NHKM'den 'Cumhuriyet’in romanı var mıydı' tartışması

Birinci Cumhuriyet’te roman, atılım ve aydınlanma dönemlerinin eleştirelliğini, yetinmezliğini, dolayısıyla birebir örtüşmezliğini yansıtırken, İkinci Cumhuriyet romanı, bir çözülüş ve çöküş dönemini parlatıcılığıyla, var olanı kabullendiriciliğiyle beliriyor...

Nâzım Hikmet Kültür Merkezi bünyesinde, belirli konu başlıklarında düzenlenecek olan “Yuvarlak Masa Toplantıları”nın ilkinde, “Birinci Cumhuriyet’in Romanı Var mı?” konusu ele alındı. Kaan Arslanoğlu, Nihat Ateş ve Hüseyin Çukur’un katıldığı toplantının moderatörlüğünü Asaf Güven Aksel yaptı.

Aşağıda, toplantının tamamını içeren çözüm metnini sunuyoruz. Sayfa altında verilen linklerden, görüntülü kesitlere de ulaşabilirsiniz.

Asaf Güven Aksel: Bir tartışma programı esnasında bir türbanlı hanım, Taraf gazetesi yazarı Hilal Kaplan, “Cumhuriyet’in romanı yoktur” anlamına gelecek bir cümle sarf etti. Bu harf devriminden, geçmişte Osmanlı dönemiyle bağlarıyla koparmaktan, kültür mirasını külliyen reddetmekten, kuşaklar arası bağları koparmaktan bahsedilen bir sohbetti. Bunun bir aşamasında da “Ama Cumhuriyet kendi romancısını bile yaratamadı, çıkmadı, Orhan Pamuk gibi bir romancısı yok, Cumhuriyet’in” dedi.

Burada, tabii iki nokta var. Kastedilen, bir kronolojik olgu olarak “Cumhuriyet dönemleri yazarları olmadığı” değil. Cumhuriyet ideolojisinin bir yazarı olmadığı bunu savunan, onun baktığı noktadan dünyaya bakan bir yazar çıkmadığı çıkanların Cumhuriyet dönemi boyunca da hep eleştirel yaklaşan ya da onun reddi temelinde üreten insanlar olduğu, bir Kemalist devrim romancısı olmadığı noktasındaydı. Bunu karşı kamptaki Cumhuriyet savunucusu bir öğretim görevlisi de çok fazla reddedemedi. En fazla Cumhuriyet döneminde yazılmış romanlardan, büyük romancı isimlerinden falan bahsetti ama, kronolojik olarak bir dönem kastedilmediği için o verilen yanıtlar boşa gitti.

İki noktadan bakabiliriz. Bir, Cumhuriyet dönemi romanı var mıydı, varsa neydi ile İkinci Cumhuriyet dediğimiz süreçle beliren bir yeni roman ekolü var mı, onun temsilcileri var mı üzerinden de tartışılabilir. İkinci bir nokta olarak da olgu bağlamında, yani Cumhuriyet olgusunun karşılığını veren yazarlar var mı, Cumhuriyet kendisini roman anlamında savunan yazarlar üretebildi mi ve o yapıtlarda bir ideoloji olarak Kemalizm savunulabildi mi noktasından tartışabiliriz. Hangi noktadan başlamak isterseniz…

Ama benim aklıma yatan bir kronolojik sıralama değil de Cumhuriyet döneminde hangi yazarlar vardı, iyi roman yazıldı mı, Tanzimat dönemiyle onu karşılaştırmak gibi değil de, gerçekten de bir Cumhuriyet ideolojisi savunucusu bir roman ekolü var mıydı, bunun temsilcileri var mıydı üzerinde durmak. Çünkü ancak böyle yaparsak biz bir sosyal hareketin edebiyata yansımalarının nasıl belirdiğini çıkartabiliriz diye düşünüyorum.

Yani bugün İkinci Cumhuriyet diye bir resmi yapı olmamasına rağmen İkinci Cumhuriyet romancısı terimini kullanabiliyorsak, bugünkü gelişmelerin yarattığı bir yazar tipinden, roman ekolünden bahsedebildiğimiz içindir. Aynı şey Cumhuriyet için de geçerli. Onun için bu ekollerin bir karşılaştırması ve neden Cumhuriyet ideolojisini doğrudan savunan romancıların tek tük kaldığı noktasında bir hesaplaşmanın kapısını açabiliriz.

Kaan Arslanoğlu: Ben birkaç cümle halinde şunu duymuştum: Orhan Pamuk İkinci Cumhuriyet’in romancısıdır, büyük bir zenginlik ifade eder, ama Birinci Cumhuriyet’in romancısı olmamıştır. Sen şimdi daha kapsamlı ifade ettin. Bu daha mantıklı gibi görünüyor, ama roman kavrayışı konusunda daha büyük bir sakatlığa dayanıyor.

O zaman baştan şuna dikkat çekeyim: Bahsettiğim sakatlık konusuna. Roman zaten, diğer sanat eserleri de, bir şeyi savunan bir şey değildir. Gerçi, toplumcu gerçekçi, sosyalist sanatta birebir sosyalist devleti savunan eserler çıkmalıdır, diye sosyalistlerin bir tezi vardır, ama bu sosyalistlerin kendi içindeki bir meseledir. Genel anlamda romanda, roman iyidir kötüdür konusunda “Bir şeyi savunan roman ya da savunmayan roman” diye bir ayrıma gidilmez.

Zaten iyi bir romancı her şeye eleştirel bakar. Bu anlamda, yine de Birinci Cumhuriyet’i, Cumhuriyet’in kuruluşunu anlatan bir sürü romancımız çıkmıştır. En başta Yakup Kadri. Yakup Kadri’nin de aydına birtakım eleştirileri vardır ki, olmak zorunda. Aydınla köy arasındaki çelişkileri gündeme getirmiştir. Olmak zorunda. Yani Cumhuriyet’e en çok sahip çıkan, Kadro’yu oluşturan insanlardan biri olarak onun da eleştirel bakışı olmuştur. Zaten iyi bir sanatsa her şeyi eleştirmek zorundadır. Kendisi Cumhuriyet ideolojisini savunduğu halde Yakup Kadri, eksiklerine gediklerine birlikte bakıyor.

Keza, Reşat Nuri’yi ele alalım, çok iyi bir romancı. Tanpınar’ı ele alalım, çok iyi bir romancı. Bunlar da Cumhuriyet’in insanları. Bir tanesi daha değişik bir yerden Cumhuriyet’e eleştirel bakış getiriyor, diğeri daha değişik yönden. Fakat sonuçta bu, o Cumhuriyet’in çıkarmış olduğu bir zenginlik.

İkinci Cumhuriyet’in böyle bir savunucusu var mı, diye baktığımızda, o da yok zaten. Şimdi, birazdan tartışacağız, İkinci Cumhuriyet Romanı ne zaman başlamıştır, 80’de mi başlamıştır, hangi belirtilerle başlamıştır, konuşacağız. Ama, hangisi İkinci Cumhuriyet’i bugünkü haliyle savunuyor, eleştirisiz olarak? Kötü romancı da olsa, iyi romancı da olsa, Orhan Pamuk mu savunuyor, Ahmet Altan mı savunuyor, Elif Şafak mı savunuyor? Hangisi savunuyor? Hepsinde birtakım eleştiriler var. Bu anlamda İkinci Cumhuriyet kurulmuşsa eğer, ona da eleştiriler var.

Zaten çok sakat bir yerden ele almış. Fakat iş zenginliğin yok edilmesiyse, bunun çok somut bir örneği, şimdi aklımda yok ismi, fakat Boğaziçi’nde doktora yapan bir kişi 90’lı yıllarda Türk dilinin romandaki yansıması konusunda sayısal analize dayanan bir çalışma yapmıştı. Bu çalışma şuna dayanıyordu: Eski romancılarımız kaç kelimeyle roman yazıyor, şimdiki romancılarımız kaç kelimeyle roman yazıyor? Şimdi deniyor ya, Cumhuriyet bütün kültürü yok etti, kelime haznemizi yok etti, bu yüzden kültürümüz zayıfladı ki, o da ayrı bir tartışma konusudur. Hanım da cehaletinden dolayı bunu ileri sürecektir, Birinci Cumhuriyet’in romancıları sanki fakir bir dille yazıyormuş gibi, onu ileri sürecektir.

Tanpınar’la Orhan Pamuk’un romanlarda kullandığı kelime sayılarını karşılaştırmış arada 5 ya da 6 katı bir fark var, Orhan Pamuk’un aleyhine. Yani şu andaki romancılar, İkinci Cumhuriyet’in romancıları, hele Ahmet Altan’la falan karşılaştırırsak iyice sefil bir manzarayla karşılaşırız, kelime haznesi açısından son derece kısıtlı hazneyle yazı yazan romancılar. Ahmet Hamdi Tanpınar ise, o dönemin en zengin kelime hazinesiyle yazan romancısı. Şimdi karşılaştırın o zaman.

Romanın güzelliği açısından tek ölçüt sadece kelime sayısı değildir elbette, ama ölçütlerden biridir. Zaten kendisi ileri sürüyor, madem: Dilimiz fakirleşti diye. Bu ölçütlerden yola çıkarsak, karşılaştırın Ahmet Hamdi Tanpınar’la Orhan Pamuk’u. Bir tarafta büyük bir zenginlik, diğer tarafta ciddi bir düşüş görürüz.

Aslında bu sadece Orhan Pamuk’un sorunu da değil. 80’den sonra ve 80’e doğru giderken de böyle bir şey vardı. Dünya ölçüsünde daha az kelimeyle, daha az kavramla ve daha çok kalıplarla düşünme alışkanlığımızdan kaynaklanıyor. Bu, bilgisayar teknolojisi de işin içine girdiği zaman ve tüm dillerin karşısında İngilizce’nin hakimiyeti ortaya çıktığı zaman iyice belirgin hale geldi.

Son otuz yılda insanlar hep İngilizce kalıplarla düşünüyor. Türkçe bile konuşsa belli kalıplarla düşünüyor. Tıpta da böyle, coğrafyada da bu böyle, tarih ya da felsefe analizinde de bu böyle. Bakıyorsunuz herkes İngilizce konuşuyor, herkes İngilizce yazabiliyor artık. Fakat o kadar basit kalıplarla yazılıyor ki, o kalıpları ezberlediğiniz zaman herkes şakır şakır makale yazıyor artık. Hatasız da yazıyorsunuz. Örneğin tıp için söylüyorum, mesela 100 tane kalıbı öğrendiğiniz zaman her makaleyi yazabiliyorsunuz. Fakat büyük bir fakirleşme var. Bu genel bir problemimiz, ama derseniz ki “Bu İkinci Cumhuriyet romancılarında yok mu?” Alabildiğine var. Onlar da tamamen o dar kelime haznesiyle, kalıplarla düşünerek belli şeyleri ifade etmeye çalışıyorlar.

A. G. A. : Ben bu bıraktığın noktadan birkaç cümle söylemek istiyorum. Şimdi, klasik bir laf vardır ya: Roman burjuvazinin yükseliş döneminin ürünüdür. Sonuç olarak romanlar, içinde yaşanılan toplumu yansıtıyorlar, romancı o toplumu yansıtıyor onun bir parçası olarak, o atmosferden ne alıyorsa onu veriyor. Dolayısıyla bu bahsettiğin Cumhuriyet dönemindeki zengin dil kullanımı ki, biliyorsunuz 1929 yılında okuma-yazma oranı yüzde sıfıra inmiş bulunuyor. Bu zengin dil kullanımına baktığınız zaman, bugün İngilizce düşünmeye alışmış insanların üç-beş kelimelik dağarcığıyla romanların yazıldığını görüyoruz. Sonuçta bu, bu dönemi yansıtıyor, diğerleri de o dönemi yansıtıyor.

Nihat Ateş: Sadece İngilizce düşünme değil, İngilizce de yazıyorlar, sonra Türkçeye çevriliyor. İlk önce İngilizce yazılıyor.

A. G. A. : Burada şöyle bir temel nokta da var: Cumhuriyet’in birebir savunucusu romancıların çıkmaması bir parça o atmosferin bir atılım atmosferi olduğunu da gösteriyor. “Nereden çıktı başımıza bu” deyip bir anda daha eskiyi özleyen tek tük yazar çıkıyor, fakat diğerlerinin tamamı eleştirel yaklaşıyor. Ya kadroların yapması gereken şeyleri, aydın eleştirilerini vs. içeren, beklentilerini daha üst tuttuğu için yapılan düzenlemelerden memnun kalmayan, kırsal kesimdeki problemleri dile getiren, bürokrasiyi eleştiren yazarlar çıkıyor, ya o hamleleri yeterli bulmayıp daha ileriyi amaçlayan, daha sosyalizan bir şeyi düşleyen, o topraktan yetişmiş ama onun ilersine geçmeyi hedefleyen yazarlar görüyoruz.

Bu ilerici bir adımın ifadesi olarak düşünülebilir diyorum, Cumhuriyet’in belli bir dönemine kadar gelen o kuşağa baktığımız zaman. Var olanla yetinmeyen, daha iyisini isteyen ya da alternatif öneren, fakat bütün onların temelinde de o atılımı gören, onu eksen alan, onun üzerine oturan bir roman çizgisi görüyoruz. İkinci Cumhuriyet dediğimiz, net olarak tanımlanmamış, belki kronolojik haritası çıkartılamayacak ama bir geri dönüş, bir sönüş döneminin yazarları da şimdi bizzat onu yansıtıyorlar, o dönemin insanını yansıtıyorlar. Dolayısıyla kelime dağarlarının daha az olmasından değil, bir eleştirel bakışları, daha ileriye gitme hedefleri yok, böyle bir perspektifleri kalmamış. “Var olanı kabullendirme” yazarlığı yapıyorlar daha çok. Bizim Üçüncü Cumhuriyet diye kodladığımız dönemin romanı nasıl olmalı, bugünden ne ürünler vermeli diye baktığımız zaman, belki bir parça bu noktalara değinmemiz gerekir.

K. A. : “Var olanı kabullendirme” saptaması önemli. Var olanı kabullendirme uğraşı veren herhangi bir sanatçı, gerçek anlamda sanatçı mıdır?

A. G. A. : O ayrı bir tartışma ama, neticede genel kamuoyu öyle görüyor. Nobel ödüllü bir yazar var mesela. Daha ne kadar “romancı” olabilir ki bir adam, diyen bir kamuoyu var.

N. A. : Bugün sabah Zülfü Livaneli bir televizyon kanalındaydı. Bir sözüne takıldım, Osmanlıcadan bahsediyordu, Osmanlıca bizim dedemizin dili, tabii ki onu öğrenmek ve bilmek zorundayız, diye anlatıyordu. Zülfü Livaneli de bugün, o andığımız romancıların karşısında, Birinci Cumhuriyet’in “ulusalcı” dediğimiz kesimin yazarları arasında görünür. Ama bugün o da, dil devriminin, kuşaklar arasında kopukluk yarattığını iddia edebiliyor. O noktaya gelmiş. Şunu söyledi: 80, 90 yıl geçmiş, artık neden korkuyoruz? Artık yerleşmiş, her şey kendi mecrasında yürüyor, bunları da artık savunabilmeliyiz, gibi bir bakış açısından. Ama bu tabii çok tehlikeli bir şey.

Yani benim görüşüme göre eğer devrim sürdürülmez ve devrim bir yerde bırakılırsa, ondan fersah fersah geriye düşüşler mümkün. Bugün eğer dil devrimi dediğimiz bir şeyden bahsediyorsak, bunun olmuş bitmiş, oturmuş bir şey olarak görülmemesi gerekiyor. Onu sürdürmek, yaşatmak da gerekiyor.

Ama burada belki Birinci Cumhuriyet’in diye adlandırdığımız romancılarla bugün ele aldığımız romancılar, yani İkinci Cumhuriyet’in romancıları diye niteleyeceğimiz romancılar arasında şunu görüyorum ben: Bir Batılılaşma sorunu. Yani Cumhuriyet’in de, Osmanlının da, 1850’den başlayarak ve Meşrutiyet’le birlikte doruğa çıkarak, önemli bir sorunu olmuş. Bizim artık Orhan Pamuk’ta Elif Şafak’ta somutluğunu bulan, Edward Said’in “Oryantal içindeki oryantalistler” dediğimiz tarza kadar, o doruğa kadar varmış bir sorunumuz var, bir Batılılaşma sorunumuz var.

Birinci Cumhuriyet’in romanı bence Batılılaşma, Batılılaşma ile Doğululaşma, yani Doğuda kalma arasında bir denge kurmanın, bir denge arayışının ürünü. Fakat bugün, İkinci Cumhuriyet diye nitelendirdiğimiz romancılarsa bu denge arayışını bırakmış, doğrudan doğruya Batıya, Tevfik Çavdar’ın nitelemesiyle “yaltaklanan” bir romancı silsilesiyle karşı karşıyayız.

O yüzden de dediğimiz anlamda Cumhuriyet’in sorunlarına eleştirel bakabilen, onu hem yüceltip hem eleştirebilen romancılardan bu romancılara geldik diye düşünüyorum ben en başta.

Ama burada ikinci bir sorun var. Peki neden bu yaltaklanmaya kadar vardı bu iş ve bu kadar sığ romancılar çıkmaya başladı?

Burada Avrupa’nın çöküşünün de etkisi olduğunu düşünüyorum. Yani 1789’da başlayan “Eşitlik Özgürlük” şiarının Avrupa tarafından ilga edildiğini, artık bu uygarlık tasarımını dünyaya somut olarak anlatamadığını düşünüyorum. Mesela Osmanlı’da Batılılaşma düşüncesini taşıyan aydınların derinliğiyle, bugün bu düşünceyi savunan Murat Belge, Oral Çalışlar, Mehmet Altan tayfasının arasındaki fark buradan kaynaklanıyor.

Onlar Avrupa idealini savunuyorlardı, ama bugünküler bitmiş bir Avrupa’nın idealini savunmak zorunda kalıyorlar. Bu bence önemli bir sorun. Mesela artık Batılılaşma ve Doğuda olma dengesi ortadan kalktı özet olarak söylersek. Bu Avrupa’nın da çöküşüyle ilgili bir şey, Batı dünyasının da çöküşüyle ilgili bir şey. Tabii bunun yanında artık bu romancıların daha çok sesin çıkmasında teknolojinin gelişmesi, internet, bloglar, hızlı paylaşım da etkili ama, o konuya da sonra gireriz zaten.

Hüseyin Çukur: Nihat’ın bıraktığı yerden, aslında, biraz isimler üzerinden gideceğim. Bizim burada yaptığımız tartışmanın benzerlerini Cumhuriyet dönemi yazarlarının da kendi arasında yaptığını düşünüyorum. Nitekim o dönemde yazılan kitap eleştirilerine baktığımızda, (günümüze kadar uzanan ve bizim kaynakça olarak kullandığımız), kendi aralarında böyle bir tartışma var. Çünkü Cumhuriyet dediğimiz şey, özellikle harf devrimi ve Latin alfabesine geçildikten sonra okur-yazar oranının sıfırlanması… Ve diğer devrimler de bir şekilde bir hızı tarif ediyor bize. Hızlıca gelişen bir şeyler var ve bu hıza ayak uydurmanın en kolay yolu da yüzünü Batı’ya dönmek oluyor, Cumhuriyet dönemi yazarları ve çizerleri için. Burada da Fransa ön plana çıkıyor. Fransız yazarların ve aydınların görüşlerinden esinlenmeler vs.

A. G. A. : O biraz daha Tanzimat’a yaklaşıyor.

N. A. : Ama o işte Birinci Cumhuriyet dediğimiz o dönemin de romancıları oluyor o romancılar aslında.

A. G. A. : Evet, kronolojik olarak bakarsak öyle.

N. A. : O dönemde yazmaya başlayan romancılar, aynı zamanda Cumhuriyet’in kurucu ideolojisini de savunan yazarlar oluyor, savunmuyor diyor Kaan ama. Savunuyor mesela Yakup Kadri. Ankara’yı yazıyor, neden çünkü kafasındaki ideal Cumhuriyet kenti. Onu yazıyor oturuyor.

H. Ç. : Halit Ziya Uşaklıgil var, Servet-i Fünûn’cu olmasına rağmen. Roman olarak olmasa bile anılarıyla ve eleştirileriyle bir şekilde Cumhuriyet aydınlarına yol gösteren bir obje oluyor Halide Edip Adıvar’la beraber. Mehmet Rauf’un Halaskâr isimli bir romanı vardır, yanılmıyorsam 1924, yayın yılı. Talim ve Terbiye Kurulu bu romanı öğrencilere önermektedir.

Birinci Cumhuriyet diyoruz ama orada üretilen şiirin, romanın, anı veya eleştirilerin içinde Cumhuriyet eleştirisi olması kadar doğal bir şey olamaz. Bunun en somut halini Yakup Kadri’de görüyoruz. Yaban’da ve Ankara’da görüyoruz. Bir taraftan da o aydınların bir şekilde aralarının limoni olduğu işin Turancılık tarafında duran Peyami Safa, şiirde Necip Fazıl… Bir taraftan da böyle bir yarılma var.

Bu Turancı tayfası için Niyazi Berkes’in güzel bir tanımlaması var, buraya notunu almıştım: Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler kitabında “Kımız içmeye kalktılar, mideleri bozuldu, tekrar rakıya döndüler” diyor. Bu bence o dönemin aydınları arasındaki çatışmayı tarif eden iyi tanımlamalardan bir tanesi. Halide Edip Adıvar, Türk aydınına yol gösteren bir rolde o dönemde.

A. G. A. : Kurtuluş Savaşı’nda da Mustafa Kemal’le kanlı bıçaklılar biliyorsun.

N. A. : Kısa bir dönem ama.

H. Ç. : Evet. Ve Kurtuluş Savaşı’na da katılıyor.

A. G. A. : Ama Nutuk’ta da sırf ona ayrılmış bir bölüm vardır. Manda savunuculuğu üzerine…

H. Ç. : Vurun Kahpeye’deki Aliye karakteri, ya da Ateşten Gömlek’teki Ayşe karakterini yabana atabilir miyiz? Cumhuriyet’i övsün veya yersin. Romanın bir taraftan estetik karakterine bakacaksak eğer, hani kelimelerin çokluğundan bahsettik ya, dil zenginliğinden… Bunlara da bakmamız gerekiyor.

Keza Yakup Kadri… Fecr-i Ati’ci, Cumhuriyet muhalifi bir taraftan, ama üç dönem milletvekilliği yapıyor. Aslında Cumhuriyet dönemi aydını kendi içinde de bazı gel-gitlerle devam ediyor.

N. A. : Bir şey ekleyebilir miyim? Bence, burada sen söyleyince aklıma geldi, belki Kaan’ın da söylediği şey, her şeyden önce bir yazar namusu var adamlarda. Mesela Reşat Nuri, Milli Eğitim Müfettişliği de yapıyor, Anadolu’yu geziyor, ama Çalıkuşu’nu yazabiliyor, Yeşil Gece’yi yazabiliyor. Çünkü şunun farkındalar aydın kadroları veya ilerici kadrolar, bu Cumhuriyet’in öncüsü olan kadrolar: Hani anlatılır ya İsmet İnönü’nün “Halk bile size karşı” deyişini. Ona rağmen, halka rağmen bir şeyler yapmanın peşinde, “Halka rağmen halk için” diye düşünen adamlar bunlar.

Ve Çalıkuşu’nda köylerin sefaleti, Osmanlı’nın çökmekte olan bürokrasisi ve Cumhuriyet’in o bürokrasiyi devralışı... Acımasızca eleştirilir. Hem o siyasetin üreticisi ve uygulayıcısı bir adamdır. Ama galiba bunlar roman diye başladıkları zaman, yazacağım diye başladıkları zaman, o Aydınlanmacı refleksini gösterebiliyorlar.

Önemli bir şeydir, ben Çöküş Romanları’nın önsözünde söz ettim: Roman yazmaya başlıyorlar. Fakat roman yazılırken bir şeye ihtiyaç duyuyor, eleştirmen ihtiyacı. Eleştirmen yok. Romancılar kalkıyorlar, nasıl bir eleştirmen istediklerini, madde madde yazıyorlar. Hüsnü latif olacak, şöyle olacak böyle olacak, diye. On ilkedir bunlar. Mizancı Murat bir şey ekliyor: İyi güzel de arkadaşlar diyor, bir şey unuttunuz: Reddi menfaat olacak diyor, eleştirmende.

Şimdi bu adamlar bir anlamda da reddi menfaat yapabildiler, göze alabildiler bunu. Halide Edip’in de o refleksi var, doğru bildiğini, doğru olduğunu düşünüyor. Zorluyor, kafayı tutuyor. Yakup Kadri de öyle, Kadro’yu çıkarırken. Kendi kafalarındaki Batılı Cumhuriyet’in veya kendi kafalarındaki Cumhuriyet’in, Mustafa Kemal’in kafasındaki Cumhuriyet olmadığını fark ettiklerinde, çelişkiye düşüyorlar.

K. A. : Aydınlanmacı yaklaşımla, post-modern ya da popüler ticari yaklaşım arasındaki çok derin fark.

N. A. : En önemlisi bu. Batılılaşma da burada önemli bir vurgu. Gerçekten o, Meşrutiyet’le başlayıp, 1970’lerin sonuna kadar Türk romanının en önemli problemi bu.

Hep Batı formları, Batı sorunları. Mesela, Selim İleri de, diyelim ki bir ara bizim ülke insanının yaşamadığı ama Avrupalı bireyin sorunu olan sorunlarını anlattığı için eleştirilmişti. Bir tema olarak roman sorununu aldığında bile, Batı insanının, bireyinin sorunlarını aldı. Ama şu yoktu mesela, Tevfik Çavdar yine çok güzel söyler: Birinci Cumhuriyet’in romanında Cumhuriyet eleştiriliyor ama Cumhuriyet’in o, halkı da yoksulluk içinde bırakması, ne kadar çabalarsa çabalasın bir rahatlık sağlayamaması, geçiminde nefes aldıramaması, 1929-30 bunalımı. Ama bunlar da o dönemin romanında yok. Eleştireceksek mesela, o roman da bu noktayı görmüyor. Tevfik Çavdar Hoca orayı çok güzel çizmiş, Yazılama’dan çıkan kitabında, Türkiye'nin Yüzyılına Romanın Tanıklığı, çok güzel bir kitaptı.

H. Ç. : Eleştirmen deyince, ufak bir ekleme yapayım. Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’sini, Nâzım Hikmet, Mehmet Fuat’a yazdığı mektuplarda öneriyor, “Mutlaka oku” diye. Ama dönüp Fethi Naci’ye baktığımızda, Türk tarihinde yazılmış en kötü romanlardan biri olarak gösteriyor Yeşil Gece’yi. Keza Yakup Kadri’yi de yerden yere vuruyor.

N. A. : Ama, burada Fethi Naci’nin veya bizim atladığımız bir şey var. Şu: Tanzimat romanında da mesela Samipaşazade Sezai, Sergüzeşt romanında kadın sorununu çatır çatır tartışır. Çokevliliği, kadın cariyeliği… Ama roman yeni yazılmaya başlamış bir tür. Halk masallarından, hikâyeden, yazılı anlatıya geçmeye başlamış bir aydın, bu aksaklıkları gösterecek tabii. Orada bir dengeyi kurmasını zaten tarihsel olarak da bekleyemeyiz, koşullar olarak da bekleyemeyiz.

Ahmet Mithat’ı istediğimiz kadar eleştirelim. Ama Ahmet Mithat’ın ele aldığı sorunları bugün acaba kaç yazarımız, romancımız ele alıp tartışıyor. Kaan da son romanında “Tanzimat romancısına döndüm” diyor, kendini eleştiriyor.

Öyle bakmak lazım. Evet Yeşil Gece, roman kurgusu, roman anlatısı açısından kötü bir roman olabilir. Ama ele aldığı sorun, o kadar yakıcı bir sorun ki.

A. G. A. : Nâzım da o perspektiften baktığından. Fark o, Nâzım başka bir açıdan bakıyor.

K. A. : Peki, başlangıçta konuştuğumuz, program başlarken konuştuğumuz konuya girelim mi? Soru: Bu İkinci Cumhuriyet romanını nereden başlatıyoruz ya da belirtilerini nereden başlatıyoruz?

A. G. A. : Evet, sen nereden başlatıyorsun?

K. A. : Ben nereden başlatıyorum: Demin konuştuk, 80 oluyor. 80 döneminden sonra cuntanın her şeyin üstünü silindir gibi ezmesinden sonraki birkaç yılda Özal dönemi başlıyor. Özal dönemiyle birlikte, 85-86… “Küfür Romanları” ortaya çıkmaya başlıyor. Orada mutabık kaldık, çok kısa konuşmamıza rağmen.

İkinci Cumhuriyet’in kuruluşunun başlangıcı da aşağı yukarı bence o zaman. Çünkü ben hatırlıyorum, cunta sonrası öğrenci kantinlerinde solcu entelektüel öğrenciler arasında da, bu Kürşat Bumin’in Sivil Toplum ve Devlet kitabı yaygınlaşmaya başlamıştı. Aşağı yukarı aynı şeyler Ahmet Altan’ın kitabı, onun kitabı. Yavaş yavaş “Biz yanlış yaptık, aydınlanmacılığa çok takıldık. Sivil toplum bu işin panzehiridir. Ve biz toplumu tabandan eğitelim” ile başladı bu iş. Eleştirel yaklaşımla başladı, sonra çok saldırgan bir aydınlanmacı düşmanlığına, sol düşmanlığına gidildi ve zaten üç-beş yıl sonra da İkinci Cumhuriyet tartışmaları başladı siyasal anlamda. Bu Mehmet Altan’larla, Ahmet Altan’larla…

A. G. A. : Aslında demin değinildi ya, Selim İleri Batılı insanların dertlerini anlatıyor diye eleştirildi ya. Aslında bütün o süreç böyle başladı. Bireyin keşfine çıkma, bireyi fark ettirme, onun dışarıdan gelen örneklerini buraya taşıyarak bir tür imal etme çabalarıydı diye düşünüyorum ben.

Daha sonra oradan ne kadar çark edip ne kadar geride kaldığı tartışılır ama, sonuç olarak bütün o dönemin edebiyatı, 80 sonrası başlayan edebiyatı, fakat “Küfür Romanları” kavramını kullanmam ben olsam, Yalçın Küçük, Yalçın Küçük’ün yazdıkları… O iş karışıyor.

K. A. : “Çöküş Romanları” diyelim.

A. G. A. : Öyle diyelim daha iyi, hakikaten bir çözülüş, dekadans döneminin yapıtları başlıyor işte. İşin bu yönü de önemli. Başta şöyle bir fotoğraf çekelim demiştik. İkinci Cumhuriyet deyince insanların aklına bir AKP iktidarı falan geliyor ama, İkinci Cumhuriyet’in bütünüyle bir çözülüş, bir Cumhuriyet’ten çark ediş, bir ricat, bir karşı-devrim süreci, bütün o değerlerin çözülüşüyle bugün gelinen noktayı İkinci Cumhuriyet olarak tanımlamaktan yanayım. Yani 80’lerde başlamış bir süreç İkinci Cumhuriyet. Yoksa AKP iktidarı ile 2002’den itibaren gelen bir şey değil. O açıdan baktığımız zaman daha fazla örneğimiz var elimizde. En azından adım adım nereden gelindiğini görmemizde fayda var.

N. A. : Ben bu İkinci Cumhuriyet’i roman açısından pek 80’lere dayandırmanın doğru olduğunu düşünmüyorum. Çünkü aslında postmodernizm ile birlikte, postmodern düşüncenin dili öğrenilip, kitapları çevrilip, aktarmacı aydınımız kendi makalelerine düşmeye başladığı andan itibaren gündemimize girdiğinde postmodernizm ve postmodernizmin keşfi, Orhan Pamuk’taki değişim mesela, bunun en güzel örneğidir. Cevdet Bey ve Oğulları ile Sessiz Ev ilk iki romanı. Sessiz Ev’de, Beşinci Sanattan Beşinci Kola adlı Kaan’la ortak kitabımızda da var, orada yazmıştım, orada çizdiği ülkücü, faşist çocuk, alın Ogün Samast’ı getirin ve oturtun. Aynı toplumsal koşullar, aynı sınıfsal temel, yoksul anne-baba, kandırılmış çocuk çizmiş. Peki bu Orhan Pamuk’un başarısı mı, bence o romanı yazarken uyguladığı, ele aldığı gerçekçi yöntemin başarısı.

A. G. A. : Gözlemcilik başarısı olarak gördüm ben onu.

N. A. : Peki, ne oldu? Birden üçüncü roman Beyaz Kale. Ve ondan sonra değişiyor. Zaten kendisi de bunu söylüyor: Post-modernizmi keşfediyor. Onun için bu dönemin eleştirmenleri de Orhan Pamuk’u üçüncü kitabından itibaren başlatıyor. İşte Cevdet Bey ve Oğulları ve Sessiz Ev pek anılmıyor.

Neden karşıyım, şimdi bu Batılılaşma ve Avrupa meselesiyle ilgili, işte Avrupa Birliği süreci, onun kültür dünyamıza etkisi önemli. İnternetin, teknolojinin gelişmesi burada çok etkili. 1980’lerde var daha, Yazko var değil mi, Yazko var, dergilerimiz var, bir karşı duruş var, bir çıkış var. Bence bizim bu dönemi ayırabilecek, o dönemle İkinci Cumhuriyet’in başlamasını, nereden başlatabiliriz diye sorarsak, bu karşıtının kalmadığı, yok sayıldığı, kendini anlatamadığı, yaşam olanaklarının iyice ortadan kalktığı bu dönemden başlatabiliriz. Yani 2000’lerden başlatabiliriz. Buna AKP’nin 2002’de iktidar olması ve giderek muhalefeti ezmesi…

A. G. A. : Mesela, araf olarak tanımlayacağım ben, bir Oğuz Atay problematiği var. 70’lerde çıkmış bir romanken Tutunamayanlar, o dönemin sosyal ortamında hiçbir yankı uyandırmayıp, 80 sonrası birdenbire keşfedilip tabulaştırılması. Mesela, bunların izlerine baktığımız zaman sadece o dönemde üretilmiş yapıtlar değil ya da post-modernizmin keşfinden sonra yapılmış yapıtlar değil, bazı yapıtların yeniden yorumlanmasına yol açacak kadar bir toplumsal deformasyonun başladığı süreç 80’ler. Anlatabiliyor muyum, yani dediğim gibi, Tutunamayanlar’ı 75’te okumak başkaydı, 82-83’te okumak başkaydı, İletişim’in yeniden yayımladığı dönemde. Ya da Althusser’e 70’lerde Birikim’in kafasıyla yaklaşmak başkaydı, 80’lerde başka oldu bu.

Bir bağlantı var. Yani sadece romanların üretildiği dönemler ya da hangi zihniyetle üretildiğinin ötesinde toplumsal değişmenin başlangıcı da 80’ler oluyor.

N. A. : Ben öyle aklıma geldiği için söyledim. Varlar, seslerini duyurabiliyorlar, organları var, ama mesela sen veya Kaan televizyona çıkıp anlatabiliyor musunuz derdinizi rahatlıkla.

K. A. : 8-10 yıl öncesine kadar az da olsa yapabiliyorduk.

N. A. : Bugün o da yok. Ve AKP’nin saldırısıyla birlikte bu daha da kötü bir duruma gelecek. Şimdi karşıtı varken, sesimiz az veya çok çıkabiliyorken, bunu kendimizi duyurabildiğimiz için, tam oradan başlatmak doğru değildir, diye düşünüyorum. Ama 2000’ler bu işin noktasıdır, hatta 2002 diye düşünüyorum.

K. A. : Hüseyin, sen ne diyorsun?

H. Ç. : Bence, 1980 bu işin başlangıcı… Toplumsal bir zeminin başlangıcı olmakla beraber 2000’lerden sonra yükselişe geçtiğini ve bunda da AKP’nin payının oldukça yüksek olduğunu düşünüyorum. Şimdi Orhan Pamuk diyorsak, 2002’den sonra Orhan Pamuk, Orhan Pamuk olmadı. Keza Kürt aydını diye bize sunulan şair Bejan Matur AKP döneminde yükselişe geçti, ama 80-2000 arasında ortada yoktu.

80’ler, Türk aydınının, onurlu aydının sindirilmesi, işkencehanelerden geçmesiyle beraber bir başlangıç ama 2000’den itibaren son on yılda da pik noktası… Ama bir on yıl sonra, bunun biraz daha üzerine çıkar mı? Orası da muamma.

A. G. A. : Ahmet Altan’ın Sudaki İz’inin yayımlanma tarihi kaç, 87 değil mi? O dönemde yapıtlar üretiliyordu.

K. A. : 80’lerin sonu diye tahmin ediyorum. Ama aşağılanıyorlardı. Mesela Fethi Naci dedi ki, “Okuduğum en iğrenç romandır” dedi ve o zamanın büyük kültür dergilerinde de bu öne çıkarıldı: Fethi Naci bu romandan nefret ediyor, diye. İşte o zaman muhalif durumdaydı, fakat alttan hızla büyümeye başladı.

H. Ç. : Keza Leyla Erbil Zihin Kuşları kitabında yayımladığı denemelerde, Orhan Pamuk’u ve Orhan Pamuk romancılığını yerin dibine sokuyor. 90’ların sonu, ‘95-‘96…

N. A. : Onu söyleyeceğim. Biz bir çöküşten ne zaman bahsetmeye başladık. Kavramlarımıza, yazılarımıza ne zaman girdi?

A. G. A. : Sürecin 80’lerde başladığını düşünüyorum ben. Tamamlanmış bir şey veya bize bugün İkinci Cumhuriyet dedirten şey bir “kuruluş” döneminin bittiği noktayı imliyor bende. 2000’den bu yana yaşanan süreç artık son darbelerin vurulduğu ve her şeyin belirginleştiği bir süreç. Ama bu süreci, bu çözülüş sürecini 80’lerden itibaren almak gerek.

Mesela, tabii belki çok edebiyatın dışına çıkıyor ve sosyolojiye kaçıyor gibi oluyorum ama, şöyle bir şey düşünüyorum: Mesela Yazko. İşte yazarlar kendi aralarında bir araya geldiler, bir kooperatif oluşturdular. İşte dergi çıktı, hemen 12 Eylül’ün birkaç ay sonrasında. Mesela Yazko günleri düzenlenirdi, Cumhuriyet kitap günlerini ilk Taksim’de yapardı 83-84 gibi. Oralar bizim için inanılmaz şeylerdi, demokratik mabetlerdi, yani herkes oraya gitmeye çalışırdı. Bunun şöyle bir zihinsel sekmeye de yol açtığını düşünüyorum ben: O dönem, koyu baskı döneminde, üzerinden kitap çıkmasının, üst aramalarında, içeriye götürülmek için sebep olduğu dönemlerde o tip küçücük mevziler bile, yani Yazko Edebiyat Dergisi bizim için şimdinin soL dergisi gibi falandı. Yazko Edebiyat alman lazım, onu okuman. Çünkü biricik demokratik mevzin o kalmış.

O açıdan bakınca o kadar yaygın bir karşı çıkış, yaygın bir sesini duyurma değildi. Sonuçta üç-beş kişilik bir kitleden bahsediyoruz. Büyük çoğunluk zaten bir tarafa savrulmuş gitmişti. O dönemin bizde kalan, Yazko’yu bile bir demokratik mevzi olarak görüp, ki hakikaten de öyledir baktığın zaman, tamamen oraya odaklanmamız, bugün cebelleşmek zorunda kaldığımız demokrasicilik anlayışının, bireycilik anlayışının nüveleri gibi geliyor bir parça da. O koyu baskıdan bu tip şeylerle çıkışın ve bunun alternatifinin olmayışının. Mesela o dönem devrimci bir lafı dile getirmenin yolu Yazko’da devrimci bir şiir yayınlamaktı, bunun dışında bir alternatif düşünülemez hale gelmişti. O açıdan baktığımız zaman bütün o süreci, bu çözülüş sürecinin bir parçası olarak görüyorum. Bunun içerisine bizim demokratik mevzi olarak gördüğümüz yapılar da dahil.

K. A. : İşi biraz sulandırayım ama, bir anı anlatayım. Bunu biz de kötüye kullandık. Yıl 97 mi 98 mi, Ankara’dan bizi çağırdılar, bir roman programı, çağıran da Tamer Levent. Yani o zaman Tamer Levent gibi insanlar TRT’de program yapabiliyordu. Fethi Naci’yi çağırdılar, bir de beni çağırdılar. Konu romanlar. Konuştuk bir 40-45 dakika. Program bitti, dediler ki bana, sanırım onun programıydı, evet, Türki Cumhuriyetlere de seslenen bir programdı, dediler ki Türki Cumhuriyetlerle ilgili 4-5 dakikalık kültür, roman gibi konularda bir şeyler söyler misin. Benim hiç hazırlığım yok, böyle sınır da olunca telaşlandım ve 4-5 dakikada ne söylenebilir? Ben başladım tabii kaba solcu ve Marksist olarak “Bu milliyetçilik insanı batağa götürür, boş verin milliyetçiliği, Türk kültürünü bilmem neyi, sosyalizm gül gibi var işte, sosyalizmi savunması lazım insanların” falan dedim ve program o şekilde yayınlandı Türki Cumhuriyetlere.

Tabii 3-5 ay sonra galiba, eşiyle birlikte Tamer Levent’in işlerine son verildi. Ondan mı oldu, tabii ki değildir ama, bu tür programlar vardı. Bu tür sol bilinen insanlar TRT’de program yapabiliyor ve bir sürü solcu yazarı oraya getirebiliyorlardı, konuşuluyordu.

İşte hakikaten AKP’nin öldürücü darbeyi vurması tabii ki 2002’den sonra oldu. Bir de Oğuz Atay meselesinde, ona birazdan geliriz herhalde, sosyalizmin buna etkisini pek tartışmadık. Sosyalizmin yok olmasının, reel de olsa, eleştirdiğimiz sosyalizm de olsa, çok büyük bir yıkım etkisi var. Aydınlar hep güce taparlar sonuçta. Ya da güce tapar gibi kötü bir ifade kullanmasak bile etkilenirler bir şeylerden. Etkilenecekleri bir vicdan merkezi kalmayınca, tutuyorlar Batının en yoz değerlerinden etkilenmeye başlıyorlar. Paradan etkileniyorlar, popülerlikten etkileniyorlar. Şimdi Oğuz Atay derseniz, Oğuz Atay da bu post-modern romanın öncülerinden sayılabilir. Ama o dönem sol güçlü. Sübjektif mi değerlendirirsiniz bilmiyorum, ama ben mesela Oğuz Atay’ın o romanını insancıl bir roman olarak bulurum, insan sıcaklığı vardır onun içinde. O insancıl sıcaklıktan sonra, solun hem dünyada hem Türkiye’de ezildiği dönemden sonra, 85’te gelen Sudaki İz’e bakın, insancıllıktan tamamen çıkmış bir roman. Bu nereden kaynaklanıyor? Solu bitiriyorsun sen. Ondan hem etkilenmiyorsun, hem de nefretini kusmaya başlıyorsun. Böyle bir roman ortaya çıkmaya başlıyor. Oğuz Atay, sosyalizmi o dönem muhtemel ki derinden eleştiriyordu, daha bireyciliği savunuyordu ama, o toplumsal vicdanı, insana karşı vicdanı henüz kaybolmamış bir yazardı.

A. G. A. : Konuya odaklanmak için, Hüseyin’den bir şey isteyeyim. Dedik ya Birinci Cumhuriyet dönemi için, o dönemin yazarlarının hepsinde -meseleye nereden bakarlarsa baksınlar, daha ilerisinden ya da daha gerisinden- bir durumu, o dönemin toplumunu oturup okuduğunuz zaman, o romanların her birinden bir parçasıyla görebiliyordunuz. Mesela şunu merak ediyorum, İkinci Cumhuriyet dönemi romancıları dediğimiz, Elif Şafak, Orhan Pamuk, Orhan Pamuk’un son dönem kitaplarından diyelim, böyle bir toplumsal panorama çıkıyor mu?

H. Ç. : Tam da söylediğine uygun olarak Berna Moran’dan bir alıntı yapayım ve onun üzerine devam edeyim. Üç ciltlik Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış’ın üçüncü cildinde Berna Moran’ın tespiti şu: “Yukarıda söylediğimiz gibi 12 Eylül darbesinden sonra yazarın toplumsal sorunlara eğilmesi güçleşmişti. Dış dünyayı, toplumu yansıtmak ve bunun için gerçekçi yöntemi kullanmak artık yazarları fazla ilgilendirmiyordu. Böylece toplumsal değişimlere yazınsal gelişimler, 1980’li yıllarda yeni arayışlara giren yenilikçi, avantgarde yazarların Türk romanında köktenci bir değişiklik yaratmalarına neden oldu. Nazlı Eray’ın, Latife Tekin’in, Orhan Pamuk’un, Bilge Karasu’nun yapıtları ve Pınar Kür’ün son iki romanı, daha önce Türkiye’de yazılmış romanlara hiç benzemiyordu. Bu romanlara post-modern romanlar demek mümkün ama, post-modern kavramı kaypak ve anlamı tartışmalı olduğu için şimdilik bunların ortak bir özelliğini belirtmekle yetinelim: Sözünü ettiğimiz romanların bu ortak yanı, gerçeklikten kaçıştır.” Bu doğru bir tespit bence.

Takip ettiğim yazarlar açısından değerlendirdiğimde, yine ortak isimler bunlar: Elif Şafak, Tuna Kiremitçi, parlatılarak önümüze sürülen İclal Aydın... Bunların ne kadar yazabildikleri tartışılır bir şekilde… İskender Pala var, şair Bejan Matur var…

A. G. A. : Bejan Matur daha farklı bir şey tabii…

H. Ç. : Evet ama kitaplarının yeni baskıları Timaş’tan yapıldı, Zaman gazetesinde düzenli olarak yazıyor. Bunları görmezden gelemeyiz. Ait oldukları bir sınıf var. Bir taraftan, başbakanın referandum öncesinde yaptığı kahvaltılara katılan aydınlarımız! var. Bunların içinde romancılar var, sultan sofrasında oturmayı alışkanlık haline getirenler…

Bir ortak noktaları var bence. Ortak noktaları, edebi üretimlerini veya sanatsal üretimlerini, yani bunu illâ romanla şiirle kısıtlamayabiliriz insanı dışarıda bırakan ve ticari kaygıları ön planda tutan bir yöntemle gerçekleştiriyorlar. Bir soyut tavırları var, halktan kopuk romanda kahramanlar arasındaki karakter ayrımını bile çok basit bir şekilde oturtamayan… Mario Levi romanları böyledir mesela. Anlaşılmaz uzun cümleler kurar ve elli tane kahramanı varsa romanın, ellisinin yerlerini birbirleriyle değiştirin, o roman içindeki konuşma sahnelerinde kimin hangi karakterde olduğunu çözemezsiniz. Çünkü hepsi Mario Levi’dir ve hiçbir karakter ayrımı yoktur kadınıyla, erkeğiyle, çoluğuyla, çocuğuyla.

Bir taraftan da teknolojinin kullanılma işi var. Elif Şafak’ın İskender romanı 200 bin adet baskıyla çıkıyorsa ve üç gün geçmeden 20 bin ek baskıyla tekrar piyasaya sürülüyorsa bu romanların Orhan Pamuk romanlarının ve diğerlerinin billboardlarda, sayfa sayfa gazetelerde, kültür eklerinde, kitap eklerinde ve televizyon kanallarında röportajlarını görüyoruz… TRT de bunun önünü açıyor, özellikle son 4-5 yıldır. TRT, bir devlet kanalı olmakla birlikte, AKP’nin kanalı olmak durumunda… Nitekim yaptığı yayınlara baktığınızda da, karşısında olduğumuz, eleştirdiğimiz insanları veya onları övenleri görüyorsunuz.

Bir tarafta Semih Gümüş gerçeği var, eleştirmen olarak… Semih Gümüş, Elif Şafak’ın İskender romanı üzerindeki intihal tartışmalarını tamamen olumlayan bunun bir intihal değil metinlerarasılık olduğunu savunan çıkarttığı Notos dergisinde bunu alenen beyan eden ve yetinmeyip Ömer Türkeş’le beraber yaptıkları bir programda Elif Şafak’ı konuk eden bir edebiyat eleştirmeni. Şimdi romancılardan şairlerden bahsediyoruz, eleştirmenleri bunun dışında tutamayız ki… Çünkü onlar da, bu parlayan ateş için alttan sürekli odun atmaya devam ediyorlar.

Rezalet bir programdı, seyrettim maalesef. Muhtemelen kuliste Elif Şafak’ın imzasını almıştır Semih Gümüş, böyle bir yaltaklanmayla beraber…

Bütün bunlar birleştiğinde, insanlar kitapçılara gittiğinde, çok satanlar bölümünde üç yüz tane üst üste dizilmiş Orhan Pamuk romanıyla karşılaşıyorlar. Bu, okuyucular uyarıcı nitelikte… Hasbelkader kitapçılık yaptığım için de, bunu çok rahat söylüyorum. Gelip, İskender Pala soranların, Orhan Pamuk, Elif Şafak’ın son romanını vs… Romanın ismini bilmiyor ama kapağının rengini biliyor. “Aşk” romanı, rengi pembe olduğu için erkekler okumaz diye ikinci bir kapakla çıktı “Pembe kapaklı Elif Şafak romanı” soruyor insanlar. Bu kültürel yozlaşmada yazılı ve görsel medyanın tabii ki etkisi var ama bu ürünü ortaya çıkartan yazar-çizer tayfası da zaten bunun önünü açan işler üretiyorlar, diye düşünüyorum.

K. A. : Dikkatinizi çekeyim. Berna Moran’dan alıntı yaptın, isimler saydın. Sonra sen de birkaç isim saydın. İskender Pala’ya kadar hiçbiri ne AKP’li, ne dinci. Hepsi neredeyse, tırnak içinde de olsa, solcu yazarlar bunlar.

H. Ç. : Buna katılıyorum. Ama bir de AKP’nin ve ümmetçiliğin, yeşil entelijansiyanın kendi yarattığı yeni tip yazarlar var. Murat Menteş bunlardan bir tanesi. Nitekim, şair Ah Muhsin Ünlü müstearıyla yazan, şimdilerde film çeken Onur Ünlü bu ekolden gelen bir adam. Samet Karagöz var… Radikal’de, şurada burada yazdıklarını okuduğunuzda bu adamların ürettikleri romanları okuduğunuzda arka planda yatan bir ümmetçilik (ama bunu mümkün olduğu kadar sosyalizme yakın tutan), hak-hukuk-adalet ve eşitliği savunan, ama bunun sadece din yoluyla ve Allah inancıyla olabileceğini alt metinlerde insanın gözüne sokan, yeni tip bir sürü yazar…

N. A. : Bir şey söyleyebilir miyim? Şimdi, nasıl yansıyor dedik değil mi? Şöyle diyelim mi: Bir vicdan solculuğu olarak yansıyor, bir sınıftan öte. Mesela bu ay, Evrensel’de son iki sayıdır devam eden, “Türk şiiri toplumdan neden uzakta” veya “Toplum neden şiirin dışında” tartışması vardı. Ben de o dosyaya bir yazıyla katkıda bulundum. Orada bir önceki dosyada, şair arkadaşımızın biri şiirde tinerci çocukların geçmesinin o şiirin gerçekçi şiir olarak nitelenmesinde yeterli olduğunu söylüyordu. Ben de yeterli olmadığını, bunun ancak olsa olsa bir eleştirel gerçekçilik olarak nitelenebileceğini, ama toplumcu açıdan ve sosyalist gerçekçilik açısından baktığımızda bunun daha fazla şeyler gerektiğini, bir Marksist her zaman “nasıl” sorusunu soruyorsa, gerçekçilik dediğimizde de “Nasıl bir gerçekçilik?” sorusunu sormamız gerektiğini söylemiştim.

Bu “Nasıl yansıyor?”da bu var, vicdan var bol bol, ezilen çocuklar, tinerci çocuklar, fakirlik, yoksulluk… Buna Murat Uyurkulak'ı, Ece Temelkuran'ı hatta Mehmet Eroğlu’nu da katabilirim. Örneğin Yeşim Dinçer arkadaşımız Ece Temelkuran'ın Muz Sesleri romanı için Bianet'te okuduğum eleştirisinde çok haklı olarak, yanılmıyorsam, “koca sosyalizmi Haşhaşiyun tarikatına çevirdiniz” diyordu. Ama ilginç bir şey var, İhsan Eliaçık var. Hatta bir televizyon programında “TKP’ye ne zaman üye olacaksınız?” diye sordular ona. Twitter’dan ve blogundan izliyorum ben daha çok, orada yazıyor, diyor ki: “35 milyar olmuş cumhurbaşkanlığı maaşı. Ey Gül, sana beş milyar yeter. 35 milyarı al, gerisini infak et, bağışla. Yeter, sen bir devlet adamı olarak o kadar alamazsın” diyor. Ondan sonra başka İslamcılar, onun eleştirdiği İslamcılar ona saldırıyorlar, o da yanıt veriyor. Kritik cümlesi şuydu: “Ben kimse kazanmasın demiyorum ki, herkes kazansın ama bağışlamayı, üleşmeyi de bilsin.”

Biz kavramlarda düğümleniyoruz. Bağışlamak değil paylaşmak, yardımlaşma değil dayanışma dedik. Şimdi, İhsan Eliaçık da “vicdan İslamcılığı” yapıyor. Neden, çünkü tam karşısında bu İslamı deforme ettiğini söyleyen, onun deforme ettiğini söyleyen bir kanal var, kendisinin deforme ettiğini söyleyen başka bir kanal var.

Bizde de mesela kendini “vicdan solcusu” olarak tanıdığım, ama illiyet var bunların arasında, onu anlatmaya çalışıyorum dilim döndüğünce. Mesela Murat Uyurkulak’ın romanına bakalım, Tol’dan son yazdığı romana kadar. Burada bir sınıfsal eleştiri bakışı yok. Burada tamamen İhsan Eliaçık kadar, “Vicdanınızın yarısını infak edin” diyen bir roman var, romancı var. Buna ne kadar sol diyebiliriz? Diyemeyiz bence.

Bir şey daha söylemek istiyorum, bunu söyleyip bitireceğim. Mehmet Eroğlu… Mehmet Eroğlu da aynı şeyi yapıyor. Kusma Kulübü’nden, bugün yazdığı Emine üçlemesine kadar yaptığı şey, İhsan Eliaçık’ın bir nevi soldan yorumu. Peki bu yoksulluk neden, bu sömürü neden? Peki patron neden var, ticarethaneler neden var? sorularına bunların yanıtları yok. “Tabii ki kazanacak” diyorlar, “ama bağışlasın”. Peki bağışlamakla paylaşmak arasında fark yok mu? Bunları hiç konuşmuyoruz. Bunlar önemli ama.

K. A. : Bağışlamazsa ne olacak?

N. A. : Bağışlamazsa ne olacak? Bağışlamıyor adam. “Günaha giriyorsun” diyor İhsan Eliaçık.

K. A. : Öbür dünyaya havale ediyor.

N. A. : Evet. “Günaha giriyorsun” diyor.

K. A. : Yüzde 99 “günaha giriyor” ama bugün de iyi yaşıyor. Gerçek İslam bu değil diyor.

N. A. : Öbürü de “Ver Allahım, ben yerim Allahım” diyor. Diğeri de “Günaha giriyorsun” diyor, bitiyor orada, bunun bir sonucu yok.

Bu vicdan meselesi önemli. Sürekli vicdan vurgulanıyor dikkat ederseniz son zamanlarda. Nasıl birtakım ulusal değerler, ülke çözülürken bayraklar nasıl büyümüşse, direkler nasıl büyümüşse vicdanın ortadan kalktığı dönemlerde de edebiyatımızda, edebiyatçılarımızda bu vicdan kavramı çok kullanılmaya başlıyor.

A. G. A. : Şöyle toparlayabilir miyiz? Başlangıçta bahsettiğimiz “atılım dönemlerinin, ayrılma dönemlerinin hem zorlamacı hem eleştirel yaklaşımları içeren, bir müdahalenin parçası olarak kendini gören roman ve romancılar” ile “Sosyal alanda başlayan çözülmenin üzerine oturan romancılar” gibi iki şey çıkıyor…

K. A. : Evet, ana fikir olarak bu güzel olabilir. Çöküş dönemi ve çöküş romanları.

A. G. A. : Evet, bu minvalde bir toparlama konuşmasıyla bitirelim.

K. A. : Ben mi konuşacağım. Tutuldum. Asaf, bize diyecek laf mı bıraktın, her şeyi sen söyledin. Ne demiştin? Türki Cumhuriyetlere sesleneyim.

Evet, bu toplantının ana teması olarak vurgulamak istediğimiz mesele, fikir, aslında toplantı içinde bayağı netleşti. Bir tanesi, insanlığın yükseliş döneminin sanatı. Bu ister istemez, eleştirse de eleştirmese de, Aydınlanmacı gelenekten kaynaklanıyor.

Başka biri de, şu anda içinde bulunduğumuz, insanlığın çöküş döneminin sanatı ne olabilir? Çöküş döneminde insanları eğlendirmek, mevcut durumu hoş göstermek, çelişkileri az göstermek, bireyin, daha çok da yarı-mutlu bireyin sorunlarına eğilmek… Bunları hepsi zaten yapılıyor. Ayrım da buradan kaynaklanıyor.

80’den sonra, bunun bir milat olması, bu İkinci Cumhuriyet romanı dediğimiz şeylerin 80’lerden sonra ilk nüvelerinin görülmesi de, arkadaşların hepsinin vurguladığı gibi hiç tesadüf değil. Sol eziliyor, toplumsal vicdan eziliyor, toplumsal vicdanın maddi temeli olan işçi sınıfı hareketi, sendika hareketi eziliyor. Ondan sonra bu kadar cılız işçi sınıfı hareketi üzerinden, bu kadar cılız sendikalar ve sendikasızlık üzerinden, solculuk da, İslamcılığın içerisindeki vicdan hareketi de insanların insafına kalıyor. Nihat’ın da söylediği gibi, zenginler olacak ama bağış yaparlarsa iyi olur. Aynı şekilde insanlar da solcu olacak, yoksullardan yana siyasi tavır alacak ama yaparsa yapar, yapmazsa da hiçbir bağlayıcılığı yok. İnsanların vicdanına kalmış bir şey.

Sanat da da bu şekilde: İster insanları aydınlatırsın, ister eğlendirirsin. Bu tamamen senin vicdanına kalmış bir şey. Bu aşamaya gelmişiz.

Ben bunu şöyle adlandırıyorum: Toplumların manik dönemleri oluyor, yani duyularının yükselişe geçtiği, kendine güveninin arttığı, her türlü coşkunun arttığı ve birtakım hızlı dönüşümlerin yaşandığı dönemler. Bir de depresyon dönemleri… Her şeyin kötüye gittiği, ruhsal olarak da kötüye gittiği, maneviyatın bozulduğu, ahlâkın bozulduğu, paylaşım eşitsizliğinin çok fazla katlandığı dönemler. İşte bu dönem böyle bir dönem.

Paylaşımdaki eşitsizliğin bütün dünyada ve Türkiye’de giderek arttığı bir dönem. Bunun sanatı da bu şekilde oluyor. İkinci Cumhuriyet’in sanatı da hakim unsurlarıyla bu şekilde.

Bu toplantıda konuşamadığımız, eksik kalan bir yön, ki zaman zaman bütün arkadaşlar değindi bir ölçüde: Bizim alternatifimiz ne olmalı? Yani Cumhuriyet dönemi içerisinde bize yakın olan, örnek gösterebileceğimiz roman neydi? İkinci Cumhuriyet’te tüm bu olumsuzluklara rağmen ne yapmak gerekir ve bunun örnekleri nelerdir konusu ayrı bir tartışma başlığı olarak muhakkak ele alınması gereken bir konu.

Çünkü biz entelektüel izlemciler değiliz: “Birinci Cumhuriyet böyle oldu, İkinci Cumhuriyet şuraya doğru gelişti”... Bizim aynı zamanda müdahale etme sorumluluğumuz olmalı.

Hem aydın olarak hem de insan olarak, durumu saptamakla yetinmemeliyiz. Sanat alanında da buna nasıl müdahale edebiliriz, bugüne kadarki müdahale örnekleri ne kadar başarılıydı, ne kadar başarısızdı? Bunları irdelememiz lazım. O da başka bir tartışmanın konusu olur.

A. G. A. : Nihat, belki şunu da açarak toparlamakta fayda var. Çok sık kullandığımız bir cümle, onu biraz açmak gereğini duyuyorum: İkinci Cumhuriyet dönemi, ya da çözülüş dönemi romancıları aslında bireysel olanı öne aldı dediğimiz zaman, sanki birey sorunları bizi çok fazla ilgilendirmiyormuş gibi bir hava çıkıyor. Diyelim Yusuf Atılgan’ın 50’lerdeki Aylak Adam’ına kadar baktığınız zaman, bir aydın bireyin sorunundan tutun da bir çöpçü bireyin sorununa kadar şeyler yansıtılabilir. Fakat bireyin sorunlarını işlemekteki yetersizlik, onun sorunlarına karşılık vermekteki yetersizlik nerede ortaya çıkıyor? Bunu da işin içerisine katarak bir toparlama yaparsan…

N. A. : Bence Birinci Cumhuriyet veya İkinci Cumhuriyet dönemi, ne olursa olsun… Edebiyatın ya da sanatın bir derdi olmalı en başta. Birinci Cumhuriyet’i ayıran ve bugün İkinci Cumhuriyet’te yok dediğimiz, olmadı dediğimiz şey o: Bir sorunu var, bir derdi var. Bu Aydınlanmacılık, ilericilik, muasır medeniyeti insanlara anlatma, onlara ulaştırma, siyasi erkin başarılı olup olmaması bir yana, Kurtuluş Savaşı’nı vermiş bir Anadolu’nun sefaletini bütün gerçekliğiyle ortaya koyma gibi bir kaygı. Bu önemli bir kaygı. Bu romanların içerisinde birey yok mu? Var. En güzel aşklar, mesela Çalıkuşu’nun Kamuran’a olan aşkını ne güzel anlatır Reşat Nuri. Yeşil Gece’de bir aşk yine vardır. Mesela Yaban, başlı başına bir bireyin, halka karşı güvenini kaybetmiş ama ona güvenmekten başka da elinden bir şey gelmeyen bir gazinin, âşık olduğu kızı da bir kenara bırakarak hayal kırıklıklarını yaşaması… O da birey sorunlarını çok güzel yansıtır. Örneğin Yakup Kadri, Kiralık Konak’ında, Çanakkale’de savaşan nişanlısını değil, Mütareke Dönemi’nin İstanbulu’nda iş çevrelerinin, masalarına oyuncak olmuş bir kızın dramını anlatır. Bu toplu bakışın içerisinde bile o bireysel yaşantıları görürüz, çok somut. Çünkü o panoramanın dışında bireyler değildir onlar, soyutlanmış değildir.

Bugün İkinci Cumhuriyet’in romanı olarak adlandırdığımız romana baktığımızda bu gerçekliği göremeyiz bireylerde. Bireylerin derdini anlatıyoruz gibi gözükürler, ama onu bir türlü somut bir yere oturtamayız. Çünkü o, onun kafasında yarattığı bir birey.

A. G. A. : … bir psikolojik sendrom gibi duruyor.

N. A. : Yani Lukacs’ın “tip” dediği şeyi göremiyoruz. Bu çok önemli bir ayrım. Ama buna ihtiyaç duyuluyor mu? Daha doğrusu şöyle söyleyelim, kim ihtiyaç duyacak? Benim ihtiyacım o da, onu vermiyorsa bana, bu romanlar niye yazılıyor? İşte, piyasanın talepleri, uluslararası ilişkiler, uluslararası ağ…

Diyor ki, Rıfat Bali Orhan Pamuk’un Nobel’ini anlatırken: “Niye şaşırıyorsunuz, Yaşar Kemal niye almadı da, Orhan Pamuk aldı diye neden şaşırıyorsunuz?” Diyor ki, “Yaşar Kemal neden Nobel alamadı sorusuna verilecek birçok cevaptan biri, muhtemelen bu iki suale verilecek cevaplarda gizlidir. Türkiye sınırları içinde yaşayan yazarlar şayet hallerinden memnun iseler denebilecek bir şey yok. Şayet memnun değil ve sınırların ötesine açılmak istiyorlarsa o zaman siyasal görüşleri ne olursa olsun küreselleşme ve serbest piyasa koşulları denen gerçekleri göz ardı etmemeliler.”

Gerçekliği yazan, gerçeklikten çıkan bireyleri yazan romancıyla, bugünün küresel piyasaları ve onların ihtiyacını gözeten romancılarına geldik. Bir şey daha ekleyip bitireyim. Bir İngiliz eleştirmen, Orhan Pamuk için, “Necip Mahfuz öldükten sonra” diyor, “Doğuyu Batıya aktarabilecek bir aktarmacı lazımdı. Bu Mısırlı AbdelRahman Münif olamazdı, çünkü Münif onların ummadığı kadar laik ve Mısır’ın Aydınlanmacı damarını savunan bir aydındı. Bu boşluğu Orhan Pamuk’la doldurdular.”

H. Ç. : Kaan ve Nihat söyleyecek çok fazla bir şey bırakmadılar ama en başından beri değinmediğimiz başka bir şey daha var aslında. İkinci Cumhuriyet’in, sanat alanlarında üretim veren insanları ortaklaştıran bir unsur daha var: İntihal. Buna hiç değinmedik.

Birinci Cumhuriyet yazarlarında yok muydu, öykünmeler tabii ki vardı. Cahit Sıtkı’nın, Cemal Süreya’nın, dönemin diğer şairlerinin, yazarlarının Fransız yazar ve şairlere özellikle Baudelaire’e özenmeleri, eserlerinde onlardan izler taşınması bir yere kadar normal karşılanabilir…

Ama AKP’yle beraber yükselişe geçen İkinci Cumhuriyet yazarlarında ve şairlerinde bunu bizim gözümüze soka soka ve pervasızca yapmaları gibi ortak bir yön var. Milli Eğitim Bakanı’nın akademik hırsızlıktan ceza aldığı bir ülkede AKP’nin kendi eliyle besleyip palazlandırdığı yazarlarına ve çizerlerine de bu müsamahayı göstermesi, nitekim bunun önünü açan edebiyat eleştirmenlerinin, alimlerinin intihali, emek hırsızlığını meşrulaştırması, İkinci Cumhuriyet yazarlarının ortak noktalarından bir tanesi.

Tabii ki hepsi için söyleyemem bunu, bu haksızlık olur. Ama yine Leyla Erbil’in Zihin Kuşları’ndan bir alıntı yapayım. Orada Orhan Pamuk’un Beyaz Kale romanındaki intihal tartışmalarında Hilmi Yavuz, Orhan Pamuk’un tarafını tutmuştur… Ama günü gelince Hilmi Yavuz şunu fark etmiştir (aktaran Leyla Erbil) bir röportajında söylediği bir bölüm, birkaç yıl sonra Orhan Pamuk’un bir romanında olduğu gibi kullanılmıştır. Hilmi Yavuz, Leyla Erbil’e şunu söyler: “İntihal tartışmaları yaparken Orhan Pamuk konusunda artık o kadar emin değilim galiba.”

Orhan Pamuk’un Kar romanı ile Dostoyevski benzerliğini Elif Şafak’ın İskender’i ile Zadie Smith’in İnci Gibi Dişler romanını Ahmet Altan Kılıç Yarası Gibi romanı ile 1999’da Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı ve bu romanla ilgili de intihal tartışmaları çıktı. Benzerlikler vardı gerçekten de. Bir eğilim aslında…

Birinci Cumhuriyet’in ilk 5 yıllık kalkınma planında Anadolu hamlesi vardı. O dönemde üreten yazarlar ve şairler de Anadolu’yu ve köycülüğü romanlarında ve eserlerinde ön planda tuttular. İkinci Cumhuriyet’te ve AKP politikalarında ise ne gündemde Anadolu var, ne tarım var, ne başka bir şey… Gündemde sadece özelleştirme, tema’sı insan olmayan bir sanat ve politika anlayışı var. Vatandaşına “Ananı da al git” diyen bir başbakan, Van’daki depremzedeleri, protesto ettiler diye polis şiddetine maruz bırakan bir İçişleri Bakanı, depremde gelen yardımları geri çeviren ve bunu “Biz potansiyelimizi görmek istedik” diye cevaplandıran pervasız bir devlet bakanı…

AKP kendi iktidarında insanı politikasından dışlarken, AKP’nin palazlandırdığı, sultan sofrasına oturttuğu edebiyatçıların eserlerinde “insan”ı bulmamız çok zor. Bulamayız da, bu aşırı iyimserlik olur.

Bu dönemin edebiyatçılarında çokça şunu görüyoruz, bundan sonra da maalesef göreceğiz, durum onu gösteriyor: Murat Menteş’in Dublörün Dilemması tamamen Tarantino filmlerindeki sahnelerden aparılmış şiddeti birinci unsur olarak gösteren, hayali bir sürü karakterle ve kelimelerle cambazlık yapan, post-modern bir roman… Okuduktan sonra akıllarda hiçbir şey bırakmayan bu yazarların kitaplarını okuduğunuzda iyi vakit geçirebiliyorsunuz kimi şezlongda, kimi otobüs yolculuğunda, kimi uçak yolculuğunda okunuyor, ama okuduktan sonra aklınızda bir şey kalmıyor. (Cem Yılmaz stand up’ı gibi, gösteri boyunca gülüyorsunuz ama çıktıktan sonra aklınızda hiçbir şey kalmıyor) İkinci Cumhuriyet’in ortak noktalarından bir tanesi bu.

Alper Canıgüz’ün Oğullar ve Rencide Ruhlar romanı yine böyle bir roman. Bununla ilgili bir eleştiri yazısı kaleme aldığımda, daha sonra şöyle bir eleştiriyle karşılaştım. Alper Canıgüz, yaptığım eleştiriyi “5 yaşında roman kahramanı mı olur?” diye anlamış ve kişiselleştirmiş. O romanda beş yaşında bir kahraman var ve kahramanın ismi Alper Kamu. Ben de dedim ki, Albert Camus mezarında ters dönüyor… Beş yaşında bir kahraman düşünün, annesinin cinsel hayatı hakkında yorumlar yapıyor üçüncü-dördüncü sınıf bir polisiye mevcut romanda, katili bulmaya çalışıyor Dostoyevski’den Kafka’dan alıntılar yapıyor. Şimdi böyle bir roman karakterini, kahramanını hangi gerçekliğe oturtacağız ki. Yok ki böyle bir gerçeklik.

K. A. : Reenkarne olabilir.

H. Ç. : Evet. Kahramanın yaşı önemli değildir. Sen bir yazar olarak, anne karnındaki cenini de roman kahramanı yaparsın ve enfes bir şey çıkar. Şimdi önümüzde Kibritçi Kız var değil mi, çocuk kahraman olarak. Pal Sokağı Çocukları var, yakın zamanda Yordam yayınlarından çıkan Salka Valka var. Bir sürü çocuk romanı var. Peter Pan var. Uçuyordu ama Kafka’dan, Dostoyevski’den alıntı yapmıyordu. Peter Pan’ın yazarının suçu ne?

Yönelim şu şekilde: Bir yazar olarak benim belli bir birikimim var okuyorum, ediyorum Cahit Zarifoğlu’nu örnek alıyorum, İsmet Özel’i, Ebru Zer’i örnek alıyorum ümmetçilik üzerinden… Bunları biriktiriyorum ve bir şey yazıp bütün bu birikimi ortaya dökmek istiyorum. Amiyane tabirle kusmuk, içinden her şey çıkabilir. Ümmetçilik çıkar, post-modernizm çıkar, başka bir şey çıkar. Ama insan çıkmaz, öyle bir birikim yok.

Son on yılda, Türkiye’de, Türkçe yazılmış hangi roman aklınızda kalıp “Vay anasını, bu 50 yıl sonra da okunur” diyebiliyorsunuz? Şükran Yiğit’in Çatıkatı Aşıkları’nı sayabilirim Haydar Karataş’ın Perperık-a Söe/Gece Kelebeği isimli romanını sayabilirim Murat Uyurkulak’ın Tol’unu sayabilirim (Nihat’ın Tol üzerindeki eleştirileri kendi düşüncesi ama, Tol’u beğenmiştim), Üç, beş işte, en fazla on… Her ay binlerce kitap basılan Türkiye’de biz sadece on tane, on beş tane roman etrafında mı döneceğiz bundan yirmi yıl sonra da? İkinci Cumhuriyet ve İkinci Cumhuriyet yazarlarının yaptığı budur.

Programdan önce Nihat’la laflıyorduk… Birinci Cumhuriyet’e ilişkin Feridun Andaç’ın dönemlere göre sınıflandırması var tartışmalı bir sınıflandırma, çünkü ortada sınıf yok, yani sınıfsal bir karakter yok: 1920-30 dönemini, “Romanda geçiş dönemi” olarak tanımlıyor Feridun Andaç. ‘40-‘50 arasını, “Aydınlanma” ‘50-‘60 arasını, “Yenileşme” diye… Böyle gidiyor 1980’e kadar… “Yenilikçi” yönelimi de 1980 ve sonrası olarak adlandırıyor. Bu tartışmalı bir taraf.

Şimdi biz 2000 yılından itibaren 2000-2010 arasını veya 2010-2020 arasını ne olarak adlandıracağız? Aydınlanmacı diyemeyiz, yenilikçi diyemeyiz, Batı diyorsak Batı’da yapılmış çok daha iyi örnekler var. Kafka gibi bir adam varken, Türkiye’de kafkaesk roman ne kadar özgün olabilir ki? Oğuz Atay varken, Yusuf Atılgan varken… Bu öykünmelerin özgün tarafı yok, buradan bir damar çıkmaz, çıkmasını da beklememeli Türkiyeli okur.

Bence 2000-2010 arasına, bu kadar gözümüze soktukları için, bu kadar meşrulaştırdıkları için “intihal dönemi” diyebiliriz: Türk romanında intihal dönemi.

K. A. : İntihal resmileşiyor.

H. Ç. : Evet. Resmileşti çünkü bunu resmileştiren ve beş yıl akademik ceza alan bir Milli Eğitim Bakanı var bu ülkede.

A. G. A. : Ben de bu noktadan gireyim, intihal meselesinden. Geçenlerde yazmıştım, intihalin en enteresan örneklerinden biri, tabii ben sosyolojiye taşıyacağım yine bu işi. İnci Aral’ın 84 yılında yayımlanmış bir öyküsünü alıp aynen koyup yeni bir roman olarak sunduğu örnek. Kendinden intihal gibi bir şey… Ama bunun gösterdiği başka bir şey var. Bir yazarlık manevrası ya da bir pazarlama tekniğinin ötesinde bir şey var.

O 1984 toplumuyla, 2011 toplumu arasında yazarın gördüğü farkı ortaya koyuyor. Biz 1984 yılında onu okuduğumuz zaman henüz yaralarımız çok tazeydi ve orada bir sol hareket eleştirisi de vardı. İşte tam da “birey” tartışmalarının başladığı dönemdi o. Buna rağmen oradaki insanların acısını hissetmiştik yüreğimizde. Şimdi onu yeniden üretirken İnci Aral, ona tırnak içinde “çarpık”, bana göre çarpık bir şey yoktur ama, bir ilişki ekleyerek bugünün insanlarına sunabileceğini ve asıl trajedinin de orada olduğunu, -kendisine 84’te emanet edilmiş küçük kızla yıllar sonra aşk yaşayacak bir adamla karşılaşacak, noktasında bulduğunu- görürüz.

Aslında aynı öykü, biri dediğim eklemelerle genişletilmiş ve yeniden kurgulanmış haliyle aslında toplumsal panoramalar arasındaki bir farkı gösteriyor. 84’ün insanına seslenen İnci Aral, ne kadar eleştirel doz içerirse içersin onların öykülerini anlatmak ihtiyacı duyuyordu. Bugün o öyküleri insanlara ancak bir de sürpriz aşk öyküsünün içerisine yedirirse tutabileceğini görüyor ve onun pazarlamasını yapıyor.

Genel olarak toparlayacak olursak şimdiye kadar konuştuklarımızı, şöyle bir sonuç belki çıkabilir diye düşünüyorum ben: Türbanlı hanım kız galiba haklı. Yani Cumhuriyetçi bir roman olmaz, onun anladığı anlamda, olmasına da imkân yok. Çünkü o Cumhuriyet’in romancısı dediği zaman, Atatürkçü, Cumhuriyet kuruluş felsefesini anlatan bir roman kastediyor.

Böyle bir şey mümkün değil. İki nedenden dolayı… Biz hep Cumhuriyet’e bir kuruluş olarak bakıyoruz, aynı zamanda bir yıkış Cumhuriyet. Devlet yıkıyor, sistemi yıkıyor ve yeni bir şey kuruyor. Bir, onun yarattığı bir sürü araz var. Bir şeyi yıkıp yenisini kurduğunuz zaman, biz buna sosyal devrim diyoruz, onun bir hamleler zinciri geliştirmesi lazım. Yeni bir sistem kuruyor, eskinin üzerinde var olmuş bir ilişkiyi devam ettirmiyor. Yıkıyor ve harfine kadar, kullandığı dile kadar yeniden bir şey kurmaya çalışıyor. Dolayısıyla o dönemin dinamizmi içerisindeki kadroların, kuşakların, isterlerse geçmişten bugüne miras kalmış olsunlar, o ruhla, var olan bir şeyi olmuş, mükemmel kabul ederek savunmaları zaten beklenemez.

Dolayısıyla bir Cumhuriyetçi, Atatürkçü duruştu falan, edebiyatta tabii ki var ama örnekleri, tek tük çıkar ama, onları bir edebiyat kategorisi açısından baktığımızda çok fazla saymıyoruz. Ya da şunları da saymıyoruz: Bizim daha sosyalist görüp, sosyalist gerçekçi olarak adlandırdığımız Sabahattin Ali’ler, Aziz Nesin’ler, Orhan Kemal’ler, Nâzım Hikmet’ler, Fakir Baykurt’lar, Köy Enstitüleri’nden çıkan bir sürü insan var. Ama onları da saymıyoruz, çünkü bütün gelenlere baktığımız zaman bir dinamizmi yansıtan, haliyle var olanla yetinmeyen, oraya müdahale etmeye, daha iyi olmasına ya da geriye götürmeye çalışan, ama bir biçimde bir derdi olan romancılık var.

Ama bugün, var olanı aklayıp paklamaya yönelik, dolayısıyla daha öne çıkan, çünkü var olan sistemin onları parlattığı, bizim o dönem, Cumhuriyet’e en küçük eleştiri getiren insanların o baskıcı dönemde ezildiğini de biliyoruz, sesleri kısılmış. Halbuki bugün var olan rejimle sistematik bir derdi olmayan veya dediğiniz gibi bu vicdan dinleme bahsinde birtakım muhalefete düşen insanların aynı zamanda parlatıldığını da görüyoruz.

Dolayısıyla İkinci Cumhuriyet’te edebiyat dediğimiz zaman, öne çıkan insanları, sadece üç beş isimden ibaret olduğu için değil, kimlerin parlatıldığını bize gösterdikleri için onlar bir örnek temsil ediyor.

Tabii Birinci Cumhuriyet için söylediğimiz şey, bugün İkinci Cumhuriyet dediğimiz koşullarda yaşayan ve üçüncü Cumhuriyet’in romanını yazmaya yönelecek herkes için de geçerli birtakım handikaplar içeriyor. Orada da dört başı mamur, tek merkezli bir şey çıkmayacağını görüyoruz. Üçüncü Cumhuriyet’in romanı nasıl olmalı üzerinde de bir başka oturumda dururuz.

N. A. : Belki Cumhuriyet’in romanı bugün yazılır.

Görüntüler:

Asaf Güven Aksel: http://www.youtube.com/watch?v=gWnmaXHQaVE

Kaan Arslanoğlu: http://www.youtube.com/watch?v=C0yUmPVUSLg

Asaf Güven Aksel: http://youtu.be/7CrWlrel9vc

Nihat Ateş: http://www.youtube.com/watch?v=q5TsnmfVW5g

Nihat Ateş: http://youtu.be/cii9HjseSQI

Kaan Arslanoğlu: http://youtu.be/kXw4HUu4-VU

Asaf Güven Aksel: http://youtu.be/UyIjge2k3yQ

Nihat Ateş: http://youtu.be/045OooEbnJI

Hüseyin Çukur: http://www.youtube.com/watch?v=c_f14PPlrDw

Hüseyin Çukur: http://youtu.be/Rz8VOoHdrCY