Nilüfer Göle'den uyumlu İslam'a akademik katkı

Göle’nin tartışmalarında vardığı ve önerdiği “kültürlerarasılık” sonucu, güncel gelişmeler ışığında tekrar düşünüldüğünde emperyalizmin uyumlu ve uyumsuz İslam ayrımında, tercihini birinciden yana kullananların politik tercihlerine akademik bir katkı olarak da okunabilir.

Prof. Dr. Nilüfer Göle 90’lı yıllardan günümüze yayınlanan kitaplarıyla Türkiye muhafazakârlığının ideolojik derinliğini oluşturan önemli isimlerden biri. Kitaplarında ağırlıklı olarak Türkiye’deki İslamcı hareketle Kemalizm’de cisimleştirdiği Türkiye modernitesinin çatışmasını inceleyen Göle, son yirmi yılda yayınlanan altı kitabı ve sıklıkla gazete ve dergilere verdiği röportajlarla hem liberaller hem de İslamcılar arasında büyük ilgi görüyor.

Hali hazırda Paris´teki Ecole des Hautes Etudes et en Sciences Sociale’de öğretim üyesi olan Prof. Dr. Nilüfer Göle’nin son yayınlanan kitabı “Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar” geçtiğimiz yaz başında Metis Yayınlarından basıldı.

“Seküler Ve Dinsel” Nilüfer Göle’nin 2006 ile 2010 yılları arasında değişik dergilerde yayınlanmış yedi makalesinin derlemesinden oluşuyor. Bu kitabı ile Avrupa’da ki İslamcı hareketlenmeleri mercek altına alan Göle, İslamcılığın son yıllarda Avrupa’da görünür olma arzusunu ortaya koydukça Avrupa sekülarizmiyle çatışmasını ve çatışmanın sonuçlarını inceliyor. Kitaptaki yedi makale bu çatışmanın değişik görünümlerini tartışırken özellikle İslami benlik ve bu benliğin kendini kamusal alanda dışavurumu için verdiği mücadele öne çıkan başlıklar.

Göle’nin tartışmalarında vardığı ve önerdiği “kültürlerarasılık” sonucu, güncel gelişmeler ışığında tekrar düşünüldüğünde emperyalizmin uyumlu ve uyumsuz İslam ayrımında, tercihini birinciden yana kullananların politik tercihlerine akademik bir katkı olarak da okunabilir.

Sekülarizm: Var mı Yok mu?
Nilüfer Göle tartışmasına, tek ve mutlak bir sekülarizm olmadığını söyleyerek başlıyor. Fransa, Türkiye, Hindistan gibi farklı ülkelerdeki pratiklerden yola çıkarak sekülerliğin tek bir modelinin olmadığını ve “farklı ulusal, kültürel ve dinsel bağlamlarda birden çok sekülarizm olduğunu” söylüyor.

Göle’ye göre, sekülerlik Türkiye’de otoriter bir biçimde homojen bir ulus devleti dayatırken, Hindistan’da çok kültürlülüğün güvencesi.

Böylece Göle’nin kitabını oluştururken derlediği makaleler dizisi boyunca ileri süreceği tezlerin alt zemini kuruluyor: “Sekülerliği ideal bir batı modeline bakarak okumak ve onun boşluklarını, eksikliklerini ölçmek yerine, sekülarizmin semantik olarak nasıl benimsendiğini, siyaseten nasıl yeniden icat edildiğini, kolektif olarak nasıl tahayyül edildiğini ve yasal açıdan nasıl kurumsallaştırıldığını tasvir etmemiz gerekir.” (Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar sf:14)

Göle için sekülerlik, evrensel bir yöntem olarak dünyayı, içinde yaşadığımız zamanı bilişsel ve entelektüel yoldan kavrama çabası değil “bir büyük anlatı” ve “batı modernliğinin sömürgeci ve otoriter bir ideolojisi”.

Göle, Sekülerliğin bugün dinsellik karşısında hegemonyasını yitirdiğini söylerken, “ikisini ardışık bir dizilim içinde el almak, yani önce seküler’in dinin önüne geçtiği, şimdiyse seküler-sonrası bir döneme geçtiğini söylemek yerine, dinin seküler modern ile nasıl çağdaş olduğunu, aynı zamanı paylaşabildiğini anlamamız gerekir” (sf:14-15) diyor.

Sekülerliğin önce böylesi muğlâklaştırılması ardından da batılı yaşam tarzının, batılı değerlerin sömürgeci ve otoriter bir dayatması olarak tasvir edilmesi Göle’nin kitabın devamında ileri süreceği tezler için oldukça önemli zira Göle’nin asıl hedefinde bir bütün olarak “Aydınlanmacılık” var. Göle, sekülerlik ile dinselliği birbirini takip eden ardışık kategoriler olarak değil de aynı zamanı paylaşabilen kategoriler olarak ilan edilince aydınlanmacı ilerleme devre dışı kalıyor.

Aydınlanmacılık insanlığın dinsel referanslardan ve sınırlayıcı gelenek bağlarından bağımsızlaşarak aklın önderliğinde kuracağı kültürün insanları evrensel olarak özgürlüğe ve mutluluğa götüreceğini söylerken buna engel olan bağları da gericilik olarak nitelendirir ve olumsuzlar. Böylece insan varoluşu ve eylemleri tarihsel bağlam içinde bir hedef belirler ve anlam kazanır. Günümüzde aydınlanmacılığa yakıştırılan despotluk eleştirisinin temelindeki ilericilik-gericilik hattının özü bu. Aydınlanmacılığı eleştirenler toplumun evrensel bir doğru merkezinde örgütlenmesini eleştirmekteler.

Tabi Aydınlanmacılığın bu düzlemde eleştirisi oldukça sığ kalmakta. Bunu görebilmek için basit bir uçlaştırma yapmamız yeterli aslında Toplumun merkezi evrensel değerleri yoksa ve hatta bunu belirlemeye çalışmak yanlışsa, o halde birileri de çocuk pornosu da izleyebilir çünkü “onlar öyle istiyordur”

Bu örnekleme gözümüze çok karikatür ve indirgemeci göründüyse, Prof Dr. Nilüfer Göle’nin 25 Mayıs 2010 tarihinde Taraf gazetesine verdiği bir röportajda Afganistan’da kadınlarının giymek zorunda oldukları “Burka” ile ilgili görüşlerini hatırlayabiliriz. Nilüfer Göle söz konusu röportajda şöyle diyor:

Taraf: Fransa’da da burka tartışması var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Göle: Ben çok kışkırtıcı buluyorum. Herkes burkanın karşısında: Müslümanlar, laikler, kadınlar, siyasetçiler... Burka azınlığın gücü, modernitenin aydınlık dünyasından kopuş. Gölgeyi, karanlığı hatırlatıyor bana. Ne güzel! Her şey aydınlık mı olacak kardeşim. Tam mahrem. Biz “modern mahrem” diyorduk. Bu, modernliğe karşı tam karanlık. Ben de zaten tam aydınlıktan yana değilim!

Taraf: Neden?

Göle: Çünkü Batı aydınlanmacı felsefenin bugün geldiği nokta şeffaflaşma: Özel alanda olduğun gibi kamusal alanda ol, her şeyi bilelim. Bunun korkutucu bir şey olduğuna inanıyorum. Demokratik olmadığına, insanları düzleştirdiğine, tamamen katmanlarından yoksun bıraktığına inanıyorum.

Taraf: “Burkanın karanlığını seviyorsunuz yani?”

Göle: Bu kadar tantana koparmasını eğlenceli buluyorum... Burkanın hatırlattıklarını, burkanın karanlığının rahatsız ediciliğini seviyorum, düşündürücülüğünü seviyorum. Unutmak istediğimiz ama burkanın hatırlattığı bir şey var: Mahremiyet ve her şeyin görünür olamayacağı. Modernleşmenin önemli özelliklerinden birisi her yeri aydınlatmaktır. Çok güzel, her yer aydınlatılsın. Daha güvenceyle dolaşıyoruz, sokaklar da bize, kadınlara ait oluyor. Işık modernitenin bir parçası, ama o kadar çok ki, bazen çok göz alıyor, gölge, loş alan bırakmıyor. Loşluğa katlanabilen kimse yok, floresan lambaları... İşte bu noktada Burka kavgası bize kaybettiğimiz şeyleri hatırlatabilir...

Asıl karikatür gibi duran şey, Göle’nin burkayı Afganistan'daki kadınların "zorunlu" olarak giydiği bir giysi olmasını önemsememesi, aksine karanlık ve gizemli görerek, neredeyse cinsel fantezilerin iç gıdıklayıcı egzotik bir kostümü muamelesi yapmasıdır.

Göle kitap boyunca Aydınlanmacılığın toplumu tek bir eksende biçimlemeye çalışan “despotik” doğrusal ilerlemeciliğine karşı bir “kültürlerarasılık” tahayyülünü işaret ediyor. Ancak Göle’nin çözümlemelerinde kullandığı yöntem itibariyle tarihin bir doğrultusu ve hedefi yok, tarih bir değerler çatışması olarak, diri sivil toplum güçleri ile yerleşik kurumlar arasındaki mücadeleler içinde şekilleniyor. Burada önemli olan insanlığın bir bütün olarak evrensel tarihsel çıkarları değil, gündelik çıkarlarıdır. Örnek olsun, örtünen kadınların özgürlüğü, içinde bulunduğu zaman diliminde ki dinsel tercihlerle açıklanır ve yerleşik olan seküler değerlere karşı bir sivil toplum mücadelesi olarak kutsanır. Burada ne siyasal İslam’ın toplumun bütününe dönük kurgularının ne de evrensel özgür insan ideallerinin yeri vardır.

Göle’nin çok kullandığı kamusal alandan yola çıkarsak gündelik çıkarların çatışmasından ibaret bir kamusal alan tam olarak bugün liberalizmin tarif ettiği ve ihtiyaç duyduğu türden bir kamusal alan tarifidir.

İslami Benlik ve Kamusal Alan
Nilüfer Göle, İslami hareketlerin günümüzde seküler modernlikle mücadele içinde olduğunu ve sekülerliğin hegemonyasını tehdit ettiğini söylüyor. İslami benlik kendini siyasal olarak ifade edip kamusal alanda görünür olmasıyla Avrupa toplumumun yerleşik seküler değerleriyle çatışma içine giriyor.

“İslam(cılık), modern hayat siyaseti ve küreselleşmiş bir dünyadaki güncel meselelerin merceğinden bakılarak dinin bilinçli ve kolektif bir şekilde yeniden ve farklı biçimlerde şekillendirilmesidir. Çağdaş İslam bu yolla, seküler modernlik ve Avrupa toplumsal düşüncesinin evrenselci iddialarını tartışmaya açıp onlara karşı çıkarak şimdiki zamanın tarihsel sahnesine girmiş olur.” (sf:28)

Göle’nin burada altını çizdiği noktalardan birisi günümüzde İslami benliğin kendisini kurgulamasının ve kamusal alanda sunumunun modern dışı ya da gerici değil aksine farklı türden bir modernlik olması:

“Örtünme, Avrupa’nın kadınlara ilişkin temsil biçimlerine ve seküler modernliğe kafa tutan bir dişil kişilik ve cinselliği yerleştirir kamusal sahneye. İslami örtünme seküler feminizmle çağdaştır onunla aynı zamanı paylaşmaktadır ama seküler özgürleşmenin önceden belirlediği normlara karşıdır.” (sf:39)

“İslami örtünme Müslüman kadınları gizleyip hapsetmektedir ama bir yandan da kamusal sahneye çıkmalarını sağlamaktadır... Bir mesafe yarattığı kadar, bireyin başkalarınca da paylaşılan bir biçim içine girmesini sağlar. İşte örtünme bu modern giyinme tarzları dolayısıyla bu “aradalık” içinde yer alır: “Hem modern hem de Müslümandır” (sf: 41)

Bu şekilde -hem modern hem de müslüman- kamusal alana çıkan İslami hareket, " pek çok Batılı yurttaşlık anlayışının ve bu anlayışın kapsadığı kanunların üzerinde yükseldiği süküleraist, liberal ve evrenselci iddialara meydan okumaktadır.” (sf:68)

Bu karşılaşma karşılıklı bir dönüşüme yol açar. İslamcı hareket görünürlük kazanarak modernliğe dahil olmakta ve modernlik ile çatışarak onu dönüştürmektedir. “İslamın Avrupa’ya gelişi hem Müslüman kimliklerin yeniden oluşması hem de Avrupa’nın benlik-kendilik temsilinde bir değişim yaşanması anlamına gelmektedir” (sf:68) Avupa ile İslamın arasındaki karşılaşma iki tarafı da -hem Avrupa’nın hem de Müslümanların benlik temsillerini- dönüştüren, sancılı, çatışmalı ama aynı zamanda iki yönlü bir ilişkidir.

Nilüfer Göle, bu süreçte Avrupa kimliğinin ciddi bir sınavdan geçtiğini vurgulayarak “gerek “cumhuriyetçi” gerekse “çokkültürcü” siyaset, İslamın Avrupa bağlamlarına gelişini açıklamak bakımından yetersiz kalıyor”. (sf:73) demektedir. Bu noktada Göle, bir üçüncü model olarak “kültürlerarasılık” kavramına işaret eder.

“Avrupa, bir proje olarak, sabit ve saf kimliklerin aşılıp öznelerarası bir toplumsal ve kültürlerarası bir dünya oluşturma imkanı sunmaktadır. Avrupa projesi bu şansı kaçırmayıp yeni bir dünya oluşturma imlanı mı sunacaktır yoksa küresel ayrılıkları yeniden mi üretecektir? Ucu açık, iki yönlü bir sorudur ve cevabı Avrupa’nın oluşumunu ya da çözülüşünü belirleyecektir.” (sf:87)

Böylece “Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar” kitabını oluşturan makaleler dizisinin temel tezi oluşmuş oluyor. Avrupa toplumunun ve kültürünün siyasallaşan İslam ile karşılaşmasıyla birlikte karşılıklı çatışma ve etkileşim içinde melezleşerek kültürlerarası bir modele doğru evirilmekte olduğunu ve dahası bu yönde evirilmesi gerektiğini söylüyor Nilüfer Göle.

Kültürlerarasılık, günümüzde Küreselleşme etrafında biriken literatürün gözde kavramlarından. Kavram birden fazla kültür arasındaki ilişki ve etkileşim üzerinden, farklı kültürden bireylerin herhangi bir alt üst ilişkisine girmeden eşitlerden biri olarak temsil edilmesini ve bu temsiliyetin ötesine geçerek yeni bir kimlik veya birliktelik kültürü yaratmayı hedefleyen karşılıklı ilişkiler ve etkileşimler bütünü olarak tanımlanıyor.

Bu haliyle “kültürlerarasılık”, “çokkültürlülüğün” izole edilmiş kültürel adacıkların ötesinde bir kültürel-siyasal tahayyül olarak karşımıza çıkıyor.

Kültürlerarasılığın kilit kavramları, kolayca tahmin edilebileceği gibi “iletişim, müzakere, birlikte yaşama” gibi yine son yıllarda hem sosyal bilimlerde hem de yönetişim terminolojisi içinde sıklıkla duymaya alıştığımız ve adeta “sihirli” muamelesi yapılan kavramlar.

Farklı kültürlerin bir potada melezleşmesi olarak tanımlandığı şekliyle Kültürlerarasılık önemli bir soruyu beraberinde getiriyor. Bu kültürlerarası etkileşim hangi zemin üzerinden inşa edilecek? Farklı ve birbirine uzak kültürlerin iletişimi, birbirlerini doğru anlamaları ve birbirlerini dönüştürmeleri için her durumda ortak bir zemin gerekli. Sadece aynı coğrafya da yaşamanın bu denli kapsamlı bir dönüşüm için yeterli bir zemin oluşturması beklenemez.

Ortak zemin aynı zamanda en küçük ortak paydayı yani çıkar birliğini ifade edecektir. Mesela, sınıf mücadelesi içindeki müslüman - seküleraist - yahudi - çingene vs işçiler, sınıfsal mücadele ortak paydasında birbirlerine karşı önyargılarını yıkabilir, birbirini anlayabilir ve farklılıklarını aşarak ortak başka bir kültürel biçime evirilebilirler. (1)

Göle kitabında sözünü ettiği kültürlerarasılığın nasıl bir zemin üzerinden oluşabileceğini meselesini hiç tartışmıyor. Dolayısıyla Siyasal İslamcı hareketlerin böylesi bir kültürlerarasılık projesi için yatkın olup olmadıkları, nelerden ödün vermesi gerektiği ve bu ödünleri verip veremeyeceği soruları hiç sorulamamış oluyor.

Dolayısıyla, Göle’nin anlatısındaki çatışma süreci Avrupa kültürü ile Avrupa’daki İslamcı hareketlerin birbirlerini dönüştürerek birlikte “başka bir şeye” evirilmesinden çok, tarafların alan kapmaya çalıştıkları, diğerinin alanını daraltmaya çalıştığı hegemonik bir mücadelenin ötesine geçmiyor ve Göle’nin melez Avrupa - İslami bir temenniden öteye gitmiyor.

Siyasetsiz Siyaset ya da Amerika’nın Sesi Radyosu
“Seküler ve Dinsel”in belki de en önemli eksikliği güncel siyasetle bağlarının kurulmaması. Arap Baharı olarak adlandırılan süreç Müslümanların çoğunlukta olduğu coğrafyanın önemli bir kısmını etkisi altına aldığı bir dönemin göbeğinde yayınlanan “Seküler ve Dinsel” ne Arap Baharının İslamcı hareketlere etkisini ne de Emperyalist kamp ile İslami hareketler arasındaki ilişkilere ve bu ilişkilerin İslami hareketler üzerinde yarattığı etkilere ve dolayısıyla - kendi tezleri ile ifade edecek olursak - Avrupa kültürü ile olan çatışmasına etkilerine değinmiyor.

Ancak Göle’nin bu güncel siyasetsizlik tercihinin altında siyasal nedenler var.

Emperyalist kamp bugün Siyasal İslam’la iki düzlemde ilişki kuruyor. Birincisi Emperyalist müdahalelerine nedensellik katmak için “İslamofobi”nin sürekli canlı tutulması. 11 Eylül saldırılarından beri çok defa karşılaştığımız bu durumun en son örneği “Müslümanların Masumiyeti” filmi. Provokatif bir girişim olduğu alenen belli olan film bir kez daha “uygar” dünyaya İslamcıların zorbalığını ve vahşetini hatırlatarak, korkularını tetikledi. İkinci düzlem ise, İslamcılığın “ılımlı” versiyonlarının desteklenerek yine “uygar” dünyanın bir bileşeni olarak kurgulanması.

Birbiriyle çelişik duran bu iki düzlem madalyonun iki yüzü gibi bugün emperyalizmin İslam dünyası ile ilişkisini tesis ettiği politikanın bütününü oluşturuyor. Emperyalizm güncel ihtiyaçları aynı anda hem islamofobinin hem de ılımlı İslam projesinin canlı tutulmasını gerektiriyor.

Katıksız bir burjuva ideologu olan Nilüfer Göle de (hem kullandığı kavramlar itibariyle, hem de düşünce yöntemiyle bu konuda tereddüt etmemiz için hiç bir neden bulunmamakta) bu siyasal bütünlük içinde kapitalist topluma entegre olacak bir İslam modelinin kuramsal derinliğini oluşturma işini üstlenmiş durumda.

Yukarıda Kültürlerarası kavramının hem sosyoloji ile hem de ekonomi alanıyla iç içe anıldığından söz etmiştim. Günümüzde burjuva ideolojisinin bilimsel disiplinleri bir bütün olarak karın maksimizasyonu ve büyük şirketlerin çıkarları doğrultusunda toplumun yönetilmesi işine odakladığını düşünürsek bu durum hiç de tesadüf değil. Nilüfer Göle de ele aldığı meselede bağlı bulunduğu sınıfın çıkarları açısından bakarak, Avrupa sekülerliği ile İslami hareketleri incelerken, bu çatışmalı süreci “yönetilebilir, optimum bir dengeye” oturtmaya çalışıyor.

Metin Tülü (soL)

(1) Söz gelimi Göle’nin İslamcılığın bir katkısı olarak döne döne altını çizdiği mahremiyetin önemi bile, ancak kişinin yasalar önünde eşit olduğu ilkesinin kabulü üzerinden hayata geçirilebilir. Bu da en basit düzeyde temel hukukunun kabulü anlamına gelecektir ki bu bile bir zemin anlamına gelecektir.