Pınar Kür: Aydınlar gericiliğe karşı koymalı

Edebiyatımızın önemli isimlerinden, yazar Pınar Kür, türbanı bir özgürlük değil, kadını nesneleştiren bir baskı aracı olarak gördüğünü açıklamasının yarattığı tartışmayı ve aydınların tavrını değerlendirdi. Kür, “Eskiden aydınlar bu kadar korkak değillerdi" dedi.

Sinem Burgu - soL

Edebiyatçı ve roman yazarı Pınar Kür, Türkiye aydınlarının çoğunluğu gibi, genellikle gündemde değil. Ancak 8 Nisan’da CNN Türk’te Enver Aysever’in programına konuk olmasının ardından Kür, birden gündeme oturdu – üstelik, pek hoş olmayan biçimde.

Kür’ün programda, porno dergiler için vücudunu sergileyen kadınlarla, “erkek tahrik olur” düşüncesiyle başını kapatan kadınları, kendilerini nesne olarak gördükleri ve erkeklere göre tanımladıkları için benzerlik kurması, hem medya hem sosyal medyada Kür’e karşı yoğun eleştiri ve daha yoğun hakaret kampanyasının tetiklenmesiyle sonuçlandı. Pınar Kür’le sohbetimize de buradan başladık.

‘TÜRBAN ZORBALIĞA BOYUN EĞMEKTİR’
Uzun zamandır, çarşaftan dekolteye, giyim kuşam tarzlarının insanların, burada özel olarak kadınların bireysel tercihleri olduğu doğrusu dile getirilerek, bunun inanç sistemleri ya da yaşam tarzlarıyla, aynı zamanda bir “duruş”un ve konumlanmanın yansıması olduğundan söz edilmesine öfkelenilir oldu. Sizce “örtülen” ya da “açılan” tanımları sadece vücutta tercih edilen yerlerden ibaret midir, yoksa bunun zihniyetle, kadının konumuyla, erkekegemen dünyayla ve düşünsel sistematikle bağı kurulmalı mı?
Elbette bu bağ kurulmalı. Ben bunu söylediğim için ba(ğ)zı çevrelerin saldırısına uğradım. İsteyen örtünür isteyen soyunur, bana ne? Ben kimsenin giyimine karışmıyorum. Bu örtünme - soyunma olayının arkasındaki zihniyetten söz ediyorum. Kadın haklarından söz ediyorum. Erkek egemen dünyada kadının ikinci sınıf insan haline getirilişinin bir örneği olarak ele alıyorum meseleyi. Bu 'sözde tercih'i (soyunmak ya da örtünmek) kadının bir nesneye dönüştürülmesinden de öte, erkeğin isteğine göre yalnızca bir arzu odağı olmayı kabullenmesini eleştiriyorum. Bu tavır kadının özgürlüğünün değil zorbalığa boyun eğmesinin göstergesidir.

Türkiye'de gericilik, gerici düşünce ve konumlanışın tarihine baktığımızda bu konuya yaklaşım olarak özellikle aydınların yaklaşımı eskiden nasıldı, şimdi nasıl, ders almak gereken yerlerden hiç ders alamadı mı Türkiye'de aydınlar, yoksa belleğimiz mi zayıf ya da bu ideolojik bir problem olabilir mi başlı başına?
Eskiden aydınlar bu kadar korkak değillerdi ve aralarında çok daha geniş bir dayanışma vardı. Özellikle 12 Mart ve 12 Eylül’ü yaşamış olan aydınların "muhafazakar" olarak adlandırılan, aslında bal gibi "gerici" olan kesime karşı çok daha dik durması gerekirdi. Oysa, tam tersine (yetmez ama evetçiler örneğinde olduğu gibi) bile bile iktidarla yakınlaştıklarını gördük. Sonradan "vay aldatıldık" saflığına sığınmak birazdan fazla gülünç geliyor bana. Başbakan daha yolun başındayken "Bale bel altı sanatıdır" dememiş miydi? Demokrasinin istendiğinde inilecek bir tramvay olduğunu ifade etmemiş miydi? Buyurun işte! Verdiği sözleri tutuyor! Nihayet yetti mi?

Bugünlerde yaptığınız açıklamalardan sonra aldığınız tepkileri de düşününce, aynı şekilde kültür-sanat alanına iktidarın saldırılarını da düşündüğümüzde kitaplarınızın yasaklandığı günlerle karşılaştırdığınız oluyor mu bugünleri?
Kitaplarım yasaklandığında, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandığında olay çok daha ciddiydi. Bir kere kişiliğimle değil yazdıklarımla ilgiliydi. Demek o dönemde kitaplara daha çok önem veriliyordu. Hiçbir şekilde aşağılanmadım. Tersine övgüler aldım. Yasak olmayan kitaplarımın satışı arttı. Aydınlar Dilekçesi’ni imzaladığım için üniversiteden kovulduğumun ertesi günü Cağaloğlu'nda daha iyi bir iş buldum. Söylediğim gibi aydınlar arasında bir dayanışma vardı. Artık böyle birşey yok. Televizyonda söylediklerimden dolayı koparılan fırtınanın asıl sebebi sosyal medyanın günümüzde yaygınlaşmış ve anonimleşmiş, insanların ise kabalaşmış olması. Başbakan her ağzını açtığında "ahlaksızlar!, şerefsizler!" diye bağırırsa onun tebaası de aynı dili kullanır elbette. Kof ve gereksiz bir kampanya tabii.

‘YOBAZLARIN TEPKİLERİNİ ANLARIM AMA FEYZİOĞLU’NU ANLAYAMIYORUM’
Sözlerinizden dolayı size oluşan tepkiler sonrasında aydın ve sanatçılardan nasıl tepkiler aldınız? Yaptığınız cesur çıkışın aydın ve sanatçılar arasında aslında bugünlerde çok da ihtiyacımız olan gerçek bir tartışmaya evrilebileceğini düşünüyor musunuz?
Bana e-posta ve telefonla ulaşanlardan aldığım tepkilerin hepsi olumlu, hattâ tanımadığım kişiler sokakta durdurup tebrik ediyorlar beni. Diğerlerine gelince zaten yandaş basını hiç okumuyorum. Twitter'a yalnızca yasaklandığında girdim bir daha bakmadım. Ama şuradan buradan duyuyorum, övgüden çok hakaret varmış. Okuduklarını, duyduklarını anlamayan kişilerin düşünceleri beni ilgilendirmiyor. Ancak çok şaşırdığım bir tepkiden söz etmeden geçemeyeceğim. Barolar Birliği Başkanı beni kınamış. Ben okumadım, söylediler. Nedenini çok merak ediyorum. Kınamak gibi ağır bir sözcüğün kullanılmasının sebebi ne? Yolsuzluk mu yaptım ben, yoksa hırsızlık mı? Evimden kutu kutu dolarlar mı çıktı? Evladını yeni yitirmiş bir anneyi mitinglerde mi yuhalattım? Devlet Tiyatrolarını kapatmaya mı kalktım? Seçimlere hile mi karıştırdım? Sadece fikrimi söyledim. Ve fikrimi yineliyorum: Evet, örtünmek kadın hakları açısından 'gericiliktir'. Evet, kadının yalnızca bir 'vücut' olarak düşünülmesi, üstelik kendisinin de cinsel nesne olmayı kabullenmesi benim için üzücüdür. Bu açıdan, soyunan da örtünen de aynı zihniyeti taşımaktadır. Yobazlar bu sözlerimi kendi geri kafalarına göre yorumlayabilirler, ama hukuk fakültesini bitirmiş birinin bu çok mantıklı bakışı anlayamaması çok acı. İnsan haklarını ve ifade özgürlüğünü savunması gereken birinin görüşlerimi paylaşmadığını belirtmek için ‘kınamak ‘sözcüğünü kullanmasına akıl erdiremiyorum.

Bir aydın bir programa çıkıp fikirlerini açıkça söylediğinde hedef gösterilebiliyor fakat Orhan Pamuk başka bir ülkenin temsilcisine, Esad'a bir mektup yazıp üstü kapalı bir tehdit imasında bulunduğunda toplumsal bir tepkiyle karşılaşma oranı sizinkinden daha düşük. Orhan pamuk, Elif Şafak gibi Türkiye’de kimi tartışmalarda ilk akla gelen isimler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Orhan Pamuk ve Elif Şafak'ın kendilerini Türk yazarı olarak tanımladıklarını sanmıyorum. Şafak zaten İngilizce yazıyor artık. Onlar Dünya Yazarı! Esad'a gözdağı verirler ama Türkiye'deki kıyımlardan haberleri yoktur. Dünyada onlardan çok daha fazla tanınan ve sevilen Fazıl Say, eğitimin büyük bir kısmını yurt dışında almış olmasına rağmen, Türklüğünden vazgeçmiyor, burada olan bitene seyirci kalmıyor, ülke sorunlarına içten bir eleştirel bakışla yaklaşıyor. Türkiye'de güçlü bir aydın tavrı olsaydı, her şey farklı olurdu. Yine bu tepkilerde kadın - erkek farkının da etkili olduğunu sanıyorum. Ayrıca bana saldıranların Pamuk'un Esad'a yazılan mektubu imzaladığından haberi bile yoktur. Gezi direnişi sırasında birkaç satır çiziktirseydi hepimiz için daha anlamlı olurdu.

KORKUNÇ BİR TASARI
Geçmişte kitapları yasaklanmış olan yazarlardan biri olarak geçirilmeye çalışılan Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK) Yasa Tasarısıyla ilgili düşünceniz nedir?
Korkunç bir tasarı! Türkiye'de sanat adına, özellikle de tiyatro, sinema gibi popüler sanatlar adına ne varsa yok edilmek isteniyor. Polisi, yargıyı, basını, kendi emirlerine bağladılar, sıra sanata geldi! Oysa sanatı olmayan bir toplumun insanı ınsan yapan duygu ve düşünce derinliği gelişmez, hayal gücü olmaz, eleştirel bakışı olmaz. Bu böyle giderse toplumumuzun, TV’lerde pek tutunan Game of Thrones’daki gibi sadece yakan yıkan, kafa kopartan, adam boğazlayan zevkten, incelikten, güzellikten yoksun bir güruha dönüşeceğinden korkuyorum.

Kitaplarınızda odaklandığınız meselelere baktığımızda bugün de hala bu ülkede aynı gündemlerin olması nasıl hissettiriyor?
Sadece ben değil benden önceki pek çok yazarın (Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Aziz Nesin ve daha nicelerinin) eserlerini okuduğunuzda hep aynı şaşkınlığa uğrarsınız: ya yazarlarımız kehanet ötesi bir öngörüye sahipler, ya da ülkemizde temel sorunlar hiç değişmiyor! Ne yazık ki yazarlar dünyayı değiştiremiyor, ancak insanları etkileyip geliştirerek uzun vadede değişime katkıda bulunuyorlar.

Enver Aysever'in programında Gezi direnişinde 'nefes aldığınızı, temiz hava aldığınızı' söylediniz. Bir de yeni bir roman yazmaya başladığını söylediniz ardından, romanınız da 'nefes aldıran, içeri temiz hava sokan' bir roman mı olacak bu durumda?
Ne yazık ki hayır. Bir çürümüşlük ve çaresizlik öyküsü. 2009 yılında artık tamamen umutsuzluğa kapılıp yazmayı bırakmıştım. Zaten hiçbir şey bir işe yaramıyor diye. Gezi direnişinde aldığım temiz hava, yeniden yazma isteği doğurdu içimde. Yoksa konular aynı.