasının yanına, bu krizi aşma tutkusunu da sırtlanarak kendi krizini de aşabilecek. Otuz üçüncü festivali, bu umudumuzu koruduğumuzu ilan ederek uğurluyoruz.