Ömer Lütfi Akad’ı anarken...

19 Kasım 2011 yılında aramızdan ayrılan usta yönetmen Ömer Lütfi Akad’ı, ölümünün üçüncü yılında ardında bıraktığı birbirinden değerli eserlerle anmak, yapılacak anmalar içinde en anlamlılarından biri olacaktır herhalde. Biz de bu vesile ile sanatçının ardında büyük izler bırakan eserlerinden bazılarını hatırlamak ve hatırlatmak istedik.

Melek Yeşilyurt

1916 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Akad’ın ilk filmi 1949 yılında çektiği Vurun Kahpeye oldu. Halide Edip Advar’ın aynı adlı romanından uyarlanan bu film ile beklenmeyen bir çıkış yapar. Âlim Şerif Onaran, Akad’ı anlattığı kitabında film için “Bu çalışma, yetenekli bir sinema adamının yoktan var ettiği ve kendini de bularak ortaya çıkarttığı bir çaba olarak övülmeye değer” der. (Lütfi Ömer Akad’ın Sineması, sy. 25) Bu başarılı uyarlama dönemin basınına da yansımış halktan da kayda değer tepkiler almıştır. Nijat Özön’ün Türk Sinema Tarihi isimli kitabında bahsettiği üzere, filmdeki tiplemeler o kadar gerçekçidir ki, film gericilerin tepkisini çekmiş, hatta yasaklanması talep edilmiştir. (sy. 159)

Yüzyıla yaklaşmış ömrüne onlarca film sığdırmış olan Akad’ın bir diğer önemli eseri ise 1952 yılında çektiği Kanun Namına filmi. Konusunu yaşanmış gerçek bir olaydan alan filmi önemli kılan esas unsur ise filmin doğalına çok yakın ortamlarda çekilmiş olmasıdır. Bu film ile Akad kamerayı sokağa çıkarmış, İstanbul sokaklarını beyazperdeye taşınmıştır. Senatyosunu Attila İlhan’ın yazdığı Sadri Alışık ve Çolpan İlhan’ın ise başrollerini paylaştığı Yalnızlar Rıhtımı (1959) ise Akad’ın filmografisinde ilginç bir deneme olarak yer alır. Yeni Sinema dergisinde Ali Gegili’nin sözleri ile “rejisörün gerçeklik anlayışına uymayan konusuyla daha baştan ölü doğmuş sayılabilirdi.” (sayı 2, 1960) Fakat sanatçının titiz çalışması sonucu biçimsel açıdan oldukça iyi bir film ortaya çıkmıştır. İlk plandan son plana dek tüm senaryoyu resim resim hazırlamıştır yönetmen. Aslında film Akad’ın biçim arayışının bir sonucudur debilebilir.

1960lı yılarında başında dönem dönem ticari filmler de çekmek zorunda kalan Akad’ın 1966 yılında çektiği Hudutların Kanunu filmi ise bir uğrağı temsil eder. Ömer Lütfi Akad bu durumu şu sözlerle anlatır “Belli bir zamandan beri birkaç arkadaş memleket meseleleri ile ilgili film yapmayı düşündük. Bundan önce bu yolda denemeler yaptık. Bunu da kendi ilk filmim olarak kabul ediyorum. Önceden düşünülmüş tasarlanmış bir şey bu çalışma.” (Hudutların Kanunu Üzerine, Görüntü, Sayı 4, Şubat 1968) Konusunu Yılmaz Güney’in yazdığı bir öyküden alan film bir kaçakçılık hikâyesi anlatır. Sansür tehlikesi nedeniyle devlet ve birey ilişkilerinin olduğu gibi yansıtılamadığından dem vuran Akad, bu film ile bir çözüm önermediğini ama ülkenin yaşadığı bir gerçekliğe dair kendi analizini sunduğunu, çözümü ise izleyiciye bıraktığını söylüyor. Hudutların Kanunu’nu izleyen Kızılırmak Karakoyun (1967) filminde ise destansı bir halk hikâyesi etrafında ağalık / tefecilik konusunu işler. Filmin senaryosu ise Nazım Hikmet’e aittir. Nazım, filmin senaryosunu Kızılırmak ve Karakoyun isimli iki halk öyküsünden esinlenerek yazar. Akad ise bu senaryoyu temele alarak, dolaylı da olsa o dönemin Türkiyesinde yaşanan bir gerçekliği anlatma kaygısı ile hareket eder. Akad’ın Hudutların Kanunu ve Kızılırmak Karakoyun filmlerinde güttüğü bu kaygı daha sonra Kent Üçlemesi ile doruk noktasına ulaşır.

Bu filmlerden farklı bir yere otursa da değinmeden geçemeyeceğim bir diğer film ise elbette Vasikalı Yârim’dir (1968). Sait Faik’in Lüzümsuz Adam kitabındaki Menekşeli Vadi öyküsüne dayanır Vasikalı Yarim’in senaryosu. Ama özellikle kadına / aileye bakışıyla farklılaşır öyküden, bir anlamda onu aşar. Türkan Şoray’ın canlandırdığı Sabiha, yeşilçam filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz düşmüş kadın ya da yuva yıkan kadın kalıplarının ötesinde, gerçek bir karakterdir. Her yönüyle insandır. Akad taraf tutmadan imkânsız bir aşk hikâyesini oldukça etkileyici bir şekilde ama dramatize etmeden anlatmayı başarır. Ve ortaya “çok tanıdık, çok tuhaf”[1] bir film çıkar.

Gelin (1973), Düğün (1973), Diyet (1975) üçlemesi Türkiye gerçekliğini anlatma kaygısının doruğa ulaştığı noktadır. Bu üç film 60lar ve 70lerin Türkiyesini emekçilerin gözünden oldukça başarılı bir şekilde anlatır. Sanayileşmenin bir getirisi olarak köyden kente göç ve büyük kentte tutunmaya çalışan işçilerin hikâyesi üç filmin de temel taşını oluşturur.  Gelin ve Düğün filmlerinde köşeyi dönmek, zenginleşek umuduyla büyük kente göçen aileler anlatılır. Bir yanda köşeyi dönme umutları diğer yanda ise işçileşme gerçeği vardır. Hırs o kadar büyük ki kendi evlatlarının başını yemeğe başlar. Hülya Koçyiğit tarafından canlandırılına kadın karakterler ise bu gözü dönmüşlüğün karşısında anna / abla olarak vicdanı temsil ederler. Bu vicdan ve direngenlik ve her şeyden öte insan olmada ısrar ise kaçınılmaz olarak yolların emek mücadelesi ile birleşmesi ile sonuçlanır. Bu durum en somut halini Diyet filminde alır. Artık kentte kendi ayakarı üzerinde durabilien Hacer karakterinin sendikalaşma öyküsü anlatılır. Tüm filmlerde sosyal haklar, çalışma koşulları, işçi hakları gibi konular halkın diliyse oldukça yalın ve samimi bir şekilde anlatılır. Bu sayede de birçok insana değmeyi başarır.

Her biri sayfalar dolusu analizi hak eden birbirbirinden değerli eserleri ardında bırakarak aramızdan ayrılan değerli sinemacı Ömer Lütfü Akad’ı elimizden geldiğince anlatmaya çalıştık. Akad bu ülkenin hikâyesini tüm içtenliği ile anlatmıştır. Bu içtenlik sayesinde hem Türkiye’yi hem de Türkiye sinemasını anlamak için dönüp tekrar tekrar bakılacak bir referans noktası oluşturmuştur. Saygıyla anıyoruz.

[1]Metis Yayınları’ndan çıkan ve kapsamlı bir şekilde Vesikalı Yarim filmini ele alan “Çok Tanıdık Çok Tuhaf – Vesikalı Yarim Üzerine” kitabına atıftır.