Nâzım Hikmet'in doğum günü neden kutlanır?

Nâzım Hikmet Kültür Merkezi bu soruya basit bir yanıt veriyor: Nâzım Hikmet’in ya da Aziz Nesin’in bizim yapacağımız bir anmaya, hatırlatılmaya ihtiyaçları var mı? Onların sahip çıkılmaya ihtiyaçları yok, bizim onların kavgasına sahip çıkmaya ihtiyacımız var.

Nâzım Hikmet Kültür Merkezi, adını taşıdığı şairin 114’üncü doğum gününü, “Nâzım Hikmet Olunmalı!” başlığı altında, 14 Ocak’ta Ses Tiyatrosu’nda Nâzım Oyuncuları’nın “Memleketimden İnsan Manzaraları” okuma tiyatrosunu sahnelemesiyle başlayan ve değişik illerde Ocak ayına yayılan bir dizi etkinlikle karşıladı. Komünist Parti Kültür Sanat Bürosu üyeleriyle, “olunmalı!” vurgusuyla aydınları örgütlenmeye çağıran etkinliklerin kapsamı ve ülkemizin bugünkü görünümü üzerine görüştük.

Nâzım Hikmet Kültür Merkezi, yıllardır sürdürdüğü etkinliklerin bir parçası olarak, Türkiye’nin ilerici birikimini temsil eden aydınların, sanatçıların isimlerini, doğum ve ölüm yıldönümleri gibi vesilelerle gündeme getirdi, anma ve anımsama etkinlikleri düzenledi.  Ancak, 20 Aralık’ta Aziz Nesin’in 100’üncü doğum günüyle başlayan, şimdi Nâzım Hikmet’in 114’üncü yaşı için planlanan bir “... olunmalı” kampanyası yürütüyorsunuz bu kez. Yani, alışıldık anmaların ötesinde bir çağrı yapıyorsunuz.  Bunu biraz açar mısınız?

Tunç Tatoğlu: Bazen bir soruya yanıt vermek için, onu aşan bir soruya ihtiyacımız olur. O soruyu gereksizleştiren, başka bir düzeyde yeniden üreten bir soruya. Öyle yapayım ben de, Nâzım Hikmet’in ya da Aziz Nesin’in bizim yapacağımız bir anmaya, hatırlatılmaya ihtiyaçları var mı? Tabii ki hayır. Aksine bizim Nâzım Hikmet, Aziz Nesin, Ruhi Su, Sevgi Soysal, Sümeyra olacak sanatçılara, kültür insanlarına, yazarlara, müzisyenlere ihtiyacımız var.

Nâzım Hikmet’in, Aziz Nesin’in sahip çıkılmaya ihtiyaçları yok, bizim onların kavgasına sahip çıkmaya ihtiyacımız var. Kim olduğumuzu, nasıl yaşamayı seçtiğimizi hatırlamaya ihtiyacımız var. Umarım “... olunmalı” çağrımızın sıradan bir anmadan çok daha fazla anlam taşıyan bir vurgu olduğunu anlatabilmişimdir.

Sunay Gedik: Bizim bugün anlatmaya çalıştığımız şey aslında çok sade. “Aydın kimdir” sorusunun yanıtı net, tartışılamaz. Bu yıl 114’üncü yaşını kutladığımız Nâzım Hikmet’i önce yok etmeye, değersizleştirmeye, sonra da başkalaştırmaya çalıştılar. Nâzım’ın sanatçı kişiliğiyle siyasal kimliğini birbirinden ayırmak için birçok müdahale yapıldı. Başaramadılar.

Nâzım’ın dinamizmi, çalışkanlığı, şiirlerindeki coşkusu, geleceğe ve halkına olan inancını kaybetmemesi siyasi kimliğiyle ilgilidir. Nâzım, komünistliğini öne çıkaran bir şairdi. Kendini anlatması istenildiğinde, buna örgütlü kimliğinden başlardı.

Asaf Güven Aksel: Aslında “anma” kavramında, “süreç”le ilgili bir yan da var. Anılacak nitelikte olan isim ve olayların bugün de yaşatılıyor olması, miraslarının sahiplenildiğinin görülmesi gerekiyor. Eğer bu gerçekleşmemişse, “anma”lar bir tarihsel kökene saygı duruşu olmaktan çıkıyor, içeriksiz bir “hey gidi”ciliğe, bir avunmaya dönüşüyor ve günümüze müdahale niteliği taşımıyor. Eğer gerçek anlamıyla bir “anma” olacaksa, bu örneklerin günümüz temsilcileriyle yaşatılıyor olması gerekiyor. İşte, bugün ihtiyacımız buna.

Tunç Tatoğlu: Uzunca bir süredir doğum günlerinde hatırlıyoruz/hatırlatıyoruz, saflarında olmaktan gurur duyduğumuz sanatçılarımızı. İlk olarak 15 yıl önce Nâzım Hikmet’in oyunlarının okuma tiyatrosu formatında sergilenmesiyle başlatmıştık bu geleneği. Şimdilerde yaygınlaştığını görüyoruz, ne güzel. Ölümün güzellenmesine alıştırılan toplumumuza, kaybettiklerine ağlamaktan çok, onlara yeni şeyler katmış, umudun sözü olmuş, onları değiştirmiş insanları tanıdıkları için başka bir hayatı kazandıklarını hatırlatmak istiyoruz.

Türkiye bugünkü dinci gerici saldırı karşısında, kültürel bir yıkımı da görülmemiş boyutlarda yaşıyor. Böyle bir ortamda, bunları göğüsleyecek ve yaşananların sistemle bağını kurarak bir başka alternatifin savunusunda başı çekecek Aziz Nesin, Nâzım Hikmet gibi “angaje aydın” eksikliği çekiliyor. Bu açık nasıl giderilecek?

Tunç Tatoğlu: Aslında “angaje aydın” var bolca. “Kendine angaje.” Öyle ya, ne güzeldir, sırtında yumurta küfesi taşımadan denize taş atıp, dalgaları dinlemek... Ne kolaydır, hesapsızca yazıp çizip, içimden böyle geldi diyebilmek...

Şaka bir yana, artık kendi alanında klasikleşmeyi hak etmiş, ilk sözcükten itibaren gerisini tahmin edebileceğiniz bir “gerekçelendirme” paragrafına hazır olmalısınız, bu konu gündeme geldiğinde. Örgütlü olmanın eleştiri hakkını engellediğini, eğer konu partili olmaksa, partinin politikalarını kayıtsız şartsız kabul etmenin ilkelerine uymadığını, sanatsal üretimin kişisel bir eylem olduğunu, siparişle üretim yapılamayacağını filan dinleyebilirsiniz hep olduğu gibi. Sanatsal yaratım bağlamıyla sınırlı bir çerçevede baktığınızda haklı görünen bu tanımlamaların sınırı, “peki dünyayı nasıl değiştireceğiz” sorusuna gelip dayanana kadardır. Değiştirmek derdiniz yoksa zaten o zaman Aziz Nesin, Nâzım Hikmet olmaya da ihtiyacınız yoktur.

Bizden söylemesi, hayata böyle bakanlar, Nâzım Hikmet’in örgütlü olmanın bedelini özgürlüğüyle öderken ne düşündüğünü, kendini çocuklara, bu topraklara borçlu hissetmeden bir gün geçirmeyen Aziz Nesin’in çalışkanlığını anlamaya da çalışmasınlar.

Sunay Gedik: Türkiye’de popülerleşen, zaman zaman kendisine aydın yakıştırması da yapılabilen bir tipoloji var solda: vicdanlı olmayı arabesk bir şekilde ifade eden, küfür etmeyi marifet sayan, ara sıra ben oynamıyorum mızmızlığı yapabilen, 140 karaktere sığabilen -kamyon arkası yazısından hallice- analizler yapan işin kötüsü bu sayede popülerlik de kazanan bir tipoloji bu. Böyle aydın falan olunmaz.

Çürümeye başlayan bir ülkede insanlar derinliğin değil sloganımsı cümlelerin peşinde koşmaya mahkûm edilir. Buna tabii ki teslim olmayacağız. Okuyan, yazan insanlar sorumluluk taşır, üstelik bu sorumluluklar onlara bir yerlerden tebliğ edilmez. Bu, iyi insan olmanın doğal gerekliliğidir. Giderek gericileşen, piyasacı bir ülkede yeni kuşak aydınların yetişmesinin zorlukları var. Fakat aynı nedenlerle bu bir zorunluluk. Ve önemli bir sorumluluk, çürüyüp giden bir ülkenin parçası olmak istemiyorsak.

Ülkesine, halkına karşı sorumluluk duyan iyi insanların örgütlenmekten uzak durmaması lazım. “Aydın olma”yı kariyer planları içine sıkıştıranlar, bütün bir ömrünü böyle planlamaya çalışanlar, elbette hayatta, sanatta, akademide belli roller üstlendikleri konumlara gelebilirler. Ama bu roller, niyetlerden bağımsız olarak sistem adına oynanır bu düzende, işçi sınıfının, emekçi halkın faydasına değil. Bugünün en önemli görevi aydın adaylarının örgütlenmesi, partisiyle buluşturulmasıdır.

Yaralanmış halkını iyileştirebilen, onun yaralarına dokunabilen, başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösterebilen, o başka dünyanın sosyalizm olduğunu dillendirebilen kişidir bizce aydın. Aziz Nesin ve Nâzım Hikmet tam da bu gerçeği temsil ettikleri için bize yol göstermeye devam ediyor.

AKP’nin ilk “yeni anayasa” gündemini açtığı sıra dönemin TKP’si “Türkiye bu anayasaya sığmaz” sloganıyla çalışma yürütmüştü. O günden bu yana Türkiye’nin ilerici birikimi büyük bir aşınma yaşadı. Hâlâ Türkiye ilericiliği, aydın birikimi dinci bir rejime sığmaz diyebiliyor muyuz?

Asaf Güven Aksel: Bugün bunu çok daha güvenle söyleyebiliyoruz. Bugün ne kadar iğdiş edilmiş olursa olsun, biz bundan ne kadar yakınırsak yakınalım, madalyonun diğer yüzü, Türkiye’nin aydınlık, ilerici birikiminin sıfırlanamayacak kadar köklü olduğudur. “Bu terazi bu sıkleti çekmez” sözünü bir tekerleme olarak kullanmıyoruz. Bu yasadır. Piyasa ve dincileşme, sınırlarını genişlettikçe bugünün teslimiyet görüntüsünün sürgit devamı mümkün değildir. O birikim, direnecektir. Sınıf eksenli bir fay hattının kırılması, aydınlar, sanatçılar, hatta eğlence sektörünün figürleri açısından bile somut bir yaşam sorunu haline geliyor gittikçe.

Kuşkusuz, aydın sorumluluğuyla davranmak, kalıcı sanat üretmenin halkla bağ kurmadıkça mümkün olamayacağını kavramak, ilk bakışta bir etik, bir bilinç ve irade kullanma anlamı taşır. Biz buna uygun davranmaya çağrımızı aralıksız sürdüreceğiz, örgütlenmeye, sınıf partisine vurgu yapacağız. Ama bunun da ötesinde bir nesnelliğe dikkat çekiyoruz aynı zamanda.

Taze bir örnek olsun, Beyazıt Öztürk’ün, televizyon ekranlarında özür dilerken yüzüne baktınız mı? O korkuyu, paniği, şaşkınlığı, ne yapacağını bilemezliği gördünüz mü? Eğlence sektörünün yıllardır en popüler yüzü olarak kalmış, etliye sütlüye bulaşmadan mesleğini icra etmiş, en küçük bir misyona meyletmemiş bu “polis çocuğu”, bir dakikalık bir telefon bağlantısıyla darmadağın oldu değil mi? Sebep? Çocukların öldüğü söylendi telefonda. Hepsi bu.

Sistem, “uzak durma”yı bile yetersiz kılan bir kuşatma altında boğuyor artık. Bu en pespaye örneği alın ve nitelik artırımıyla bütün bir kültür sanat üretimi alanına yayın. Bugün bu cendereden çıkış, soluk alabilmek için, sanatını ya da çalışmalarını “icra edebilmek” gibi en temel noktada bile dursalar, bir sistemin çarkını kırmakla mümkün. Bu çarkı, ancak bir sınıf hareketi kırabilir. Ancak sermaye ve gericilik sisteminin kökten reddi kırabilir. Bu anlamda, aydın ve sanatçı kesimin yaşamsal çıkarlarıyla emekçi sınıfın iktidar mücadelesinin yolu kesişmiştir ve kaderleri buluşmuştur. Bunun bilince çıkması, apaçık görülür olması, “idare edilir” günlerden çok daha mümkün ve kaçınılmazdır bugün.

O yüzden iyimseriz. AKP anayasasını da, bu kültürel yıkımı da sineye çekemez Türkiye. Ayağa kalkacak ve değiştirecektir.