Metin Arditi ya da Türkiye’ye yeniden merhaba!

İsviçreli Fransız yazar Metin Arditi'nin Türkçe'de yayınlanan ilk romanı "Turquetto" Can yayınlarından bu ay çıktı. soL yazarı Uğur Hüküm'ün Arditi ile 6 yıl önce yaptığı söyleşiye yer veriyoruz.

İsviçreli Fransızca yazar, denemeci, atom mühendisi, işadamı ve mesen (sanat/kültür hamisi) Türkiye Yahudisi kökenli Metin Arditi'nin 7. romanı olan "Le Turquetto" bu ay Can yayınlarından çıktı. Yazarın Türkçe'de yayınlanan ilk romanı olan "Turquetto" ile 8. romanı “Prince d’Orchestre/Orkestra Prensi” ise yine bu ay yazarın bütün romanlarını yayınlayan Actes Sud yayınevinden çıktı.

soL yazarı Uğur Hüküm'ün yazar Arditi ile ile 6 yıl önce 22 Ağustos 2006’da Radio France International Türkçe yayınlarının konuğu olarak yaptığı söyleşiye yer veriyoruz...

- 1945 Ankara doğumlusunuz. Size Ankaralı diyebilir miyiz?

Hayır. İstanbulluyum. Ailemle birlikte üç aylıkken Ankara’dan ayrıldım, ve ömrümün ilk yedi yılını İstanbul’da geçirdim. Çocukluğumun ilk hatıralarının tümü İstanbul’a ait. İstanbul her döndüğümde kendimi tamamen ait hissettiğim bir kent, kısacası çocukluğumun kenti.

- “L’imprévisible/Öngörülemeyen” yanılmıyorsam sekizinci kitabınız ve Actes Sud yayınları tarafından basılan dördüncü romanınız. Bu konuya dönmeden önce dilerseniz sizi biraz tanıyalım, eğitiminiz, Cenevre’ye uzanan yaşam öykünüzü dinleyelim.

Yedi yaşımı doldurmamıştım henüz, anne ve babam benim biraz fazla “yaramaz” olduğumu düşünüyorlardı. Bu kelime sık sık gündeme geliyordu. “Metin çok yaramazdı” (Türkçe söylüyor):. Bu nedenle beni İsviçre’de Lozan yakınlarında Ecole Nouvelle de Paudée adlı bir yatılı okula gönderdiler ve bu okulda on bir yıl kaldım. Bu süre içinde bir tek kez Türkiye’ye döndüm. Onda da sekiz günlüğüne Büyükada’ya gittim. Bir sonraki gidişim ise çok sonraları oldu. Yani, ilk orta ve liseyi tek bir okulda tamamladım.

- Bu süre içinde hep aileniz mi sizi görmeye geldi?

Evet, hep onlar beni görmeye İsviçre’ye geliyordu. İki aylık yaz tatilinin bir ayını genelde annemle, diğerini ise yatılı okulda geçiriyordum. Aynı şekilde, Noel ve Paskalya tatilleri süresince de hep okulda kalıyordum. Anlayacağınız, tabiri caizse “aşırı yatılıydım”.

- Aranızda hangi dili konuşuyordunuz?

Annemle hep Türkçe, babamla ise Fransızca konuşuyorduk. Annem bana ayrıca İspanyolca, daha doğrusu Ladinoca sevgi sözcükleri de söylerdi, Ankara’lı bir Yahudi aileden geliyordu. Ama yedi yaşından itibaren hep Fransızca konuştuk, çünkü artık İsviçre’de oturuyordum. Biliyor musunuz, bir ülkeyi anne ve babasıyla terk etmek başka, yalnız başına uluslararası bir okulda görmek için terk etmek bambaşka. Bu söyleşiyi Türkçe yerine neden Fransızca yaptığımızı da böylece açıklamış oldum! (Gülüşmeler) Daha sonra önce Politeknik’te fizik eğitimi gördüm, ardından atom mühendisliği doktorası yaptı. Sonra da Amerika’da Stanford Üniversitesinde İşletme Okulunda okudum. Avrupa’ya döndükten sonra iki yıl büyük bir danışmanlık şirketi, Mac Kinsey’de çalıştım. Ancak danışmanlık işini sevmedimi. İnsanların sadece çok para verip lâfla hizmet almalarını gereksiz buldum diyemem ama bu iş bana hiç uygun değildi. Bir süre sonra kendi ticaret şirketimi kurdum, Kaliforniya ve Avrupa arasında gelişmiş teknolojiler ticaretini yapmaya başladım. Zamanla tamamen iş dünyasına daldım, on iki yıldır emlak ticareti yapıyorum. Son yirmi yıldır da esas itibariyle gayrimenkulle ilgileniyorum.

İLK AŞK EDEBİYAT

- Bir gün ilk aşkınız olan edebiyatı yeniden keşfettiniz…

Aynen öyle. Çocukluğum ve ilk gençliğim boyunca sanat benim için bir tutkuydu. Tiyatro her şeyden üstündü ama edebiyat ve müzik de çok ilgimi çekiyordu. Edebiyatla Jean de La Fontaine üzerine yazdığım Mon Cher Jean-Sevgili Jean (Altbaşlık “Ağustos Böceğinden Sosyal Kırılmaya” UH)adlı bir denemeyle 49 yaşımda bir tesadüf eseri yeniden karşılaştım. Bu deneme çok iyi karşılandı, İsviçreli Maison Zoe isimli yayınevi çok iyi iş yaptı. Ardından Machiavelli üzerine yazdığım Le Mystere de Machiavel/Makyavel’in Esrarı adlı denemeyi, geç keşfettiğim Nietzsche üzerine bir başkası izledi. Van Gogh etrafında dördüncü bir denemeye başlamışken, yayınevi editörüm metni verdikten 15 gün sonra dedi ki : “Ya deneme yazarsın, ya da kişisel bir metne dönüştürürsün bunu. Bir kitapta iki kitap yazamazsın. Düşün ve karar ver”. Karar vermek bir anlama yazdığımı atmak da demekti. Düşünüp taşındım ve daha kişisel bir metin yazmaya karar verdim. La Chambre de Vincent/Vincent’nın Odası kitabı bu noktada doğdu. Kitabın başlangıç noktası Van Gogh’un yalnızlık hikayesiydi. Zaman içinde bu yalnızlık hikayesi küçük yaşta anne ve babamdan ayrılmak zorunda olmamın getirdiği kendi çocukluk yalnızlığımın hissiyatıyla birleşiyordu. 1952 yılında 7 yaşımda kendimi evimden çok uzakta bulmuştum. O yıllarda hatırlatırım, Lozan ve İstanbul arasındaki mesafe bugünküyle aynı değildi, otuz kez daha büyüktü bu uzaklık. Ailemle bir tek kez bile telefonda konuşmamıştım bu süre içinde. Haftada ancak bir mektup alıyordum. Aynı şey değildi tabii. Gerçek anlamda bir kopma, bir kırılma hissi yaşıyordum.

- Hayatta iz bırakacak bir deneyim.

Elbette. Dolayısıyla, metni kişisel açıdan bir kez daha çalıştım ve bence önemli bir dönüm noktası oldu bu. Zira bir sonraki yazım roman biçiminde yazılmış Victoria Hall idi. Van Gogh’un kardeşi Leo’ya yazdığı sondan bir önceki mektuptu ama tamamen kurgu biçimine dönmüştüm artık. Sonra Pension Marguerite/Marguerite Pansiyonu ve şimdi ise L’Imprévisible.

BÜYÜK BURJUVAZİYLE HESAPLAŞMA!

- Eserlerinizde, özellikle de romanlarınızda belli bir toplumsal süreklilik gözlüyoruz. Romanlarınız büyük burjuvaziyi yakinen tanıyan, acımasız sert ve eleştirel bakışınızın ötesinde, aynı zamanda yoksul sınıf ve çevrelere yumuşak, duygusal diyebileceğimiz bir aşinalık içeriyor. Bu iki ayrı dünyayı çok iyi tanıyorsunuz. Kahramanlarınız hep bu iki dünya arasında bölünmüş durumda. Ayrıca kitaplarınızı okurken sanat çevrelerini neredeyse profesyonel anlamda tanıyormuşsunuz hissine kapılıyoruz. Müzik, plastik sanatlar, edebiyat, koleksiyoncular, müzayedeciler dahil her kesimden insan var. Haksız mıyız?

- Önce ilk tespitinizi cevaplamak gerekirse, büyük burjuva çevreleri anlatmam konusunda tahmin edebileceğiniz gibi çokça eleştirildim. Altını çizerek belirtmek isterim ki, ben bir sosyalist çocuğuyum. Babam iki dünya savaşı arasında Viyana’da geçirdiği gençlik yıllarında sosyalistlerin şefiymiş. Ben sol görüşlüyüm, evet, kariyerimi iş dünyası içinde yaptım, ama hâlâ o inançlara sadığım. Kimilerinin mal ve para edindikten sonra benimsedikleri ayrıcalıklı tavır ve konumları eleştiriyorum. Bazen çok sert oluyorum. Bu yüzden de Cenevre’deki burjuva bazı dostlarımı tümüyle kaybettim, ama inanın pek aldırmıyorum. Nietzsche’nin dediği gibi, « Olabildiğince kendime yakın kalmak istiyorum ». L’Imprévisible adlı kitabımda, ana karakterimin anne ve babasına hizmet eden aile bugün benim oturduğum evde oturuyor. Böylece kendimi patrona ateş püskürürken buluyorum. Ne yapalım, böyle işte, bu da benim özgürlüğüm...

***

İkinci sorunuz bazı konulara olan profesyonel yaklaşımımla ilgiliydi, çok içtenlikle söylemeliyim ki bunu okuyucu için yapmıyorum. “Okuyucunun çok ayrıntılı bilgi sahibi olmasına gayret edeyim de kendisini iyice kaptırsın”, diye bir kaygım yok açıkçası. Kendisini kaptırıyorsa ne âlâ, ama bu ayrıntıyı daha ziyade mesleki dürüstlük kaygısıyla ekliyorum, zira yazmanın önce ciddi bir araştırma içermesi gerektiğine inanıyorum. Proust’un bir arkadaşına yazıp, belirli bir kadının belli bir yerde giymiş olduğu pembe ayakkabının ayrıntılarını sorduğunu hatırlıyorum. Pembe renginin tam tamına nüansına ihtiyacı vardı ve bunu gayet iyi anlayabiliyorum. Açık pembe veya gök maviydi diyebilirdi halbuki. Ama bu sürecin içine girdikten sonra, bir sonraki sefere, bir ayakkabı renginin tam tonunu değil de, benzeri bir yaklaşım seçersek, aynı yaklaşımı bir duygu etrafında kullanmaya başlarsak, tabii ki bozuk sesler de çıkar. Yazarın temel uğraşısı gerçeğe yaklaşabilmek için deli gibi çalışmaktır. Yazar bir gün orta yol arayıp da, “nasılsa okuyucu anlamaz” tavrına girerse, ortaya çöpe atılacak şeyler çıkıyor. Artık bu edebiyat değil, klişe olur, hiç olur. Bozuk çalar. Oysa mümkün olduğunca gerçeğe yaklaşması gerekir. Bu hem duygular, hem de bir ayakkabının pembe rengindeki nüansları için geçerlidir. Ben de böyle olabilmek anacıyla bir ambiyans, hava yaratmaya çalışmıyorum tam tersine kendiyle tutarlı, dürüst insan kalmaya çalışıyorum.

- Bir ekleme yapmak istiyorum. Victoria Hall ve Imprévisible arasındaki kahramanlarınızın bir devamlılığı olsa da, eserleriniz daha ağırlıklı olarak erkek dünyasını anlatıyor.

- Doğru, baş kahramanım Guido Gianotti yani 70 yaşında bir erkek. Profesyonel hayatta çok başarılı olmuş, ama biraz da herşeyi kolay başarmış ve kadınların hep beğendiği bir erkek. İyi bir üniversitede sanat tarihi profesörüymüş. O noktaya kolayca erişmiş. Fiziksel ve duygusal yaşlanmanın kendi arzusuna ve kadınlara verdiği haz üzerindeki etkilerini hisseden bir adam. Artık profesör değil, emeklilikle saygın konumu geride kalmış. Bu nedenle daha genç görünebilmek için, yaşlanma sürecini geciktirecek yöntemler arıyor. Kitap onun açmazını, dramını anlatıyor.

TÜRKİYE BAĞI

- Türkiye’ye dönersek. Türkiye’ye belli bir yakınlığınız, aile bağınız var mı?

Yakınlarım, uzak akrabalarım var ama yeterince tanımıyorum onları. İstanbul’dan 7 yaşında ayrılınca ve de yanımda, “Bak şu kuzenin şunu yaptı, diğeri şurada” diyen anne ve babam yolmadıkları için, bütün bunlardan koptum. Dolayısıyla aile açısından pek bir bağım kalmadı. Anne ve babam İsviçre’de öldüler. Buna karşılık, birkaç ay öncesinde yine İstanbul’daydım. Oraya her gidişimde kendi kendime diyorum ki, “Burası benim toprağım...”. Türkçeyi kötü konuşuyorum, belki bir evim yok artık orada, otelde kalıyorum, ama size nasıl anlatsam? Sokakta insanları dinliyorum,gözlüyorum ve onların tüm aşırılıklarını görüyorum. Tüm eksikliklerini, “Biz Türküz işte, böyleyiz, biraz tutkulu, biraz fazla heyecanlı, fazla akılcı değiliz” demelerini gözlüyorum.

- Bir diğer söyleşide anne ve babanızın İsviçre’ye hayranlıklarından söz ediyordunuz...

Evet, onlar da birçok Türk gibi, her şeye “Müthiş Müthiş” diyorlardı, ama doğrusu ben de, bana çok şey kazandıran İsviçre’de çok mutluyum. Ama Türkiye’ye döndüğüm zaman, nasıl desem, tüm eksikliklerimi hissediyorum. Tüm limitlerimi hissediyorum ve diyorum ki, “Burada bu sınırları herkes anlıyor, kabul edilebiliyor”. “Sonuçta ben buralıyım, başka bir yerden gelmiyorum”, diyebiliyorum. Halbuki İsviçre’de işlerimi, kültürel faaliyetlerimi geliştirdim, ama biliyorum ki her zaman bir Levanten’im. Ayrıca, Victoria Hall’da, varlığının kaynağı karanlık, emlâkçılık yapan yaygaracı bir Levantenden bahsediyorum, tabii ki tamamen otobiyografik! (Gülüşüyoruz) Ve elbette ki başkalarından önce kendimi eleştirmekten büyük bir zevk alıyorum!

- Türkiye’de tanınmak istemez misiniz? Örneğin, eserlerinizin tercüme edilmesini?

Kitaplarımın Türkçe’ye çevrilmesini çok isterim. Üstelik romanlarım tercüme edilirse, gidip tanıtmaktan büyük zevk duyacağım. Ancak roman yazmaya başlayalı çok olmadı, Victoria Hall ve Pension Margerite eşzamanlı olarak Ocak 2005’te yayımlandı. L’Imprévisible yeni çıktı, ne diyelim artık, inşallah!

- Türkçe bir deyiş vardır, belki hatırlarsınız “Tadı damağımda kaldı”. İnsan romanlarınızda maceranın uzamasını istiyor. Kahramanlarınızı daha iyi tanımak, onlarla yaşamağa devam etmek istiyoruz. Niçin bu noktada, belli bir kısalıkta bırakıyorsunuz?

Yapabileceğim bir şey yok, bu böyle. Bu söylediğinizi başkalarından da sıkça ve farklı tonlarda duydum. Ya ciddi bir eleştiri, ya da insanlar bundan gerçek bir haz alıyorlar. Şahsen belli bir noktada yeri, düşünce ve duyguyu okuyucuya, okurun hayal dünyasına devretmek gerektiğine inanıyorum. Yazma sürecinde genelde ekleme yapacağına, bölümler çıkartılır. Önce uzun uzun yazarsınız, sonradan bakınca “şunu ya da şunu çıkartırsam, okuyucu nasıl olsa yine de anlayacak” dersiniz. Okuyucunun sezgisine güveniyorum, onu onurlandırmak gerekir, diye düşünüyorum. Teknik ayrıntılar kişisel etik üzerine kuruludur. Örneğin, şu anda bitirmek üzere olduğum ve önümüzdeki sene basılacak olan bir romanı birkaç kişiye okuttum. Kimi “Sonu müthiş olmuş, zira esasında tam hiç bir zaman bilemiyoruz zaten” diyor. Diğer bir kesim ise, “Ben sonunda çok rahatsız oldum, ama yine de bilmek isterdim”, şeklinde düşünüyor.

VAKIFLAR VE OSR'DEN ÖĞRENDİKLERİ

- Az önce kendi yaşamınızdan söz ederken, büyük bir alçakgönüllülükle profesyonel yaşamınızı bir iki dakikada özetlediniz ama sizi çok heyecanlandıran önemli bir başka eserinize hiç değinmediniz. Bir Bilim-Sanat Vakfınız var, biraz anlatır mısınız?

Arditi Vakfını 1988 yılında kurdum. Temel işlevi Cenevre Üniversitesi ve Lozan Politeknik Okulundan, Hukuk, Tarih, Sanat Tarihi, Siyasi Ekonomi, Uluslararası İlişkiler, Felsefe, Tıp birçok alanda gibi en iyi dereceyle mezun gençleri ödüllendirmek. Her yıl sade bir törenle 12 ila 14 arası bir ödül dağıtıyoruz. Çoğunlukla lisans düzeyinde, bazılarında, örneğin Tıpta ise doktora seviyesinde. Gençken Politeknik’te ders vermiştim, ancak işlerim geliştikçe çok sevdiğim eğitime zamanım kalmamıştı. Bu vakfı kurarak, üniversiteye bir başka yoldan geri dönmenin çaresini buldum. Vakıftan en fazla fayda sağlayan kişi ise kesinlikle benim, çünkü bana kültür ve sanata dönüş yolunu açtı. Bu sayede hayatımı çok derinden etkileyen insanlarla tanıştım. Örneğin beni özellikle etkileyen, çok sevdiğim bir kişi oldu. 6 yıl önce 90 yaşında vefat eden İsviçreli büyük filozof Jeanne Hersch. Karşılaştığımızda o 80 ben 45 yaşındaydı. Sayesinde felsefe okumaya başladım. Önceden hiç felsefe okumamıştım. Sayesinde Karl Jaspers’i tanıdım. Asistanı olmuş bir dönem, çok iyi tanıyordu Jaspers’i ve bütün eserini Fransızca’ya kendisi çevirmişti. Ardından Nietzsche geldi ve kendi ailemden birine adamadığım tek kitabı, yani “Nietzsche ou l'insaisissable consolation” başlıklı çalışmamı Jeanne Hersch’e ithaf ettim. Vakıf bana rüyalarımda bile göremeyeceğim kadar müthiş insanlarla tanışma fırsatı verdi.


L'orchestre de la suisse romande

- Bir küçük dev ayrıntı daha. Dünyanın en tanınmış Klasik müzik orkestralarından Orchestre de la Suisse Romande’ın (OSR) da Başkanısınız. Müzikle bu ilişki nasıl gelişti? Bu Başkanlık neden?

Neden Başkanlık? Çok basit! Hem müziği, hem de acı çekmeyi aynı anda çok sevdiğimden olsa! Çok zaman alan bir uğraş ama aynı zamanda olağanüstü heyecan verici bir uğraş. 11 yıl önce (1995’te UH) İcra Kuruluna davet edildim, bir yıl sonra Başkan yardımcısı oldum. 6 yıldır da başkanlık görevini üstlendim. 1998 yılında İstanbul Müzik Festivaline orkestrayla birlikte katıldım. İki konser vermiştik. Biri çok iyi bir piyanist olan İdil Biret’le AKM’de. L’Orchestre de la Suisse Romande’ın Başkanı olmak büyük bir sorumluluk, ancak bir o kadar da heyecan ve haz verici. Yazmaya da, orkestraya da aşağı yukarı aynı zamanlarda 1995 sıralarında girişmiştim. Elbette epeyce farklı uğraşlar fakat birbirini besleyen yönleri var. Müzik yazmak için çok yol gösterdi bana. Müzik sayesinde öncelikle bir metni dinlemeyi öğreniyorsunuz. Dolayısıyla bugün, yazdığım bir metni düzelttikten sonra kendime yüksek sesle okumadıkça bitiremiyorum. Bir metnin esas kalite kontrolü burada. Akması, kulağa hoş gelmesi gerek. Doğal ve doğru olmalı, müzik gibi. Müzikte benim için daha derin özel bir şey daha var, o da şu. Orkestra üyeleriyle ilişkilerimin çok güzel oluşu. Öyle ki bizimle konser vermeye gelen dünya çapındaki sanatçılardan daha iyi anlaşıyorum onlarla. Bu yıldızlarla gereğince ilgileniyorum elbette, ama hiçbir zaman samimi olamıyorum. Anlaşılır bir durum, hem çok meşgul insanlar, hem de belli bir egoları var. Bizim orkestranın müzisyenleri çok daha mütevazı olsalar da onlar da sanatçı, söyleyecek sözleri, belli değişik hassasiyetleri var. 112 müzisyenimizin neredeyse hepsiyle gayet samimiyim. Bu insanlardan öğrendiğim çok önemli bir boyut duygudan söz edebilmek. Çünkü müzisyenin mesleği, bir başkası tarafından, yani besteci tarafından hissedilen duyguyu ifade edebilmek. Dolayısıyla, duygu açısından çok özgür, hassas ve derinleştirilmiş bir söylem var. Bir müzikte allegro vs. gibi göstergeler duygusal göstergelerdir. Tabii duyguların yasak olduğu iş dünyasından gelen biri olarak, müziğin beni özgürleştirmekte çok büyük katkısı oldu. Edebiyat da bir estetik, artistik anlatım olduğuna göre, bu sanatsal anlatım aslında duygusal ifadenin ta kendisi. Bunu yakalayabildiğiniz takdirde sanatta istediğiniz alanı seçebilirsiniz, çok önemli değil. Temel ölçüt bir duyguyu paylaştırabilmek, paylaşmaktır.

- İzninizle Libération gazetesinde yayınlanan bir makalede kullandığınız bir alıntıyla noktalamak isterim. İsviçreli filozof Jeanne Hersch’den yaptığınız alıntı şöyle: “ (André Malraux’nun sözüyle) Şayet insanlığın durumuyla ilgilenirken bir paradoksta, bir aykırılıkta tökezlerseniz, bilin ki doğru yoldasınız”. Teşekkürler.

Bana bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.

(Metin Arditi bu söyleşiden 3 yıl sonra, 2009’da Filistinli ünlü yazar ve diplomat Elias Sanbar ile Filistinli ve İsrailli çocukların birlikte müzik eğitim görmelerini sağlayan “Les Instruments de la Paix-Genève/Cenevre Barış Araçları” Vakfı’nı kurdu.)

Röportaj: Uğur Hüküm