NHKM'den Suriye işgalcilerine: Tarihi temize çekme vaktidir

Nâzım Hikmet Kültür Merkezi (NHKM), Suriye'ye saldıran ABD, Fransa, İngiltere ve müttefiklerine hitaben bir açıklama yayımladı. Açıklamada, "Sizin temsil ettiğiniz tek şey emperyalist kapitalist barbarlıktır. Artık kültürel olarak köhnediniz. İnsanlığa gelecek için bir umut veremezsiniz. Sermayenizle paraya boğsanız da, bilim insanları, sanatçılar, emekçiler, işçi sınıfı, sizin…

Haber Merkezi

Nâzım Hikmet Kültür Merkezi (NHKM), Suriye'ye saldıran ABD, Fransa ve İngiltere'nin egemenleri ile onların destekçilerine hitaben bir açıklama yayımladı. 

"Tarihi temize çekme vaktidir" başlıklı açıklamada, Suriye’ye saldıran ABD, İngiltere, Fransa’nın egemenlerine "Siz bu cüreti nereden buluyorsunuz" diye soruldu. 

Suriye'ye saldıranların, kendilerini bir tarihin ve kültürün temsilcisi ve misyoneri olarak sunan yıkıcılar olduğunun vurgulandığı açıklamada, "Bilimle, sanatla, örgütlenerek, direneceğiz; pabuç bırakmayacağız size ve yalanlarınıza. Bunu yapmaya, buradan ve çoktan başladık. Bunu böyle bilin" denildi. 

İŞTE O AÇIKLAMA

NHKM imzasıyla yayımlanan açıklamanın tamamı şöyle: 

TARİHİ TEMİZE ÇEKME VAKTİDİR

 

Size o tarihi anlatalım biraz:

 

Hikâye değil, Tarih bu anlattığımız.

 

Siz kendinizi, Rönesans ve Aydınlanma’yla birlikte tarih sahnesinden feodalizmi, aristokrasiyi, dinsel taassubu kovalayan toplumsal güçlerin devamcısı ve temsilcisi olarak sunuyorsunuz hâlâ.

 

Yanılıyorsunuz, yanıltıyorsunuz. Her geçen gün daha çok insan anlıyor sizin aslında kim ve ne olduğunuzu. Her geçen gün daha az insanı kandırabiliyorsunuz. Yutmuyoruz artık bunları.
Eşit, özgür, kardeşçe yaşanan bir dünyayı arayanlardı tarih defterinin sayfalarını çevirenler. Yaratıcılığı gökyüzünden indirenler, bilimi bilim, sanatı sanat yapanlardı. İnsanların eşit olduğunu, hakları olduğunu, geri alınamaz, olmazsa olmaz hakları olduğunu haykıranlardı onlar. O sayfaları çevirmeden önce, içine attığınız ateşlerin isiyle, sizin döktüğünüz kendi kanlarıyla yazdılar satırları… Biz onların çocuklarıyız: Yaktığınız Giordano Bruno’nun, giyotine yolladığınız Incorruptible Robespierre’in çocuklarıyız. Onların zürriyeti siz değilsiniz, biziz.
O köprünün altından çok sular aktı, görün bunu artık.

 

Bal gibi biliyorsunuz bunu aslında ama kendinizi öbür türlü satmak işinize geliyor.

 

Artık bitti.

 

Siz feodalizmi, kiliseyi tarihe gömenlerin değil, tam tersine, kendi egemenliği için bu çürümüşlükleri mezarlarından çıkarıp hortlatanların çocuklarısınız.
Sizin iktidara gelmenizi sağlayan emekçilerden yüz çevirdiniz, sırtınızı döndünüz ve onların üzerine basarak yükseldiğiniz yerde tek derdiniz kendinizi orada tutmak oldu: onların emeğini çaldınız ve sermayeniz olarak biriktirdiniz. O sermayeyi korumak ve büyütmeye çalışmaktan başka hiçbir derdiniz yok şu hayatta. Bu kadarsınız siz. Aklınız, ufkunuz daha ötesini almaz.Bizse bir şeyi anladık: Eşitlik, özgürlük, kardeşlik istemek, bunun için mücadele etmek yetmiyormuş.

 

Ustalarımız, tarihten güç alarak, asıl istemek ve uğruna mücadele etmek gerekenin sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya olduğunu bize gösterdiler. Eşitlik olmadan, özgürlük olmazmış, kardeşlik olmazmış. Anladık bunu.

 

Sizin gösteriş için, caka satmak için, kâr elde etmek için ihtiyaç duyduğunuz bilim, sanat, (ki artık ihtiyacınız kalmadı belli ki,) bizim için ekmek, su, hava kadar olmazsa olmazmış. Bunu bir kez daha anladık. Dünyayı, insanlığı, bilim ve sanat sayesinde kavradık, duyumsadık ve açıkça görüyoruz, biliyoruz ki insanlığın geleceğinde sizin yeriniz yok.

 

Sizin insanlık için bir gelecek ufku olarak pazarlama ve alış veriş merkezlerinden başka bir şey sunamadığınızı, bize Istvan Szabo söyledi. O çökertirken kafasını karıştırdığınız sosyalist ülkelerdeki yüzlerce, binlerce, on binlerce insanımız gibi, Szabo da görmüştü sizin asıl yüzünüzü; geç görmüştü ama görmüştü. Biz onun sözünü kulağımıza küpe ettik.

 

Size bir havadisimiz daha var: Eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal yaşamı isteyenleri medeniyet düşmanları gibi sunma oyununuzun da sonuna geldik nihayet.
Medeniyetin asıl düşmanı kim, bu açıkça ortada artık.

 

Ebelendiniz. Yakalandınız. Tüm maskeleriniz düştü.

 

Şu alt tarafı iki yüz bin yıllık tarihimizdeki şu son üç yüz yıl, hele hele son otuz yıl, kabak gibi ortaya çıkardı her şeyi.

 

Sizler, sömürücüler, yağmacılar, sömürüye ve yağmaya kılıf olarak, perde olarak sunduğunuz tüm değerlerin de köküne kibrit suyu döküyorsunuz.

 

Kendi coğrafyalarınızda iyi, güzel, doğru ne varsa, kim varsa, kardeşlerimiz üretti, siz değil; bunu iyice anlamaya başladık.

 

Kendi coğrafyalarınızdaki o değerler aslında sizin değilmiş, bunu da açıkça görmeye başladık.

 

Hep söylüyorduk, biz ABD halkıyla, İngiliz halkıyla, Fransız halkıyla, egemenlik coğrafyalarınızda asimile edilen diğer halklarla aynı çıkarlara sahibiz diye… Onların seçimlerde, halk oylamalarında çoğunlukla sizleri desteklemeleri inciticiydi, icraatlarınıza gözlerini, kulaklarını kapayıp başlarını çevirmeleri, incitici olmanın da ötesinde bizler için ve aslında kendileri için de ölümcüldü ama anlıyorduk, sınıf çıkarlarını unutanların körleştiklerini biliyorduk. Tam tersine, sınıf çıkarlarını kavrayanların insanlığın yazgısını değiştirebileceğini de gördük. Ekim’den ve Lenin’den öğrendik.
Biz sizin temsilcisi olduğunuzu iddia ettiğiniz ABD, İngiltere, Fransa halklarının asıl dostlarıyız.

 

O coğrafyaları kendimize uzak ve yabancı görmüyoruz. Sadece o coğrafyalarda yaşayan, çalışan yüz binlerce işçi kardeşimiz, okuyan binlerce öğrenci kardeşimiz nedeniyle değil.

 

Biz ABD denince köleliğe direnenleri; 8 Mart’ı, 1 Mayıs’ı yaratan işçileri anlarız; blues’u ve cazı yaratanları; Chaplin’in yoksullarını: altına hücum devrinde bir umudun peşinde oradan oraya sürüklenenleri, makinenin basit bir parçası haline getirilmeye çalışan işçileri anlarız; Dorothea Lange’in, Lewis Hine’ın gösterdiği çocuk işçileri, Büyük Buhran kurbanlarını, Empire State işçilerini anlarız; Steinbeck’in Lennie’sini, Hemingway’in ihtiyar balıkçısını, şarkı söyletmediğiniz Paul Robson’u, inadına Enternasyonal’i söyleyen Pete Seeger’ı, Lillian Hellman’ı, Hollywood On’larını anlarız ABD denince; yumruklarını gururla kaldıran Tommie Smith’i ve John Carlos’u; idam ettiğiniz Rosenberg’leri ama 12 Kızgın Adam’a mahkûm ettiremediğiniz Hispanik genci; devrime çağıran Nina Simone’u, o Acayip Meyve’yi anlatan Billie Holiday’i, Ornette Coleman’ı, Charles Mingus’u, size “bizim adımıza konuşmayın” diyen özgürlük orkestrasının örgütleyicisi Charlie Haden’i; George W. Bush’un yeniden seçildiği başkanlık seçimlerinde çevirdiğiniz dolaplar yüzünden gözyaşlarını tutamayan dürüst ABD seçmenlerini, Katrina Kasırgası’nda gözden çıkardığınız, ölüme terk ettiğiniz on binleri, okullarınızda sizi taklit ederek kıyımlara imza atanların kurbanı öğrencileri, Michigan’da otomotiv endüstrisince sokağa atılan, artık temiz suya bile hasret Flint halkını anlarız, Kuzey Dakota’da usulsüz petrol boru hattına direnenleri, Oklahoma’da eğitime pay ayrılması için sokağa çıkan öğretmenleri anlarız ABD deyince. Kültür endüstrinizin çocuk yaşından itibaren sömürmeye başladığı ve mahvettiği Michael Jackson’un dans ederkenki, şarkı söylerkenki o çocuk heyecanını, iç çelişkilerini, buhranlarını biz anlarız, siz değil. Yanılsalar da, aldansalar da, kafaları karışsa da, hepsi kardeşlerimizdir, dostlarımızdır, onlar, biziz. Biz, onlarız. Siz bu birikime o kadar uzak, o kadar yabancı, o kadar düşmansınız ki… Bu birikimi temsil edemezsiniz, etmiyorsunuz.

 

Biz İngiltere denince Engels’in “tek ve bölünemez bir insanlık ailesi”ne ulaşma özlemiyle anlattığı İngiliz işçi sınıfını anlarız, Chartist Hareket’i anlarız; dertlerini anlatabilmek için kendilerine erkek adları almak zorunda bırakılan kadın edebiyatçıları, Dickens’ı biliriz İngiltere deyince; Turner’ı, Joyce’u, Woolf’u, Caudwell’i; Charles Darwin’i, G. Childe’ı, J.B. Haldane’i, J.D. Bernal’i, E. Hobsbawm’ı anlarız; nükleer silahlanmaya da, Irak’ın işgaline de karşı çıkıp sokaklara dökülen barış aktivistlerini anlarız; Öfkeli Genç Adamlar’ı anlarız, Özgür Sinema’cıları: Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı’nı biz anlarız, Cumartesi Gecesi Pazar Sabahı bizi anlatır, sizi değil; Ken Loach’un bahsettiği o trenle Roma’ya maç izlemeye giden İskoç delikanlılarının taraftarlık coşkusunu biz anlarız, Mike Leigh’in genç kızlarının öfkesine, göz yaşlarına biz ortak oluruz, siz değil; kapatılan Grimley Maden Ocağı’nın Madenciler Bandosu’nun çaldığı Guillaume Tell Uvertürü’nde bizim tüylerimiz de ürperir, aynı Postlethwaite’in canlandırdığı orkestra şefi gibi, sizin değil. Beatles’da, İngiliz bluescularında, hardrock’çıların gitar rifflerinde, bass yürüyüşlerinde, davul ritimlerinde, sadece büyük stüdyoların pazarlama oyunlarını değil, kentlere yığılmış canı çıkana kadar çalışan ağır sanayi işçilerinin, beyaz yakalıların hüzünlerini, heyecanlarını, özlemlerini, umutlarını görürüz. Yanılsalar da, aldansalar da, kafaları karışsa da, hepsi kardeşlerimizdir, dostlarımızdır, onlar, biziz. Biz, onlarız. Siz bu birikime o kadar uzak, o kadar yabancı, o kadar düşmansınız ki… Bu birikimi temsil edemezsiniz, etmiyorsunuz.

 

Biz Fransa denince, La Marsaillaise’i, Enternasyonal Marşı’nı, Paris Komünü’nü anlarız. (Bilmediğimizi de sanmayın: gûya sizin marşınız ama La Marsaillaise’i yazıldığı haliyle biz okuyabiliriz, oysa siz sözlerini değiştirmeden okuyamazsınız bile!) Jaures’i anlarız Fransa denince. Bizim için Fransa Jean Vigo’nun yastık savaşı yapan öğrencileri, Jean Renoir’ın filminden Hayat Bizimdir diye haykıranlar, Georges Sadoul, Sinematek, ömürlerini tükettiğiniz, harcadığınız o yapayalnız, çaresiz Antoine Doinel’ler, yaşama sevincini çaldığınız Alain Leroy’lardır… Cartier-Bresson’un fotoğrafladığı o ilk kez ücretli haftasonu iznine çıkan işçilerin pikniktelerkenki keyfini anlarız biz Fransa deyince; Curie’leri anlarız; Manouchian’ı, Rezistans’ı anlarız. Aragon’u ve Elsa’yı anlarız; Edith Piaf’ı, Jacques Brel’i, Simone Signoret’yi, Nâzım okuyan Yves Montand’ı anlarız. Paris ’68’inde sokağa dökülen öğrencileri anlarız, Renault işçilerini, CGT’yi… Ellerinde nefretten başka bir şey bırakılmayan Said’i, Vinz’i, Hubert’i anlarız. Yanılsalar da, aldansalar da, kafaları karışsa da, hepsi kardeşlerimizdir, dostlarımızdır, onlar, biziz. Biz, onlarız. Siz bu birikime o kadar uzak, o kadar yabancı, o kadar düşmansınız ki… Bu birikimi temsil edemezsiniz, etmiyorsunuz.

 

[Saldırganlığın utangaç destekçileri Almanya’nın, İtalya’nın egemenleri, sizin de sıranız gelecek: kendi halkları, dostları, Piscator’u, Brecht’i, Eisler’i, Weill’i, Mann’ları, (…); Gramsci’yi, Togliatti’yi; Partizanlar’ı, Bella Ciao şarkısını, Zavattini’yi, Luchino Visconti’yi, Francesco Rosi’yi, Luigi Nono’yu, (…), kurtaracaklar elinizden. Onların mirasını da sermayeniz arasına katmanıza izin vermeyecekler. Çünkü sizler de bu birikime uzak, yabancı ve düşmansınız.]

 

Sizin bombalarınız, füzeleriniz olabilir. Tepemize atabilirsiniz ve canımızı çok yakabilirsiniz. Sevdiklerimizi, çocuklarımızı bizden koparıp alabilirsiniz. Yurtlarımızı cehenneme çevirebilirsiniz. Şimdilik.

 

Ama üstüne oturduğunuz o tarih bizim. Tarih de, Gelecek de bizim.

 

Sizin temsil ettiğiniz tek şey emperyalist kapitalist barbarlıktır. Artık kültürel olarak köhnediniz. İnsanlığa gelecek için bir umut veremezsiniz. Sermayenizle paraya boğsanız da, bilim insanları, sanatçılar, emekçiler, işçi sınıfı, sizin yalanlarınıza kanmayacak.

 

Tarihimizi de geleceğimizi de size bırakmayacağız. 

 

Bilimle, sanatla, örgütlenerek, direneceğiz; pabuç bırakmayacağız size ve yalanlarınıza. Bunu yapmaya, buradan ve çoktan başladık.

 

Bunu böyle bilin.