Sinemada geç modernizmin zirvesi: Andrey Tarkovski

29 Aralık'ta ölümünün 29. yılını andığımız yönetmen Andrey Tarkovski, sinemasıyla güncel tartışmaların konusu oluyor hala. Onur Keşaplı, bu güncel tartışmaların ışığında Tarkovski sinemasını değerlendiriyor.

Onur Keşaplı

Ölümünün 29. yılında andığımız Andrey Tarkovski, kısa hayatına sığdırdığı yedi uzun ve üç kısa metraj çalışmayla sinema tarihinin en güçlü yönetmenlerinden biri olagelmiştir. Ülkesinin köklü sinema eğitimiyle birlikte aldığı sanat eğitimi ve ailesinden gelen edebiyat temelini, Nazi işgaline karşı direnişe çocuk yaşta tanıklık edişiyle harmanlayan Tarkovski aynı zamanda sinema tarihinin en sevilen ancak anlaşılamayan yönetmenleri arasında yer alıyor.

Öğrenciyken çektiği mezuniyet filmiyle New York Öğrenci Filmleri Festivali’nde büyük ödüle layık görülen Tarkovski, ilk uzun metrajı İvan’ın Çocukluğu ile Venedik’te Altın Aslan’ı kazanarak tüm dünyada tanınmıştır. Sonrasında Rus tarihinin ünlü ikon yaratıcısı Andrey Rublev’i modernist bir epikle beyazperdeye taşıyan yönetmen, her ne kadar kendisi reddetse de Kubrick’in 2001: Uzay Macerası’na Sovyetler’in yanıtı olarak yorumlanan son derece özgün Lem uyarlaması Solaris, kişisel göndermelerin öne çıktığı Ayna, İz Sürücü ve Nostalji yapıtlarıyla uluslararası pek çok ödül almıştır. Özellikle Cannes Film Festivali’nde toplamda dokuz ödül alarak festival tarihinin en dikkat çeken yönetmeni olmuştur.

Uzak Doğu sinemasından, haikulardan ve gündelik bir eylemin var olan sıradanlığından doğan estetik olarak niteleyebileceğimiz Wabi Sabi düşünüşünden de beslenen Tarkovski’nin sinema anlayışı, mistik ve kişiseldir. Gerçekçilik ile bağın gevşek olduğu bir şiirsellik dokusuyla, uzun plan çekimlerin, yavaş kamera hareketlerinin, her sahneye nüfuz etmiş fakat doğrudan açıklanmayan sembolizmin ağırlığındaki filmlerde zaman ve zamansızlık motif olarak yer etmiştir. Siyah beyaz sahnelerden renkli sahnelere geçişler, müzik kullanımının ve kurgusal müdahalelerin azlığı, alışılageldik yöntemler düşünüldüğünde adeta “oynamayan” oyuncuların varlığı Tarkovski sinemasını zorlayıcı bir alımlamaya dönüştürerek izleyiciyi duygusaldan ziyade düşünsel bir katılıma çağırmaktadır.

Tarkovski hakkında, filmlerine sansür uygulandığı, Sovyetler Birliği’nden kaçmak zorunda kaldığı ve büyük baskılara maruz kaldığı yönünde Soğuk Savaş devam edercesine süren hatalı anlatımlar, gerçeği olması gerektiği gibi yansıtmadığı kadar hem aynı dönem hem de günümüzde kapitalist ülkelerin sinemalarında yaşananların görmezden gelinmesini sağlamaktadır. Tarkovski ülkesinde bürokrasiyle sorunlar yaşamış olmasına karşın filmlerinin tamamı izleyiciyle buluşmuş, yurt dışı festivallerine sürekli katılım göstermiştir. Son yıllarında ülkesinden ayrılışı da tümüyle yönetmenin tercihidir. Soğuk Savaş döneminde ABD ve İngiltere’deki bürokrasi-sinema gerilimleri ve her daim süregelen yapımcı-dağıtımcı müdahaleleri göz önüne alındığında Tarkovski’nin yaşadıklarının dozu sıradan kalmakta, yönetmene ısrarla bu noktadan yaklaşılması ise hile kokmaktadır.

Ülkemizde ise Tarkovski’ye yaklaşım idealize etme, öykünme, şüphecilik olarak özetlenebilir ancak en dikkat çekici tutum, yönetmenin biçim olarak ortaya koyduğu mistik yönelimler neticesinde İslamcıların Tarkovski aşkında görülüyor. İslamcıların, 1960’ların sonunda “Milli Sinema” akımı ile başladıkları yedinci sanat serüveninin, 1980’lerde “beyaz sinema” adıyla yeniden başlayan ve günümüzde de örneklerini gördüğümüz filmlerle ortaya koydukları propaganda etkisi düşünüldüğünde Tarkovski’yi içeriksel, tarihsel ve biçimsel olarak asla anlamadıkları görülüyor. Bu hattan Tarkovski estetiğinin de İran toplumsal gerçekçiliğinin de çıkamayışı, İslami sinemanın çıkmazını somutlaştırıyor.

Sonuç olarak İslamcılarımıza bırakılamayacak kadar değerli ve derinlikli bir yaratıcı olan Tarkovski’yi, özellikle sol ve melankoli üzerinden tekrar düşünmek ve değerlendirmek gerekiyor. 1990 yılında ölümünden sonra “sinema sanatına olağanüstü katkısı, evrensel insani değerleri ve hümanist düşünceleri olumlayan yenilikçi filmleri” nedeniyle verilen Lenin Ödülü, bizleri bu doğrultuda düşündürmek adına önem taşıyor.