Kutsal geyiğin iniltisi

"Bu bir haykırma yazısıdır. Hissiyatı da üslubu da haykırma. Bir patlama hali yani. Peki neye? “İnsan kötüdür” düşüncesine, sanatsal düzenbazlığa, aptal yerine konmaya. Hep aynı “geyik”: kötüyüz biz. Ve de “kutsal”. Karşı da çıkamıyorsunuz. “İyiyiz aslında” dediğinizde sizi aforoz edenler çıkıyor ortaya. Ve kesinlikle bu kutsal geyiğin ölmesi gerekiyor."

soL Kültür - Aykut Emre Al

Geçtiğimiz Cuma günü bir film girdi vizyona. Filmin ismi afili mi afili. İngilizcesi, Yunancası belki daha afilidir ama bazı dost sohbetlerinde “hangi filme gideceksiniz?” sorusunun yanıtı olarak bu filmin ismi Türkçe söylendiğinde bile yeterince ilgiyi kendiliğinden ortaya çıkartabiliyor: “Kutsal Geyiğin Ölümü”. Hele bir de filmin isminin Yunan mitolojisinde ünlü bir hikâyeden geldiği anlaşılınca daha bir etkileyici olduğu kesin. Günümüzün karanlık dünyasında, “insanlığın bitmiş olmasının” kendi yüzüne en saçma şekilde vurulmasından hoşlananlar, filmin ismiyle ilgili bu yüze vuruştan da hoşlanacaklardır. “Saçma” diyoruz çünkü çoğu sinema eleştirmeni, Lanthimos’un da güçlü örneklerini yarattığı Yunanistan’daki yeni sinema anlayışına “Yunan tuhaf dalgası” tanımlamasını (Greek Weird Wave) uygun görmüş durumda. Modern zaman mazoşistlerini yüzlerine bu durumu da vurarak mutlu etme pahasına olsa da yazmak durumundaydık. Ambalaj dünyasında “janjanlı” isimler, hele bir de mitolojik göndermesi varsa içinde ne olduğundan bağımsız olarak tadından yenmiyor. Yüzleştirmek, yüzüne vurmak, ayna tutmak… Bunlar belki de sinema söz konusu olduğunda en çok duyulan kavramlar. Fakat Kutsal Geyiğin Ölümü, ironi yapıyor görünüp neşteri insanın özüne vurdukça yüzümüze kan ve irin fışkırtıyor. Mitolojideki hikaye ise şöyle: “İphigenia, Kral Agamemnon ile Kraliçe Klytaimestra'nın kızıdır. Agamemnon av sırasında Tanrıça Artemis'in kutsal geyiklerinden birini öldürür. Bunun üzerine Artemis rüzgarları keser ve Truva Savaşı için giden filoları engeller. Artemis tek bir şartla rüzgarların yeniden esmesine izin verir. Kızını Artemis adına kurban edecektir. En başta buna yanaşmayan Agamemnon daha sonra ülkenin çıkarları için kabul eder. Kızını kurban etmek için bir sunağın üzerine koyar ve bıçağı boğazına yaklaştırır; ama ona acıyan Artemis kızı havaya kaldırır ve onun yerine bir geyik koyar.”

Film, sırasıyla çok bilinen 2009 yapımı Köpek Dişi (Dog Tooth), çok az bilinen 2011 yapımı Alpler (Alps) ve yine çok bilinen 2015 yapımı Istakoz (The Lobster) filmlerinin Yunan yönetmeni  Yorgos Lanthimos’un imzasını taşıyor. Künyede ismi yazılmamış olsaydı bile bu filmin Lanthimos’un elinden çıktığı anlaşılabilirdi.

Her tarihsel dönem kendi sanatını, kendi biçimini yaratır. Doğrudur. Ama bazıları bataklıktan filizlenirken bazıları onu kurutmaya çalışır. Lanthimos, bataklığın sinemasını yapıyor. Kendine kaçış olarak bir “ironi yapıyorum ama” kapısı bıraktığını düşünüyor ama nafile. Kurtaramıyor. Ne kendini, ne “fan kulübünü”. Kelimenin tam anlamıyla Lanthimos, insanlığın bugünkü umutsuz haline mevlüt okuyan bir sinema yapıyor; hepimizi bu halimizi kabul etmeye ve ağlamaya davet ediyor. Çünkü “kötülük edebiyatının” alıcı bulduğunun farkında.

Yine orta sınıf ailesi…

Filmin kahramanı bir aile. Ortanın üstü seviyesinde yüksek gelirli, “düzgün” bir aile. Baba kalp cerrahı, anne göz doktoru. Doktorluk ve tıp alanı rastgele seçilmemiş kuşkusuz. Bilimselliğin ulaştığı en üst seviyelerden birini temsil ediyor tıp. Büyüğü ergenliğe yeni giren bir kız, küçüğü okul seviyesiyle söylersek 6 veya 7. sınıf seviyesinde bir erkek çocuğu olmak üzere iki çocukları var bu anne-babanın. Çocukların yaşları da tabii ki bilinçli bir tercihin ürünü; “insan olmaya” adım atan bir kız çocuğu ve bir de tüm masumiyetiyle bir “çocuk” var karşımızda. Baba karakteri filmin başından itibaren tuhaf bir ergen erkek çocuğuyla baş başa görüşüyor. Bu görüşmelerin sıklığı ve derinliği arttıkça filmin derdi de kendini belli etmeye başlıyor. Kalp cerrahı olan baba karakteri bir hastasını kurtaramayarak ölümüne sebep olmuştur. O ameliyat sırasında cerrahımız, alkollüdür ve bu ölümün müsebbibidir. Zaten filmin bu bölümlerinde babanın alkol kullanmayı bıraktığı belirgin şekilde işleniyor. Bu tuhaf ergen de işte o masada kalan adamın oğludur. Doktoru kendi babasının yerine koymaya çalışır ama başaramaz.

İşte bunu anladığımız andan itibaren bir vicdan sorgulaması filmiyle karşı karşıya olduğumuz hissiyle dolup, kendimizle bu filme geldiğimiz için gurur duymaya başlıyoruz. Tabii Lanthimos’u ilk kez izliyorsak…

Daha ilk dakikasından itibaren gerilim yaratma sinematografisinin en klişe yöntemlerini suyunu çıkararak kullanan yönetmen, kadrajda gördüğü her şeye, ama her şeye yavaş kamera hareketiyle yaklaşıyor. Filmi şarkıya benzetirsek, nakarattan ibaret bir şarkının sakin kısımlarını özler hale geliyorsunuz adeta. Oyuncuların “içi çekilmiş” halleri onları birer gerilim nesnesine dönüştürmekten ziyade “size n’oldu böyle” dedirtiyor. Çünkü oyuncuların robotikliği Köpek Dişi’ndeki gibi film denklemine dahil edilip motive edilmemiş, askıda duruyor. Köpek Dişi’nde de oyuncular son derece robotikti fakat robotikliklerinin güçlü sebepleri vardı. Biri görüntü dilini kullanma, diğeri oyuncu yönetimi olmak üzere iki temel anlatım metodunda da klişe, suni ve inandırıcılıktan uzak bir yönetim beyazperdeye yansıyor. Yönetmenin en olmamasını istediği şey oracıkta oluveriyor: seyirci filmin yönetildiğini hissediyor. Duvar yıkılıyor. Filmde bir süre sonra, ortada adeta bir deliler sürüsü dolanır hale geliyor.

Filmin merkezinde duran ve babası ölmüş olan tuhaf ergen, bu ailenin üstüne nerden geldiği belli olmayan bir güçle bir bela salıyor. Üç aşamalı bir belirti silsilesinden sonra ailenin fertleri en küçükten başlayarak ölüm yoluna giriyorlar. “Katil” babanın ailesinden birini seçerek öldürmesi bu döngüyü kıracak tek yol. Bu yol, nedenini kendisi de bilmeden bir anda tanrılaşan ergenimiz tarafından babaya tavsiye ediliyor. Bundan sonrası gerçekten de ortaokul çocuklarının tuhaf ve zorlayıcı sorularından pek farklı değil: “Ailenden birini öldürmek zorunda kalsaydın kimi öldürürdün?”

Ölüm sırası gelen iğrençleşmeye, kendi ailesinden bir diğerini baba karakteri seçsin diye uğraşmaktadır. Sadece en küçük çocuk daha masum bir şekilde kendini kurtarmaya çalışır. Özellikle ergen kız karakterinin, ilk adet kanamasını geçirdikten sonra kardeşini ve annesini ölüme göndermek için uğraşmasıyla Lanthimos, bize “insan çocukluktan çıktıktan sonra masumiyetini kaybeder” dedirtmeye çalışıyor. Bu ölüm döngüsü karşısında bilim çaresiz kalıyor ve tıp çöpe atılıyor. Doktor olan anne, kendilerini bağışlasın diye bir sahnede tanrısal ergenin ayaklarını öpüyor. Lanthimos, bilime uhreviyatın önünde diz çöktürüyor.

Herkes hastalıklı

Lanthimos, seyirciyle dalga geçer gibi gerçeklikle bağları sağlam bir atmosfer yaratırken, gerilim yaratmak için de alakasız ve saçma bir şekilde bir ergene, bir aileyi sırayla yok etme gücünü bahşediyor. “Biz buyuz işte, kötüyüz” düşüncesini her karakteriyle, her sahnesiyle bize kabul ettirmeye çalışıyor: “Düzgün” anne ve baba sapık gibi sevişiyor; “düzgün” iş arkadaşı kendi arkadaşının karısına mastürbasyon yaptırtıyor; kocası ölmüş tuhaf ergenimizin annesi, kocasının katiline halleniyor; evin genç kızı aileyi yok etmeye başlayan tuhaf ergenle aşk yaşıyor…

Düzenbazlık kokuyor

Lanthimos, gecenin bir yarısı garip hikayeler anlatan biri gibi aklındaki karanlık dünyadan hikayeler anlatıyor. O anlattıkça biz garipsiyoruz. Fakat tam bu noktada akıllıca yaptığı şey “bende sorun yok, biz insanlar böyleyiz” demeye çalışması. Hayır Lanthimos ve benzeri kötücüller!  Yunanistan’dan Amerika’ya açılmak için sinemanızda yaptıklarınız kabak gibi ortada: Yunanistan’dan geliyorsan bulursun Yunan mitolojisinden bir hikâye, günümüz dünyasına uyarlarsın, afili bir isim koyup orta sınıfın mutlu ailelerini de yüzlerine karşı bir güzel eleştirirsin, bir de yönsüz kalmış umutsuz dünyada “bitmişiz biz” dersin olur biter! Başlangıç planına da açıkta atan bir kalp ve bir de etkileyici bir klasik müzik koyarsın, işte al sana yedinci sanatın zirvesi! Yok öyle bir dünya. Michael Haneke de Saklı filminde bir geçmiş ve vicdan sorgulamasına girişmişti ama insanlığa küfretmiyordu. Angelopoulos da Yunan mitolojisini sonuna kadar kullandı ama ucuz filmler çekmedi. Aldığı hikayeyi yeniden üretmeyerek olduğu gibi kes-yapıştır yapmadı. Çünkü derdi belliydi. “İnsanlık büyüktür” diyordu ve kendini pazarlama yoluna girmedi hiçbir zaman.

Lanthimos, bugün umutsuzluğun ve kötücüllüğün sinemasını yapan bir yönetmen olarak tarihe geçebilir ama bize kötü olduğumuzu yutturamaz. Hele hele sıradan bir tv kanalında gece yarısı izlenecek hiçbir şey kalmadığında şöyle göz ucuyla baktığımız, ucuz korku filmlerinin benzerlerini yapmaya devam ederse..