Kurtiz'in ardından: ‘Komünistim, başka yol var mı?’

Başbakan’ın sofrasına oturmayı reddeden Kurtiz, TEKEL işçileriyle sanatçıların buluştuğu kahvaltı için şunları söylemişti: Direnişiniz bir kıvılcım yaratmıştır. Bugün aranızda değilim ama ben zaten hep sizinleyim.

Çağrı Kınıkoğlu - soL

En güzeli şöyle başlamak sanırım... “Binlerce yıldan beri, insanoğlu emekçinin hakkını istemesini hep tuhaf bulmuştur. Ta Mısır firavunları döneminden beri... Emekçi ne zaman hakkını istese, zorbalar hakkın hep kuvvetliden yana olduğunu düşünmüş ve o hak bir kere verilirse, ondan sonra haklının, hakkını hep alacağından korkmuştur. Bugün TEKEL emekçileri, hakkın ne olduğunu ve haklılığın ne kadar güçlü olabileceğini Türkiyemiz’de ve dünyanın büyük bir kesiminde tamamen unutulduğu bir dönemde hatırlatmış, emek mücadelesinde bir kıvılcım yakmıştır. Gasp edilen hakları geri almak için başlatılan bu direnişin kalıcı bir örgütlenme ve bilinçli bir sınıf mücadelesine ışık tutmasını dilerim. Bugün aranızda değilim, ama ben zaten hep sizinleyim.”

Veda ve ayrılıklardan geriye, geleceğe dönük bir umut kalabiliyorsa, acıyı ve üzüntüyü hafifletecek birşeyler buluyoruz demektir. Bu bir avuntu mu? Belki de... Ama sadece avuntu değil.

Başbakan’ın kahvaltı sofrasına oturmayı reddeden Tuncel ağabey, Maltepe Nâzım Kültürevi’nde TEKEL işçileriyle birlikte düzenlenen alternatif kahvaltıya bu mesajı ile destek vermişti. İşçilerin sofrasında, dostların arasında olmak, güneşi içenlerin türküsünü söylemek Tuncel ağabeyin adı geçince, bunlar kendiliğinden üşüşüveriyor o ortama.

İnadı inat bir adalet arayıcısı
Peter Brook’un sahnelediği Mahabharata destanının sahnelenme sürecini anlatan kitabı duruyor önümde. Yıllar önce Tophane sırtlarındaki evinde ziyaretine gittiğimde hediye etmişti. “Bu çok önemli, okuyun bunu” diyerek. İnsanoğlunun erdem ve adalet arayışını işleyen bu Hint destanının Shakuni’si Tuncel Kurtiz, sanatına değer veren, alanında yetkinleşmek için müthiş bir emeği ortaya koyacak şekilde kendini seferber eden inadı inat, Nuh deyince peygamber demeyen, bir adalet, özgürlük, erdem arayıcısıydı.

1990’ların sonunda ilk tanıştığımızda elim ayağıma dolaşmıştı heyecandan... Az şey mi: Yılmaz Güney’in başyapıtı Umut filminin Hasan’ı, Güney-Ökten işbirliğinin muhteşem ürünü Sürü’nün Hamo Ağa’sı, Duvar’ın Ali’si ile buluşuyordum. Ne kadar naifmişim ki, kâh çırpıntılı, kâh kudurgan ve yıkıcı bir deniz gibi gördüğüm bu adamın sükuneti ve olgunluğunu hiç aklıma getirmemişim ne kadar güzel bir sohbetimiz olmuştu o ilk buluşmamızda. Yeni İnsan Yeni Sinema dergimizi önemser, önerilerde bulunur, seminer çalışmalarımıza katkı koymaya çalışırdı, vakit buldukça.

Semir Aslanyürek’in Şellale filminde bir arada olmuştuk sonrasında. Komünist Kel Selim’i canlandıran Tuncel ağabeyin nasıl bir oyuncu olduğunu, oyuncu olmanın ne demek olduğunu o sette gözlemlemiştim. Kollarını kartal gibi açıp, çekilecek sahnesi için nasıl özenle ve hassasiyetle hazırlandığını, küçücük detayları nasıl önemsediğini görmüştüm. Yönetmene nasıl moral verdiğini, çıkacak film için ne kadar heyecanlanıp, nasıl titizlendiğini ufacık bir aksilikte nasıl hiddetlendiğini... Replikleri arasında olan Nâzım’ın “Akın var, güneşe akın” dizelerini nasıl heyecanla okuduğunu... Çekim gününün sonunda, ekip curcunasına karışmadan kırmızı şarabını açıp usul usul demlendiği masasına çekildiğinde, yanına gidip söylediği türküleri, anılarını, ansızın patlatıverdiği kahkahalarını dinlemek ne keyifliydi.

‘Tabii ki yurtseverim’
2002’de Nâzım’ın yüzüncü doğum yılı için yaptığımız “Nâzım’la Buluşma” filmi için kendisiyle görüştüğümde Nâzım’ı anlatırkenki heyecanını anlatmam zor. Yurtseverlik konusunda söyledikleri bugün hâlâ aklımda: “Ben komünistim, tabii ki yurtseverim” demişti. “Bu ülke bir bahçe ağacı, çimeni, türlü türlü sebzeleriyle, rüzgarıyla, yağmuruyla, güneşiyle, bir cennet bahçesi olmalı bunun için tabii ki ayrık otlarından, zararlı bitkilerden temizleyeceğiz, sahip çıkacağız” demişti, “yurtseverlik bu değil de nedir?”

soL, o zamanlar dergiydi, mümkün olduğu kadar takip etmeye çalışırdı görüşeceğimiz her seferde mutlaka dergiyi de isterdi. Bu görüşmelerde memleket ahvali üzerine yaptığımız sohbetlerin tadı hâlâ damağımdadır. Siyasi konular sinemaya, sinema Yılmaz Güney’e, Yılmaz Güney memlekete karışır dururdu.

Öfkeliydi, sola da öfkeliydi. 12 Mart sürecini, yurtdışında yaşayıp gözlemlediklerini, siyasi mülteciliğin soğuk ve karanlık yüzlerini, öfkeyle anardı. Yurtdışında olduğu dönem sanatına konsantre olmuş, ama belli ki yüreği burada çarpar haldeydi. Solun yeniden toplumsal bir güç kazanması, en büyük özlemlerinden biriydi. Reis Çelik’in Hoşçakal Yarın adlı filmindeki 12 Mart paşalarından ve Denizler’in idamını onaylayan mahkeme başkanı Ali Elverdi’yi canlandırırken, solun güç kazanmasına hizmet etme arzusuyla, adeta o paşalardan o yılların hesabını soruyor olmanın heyecanını yaşıyordu.

Zeytinbağı'ndaki Olimpos
Hep coşkulu, hep heyecanlı, hep yerinde durmayan bu deli dolu adamla ilişkimiz seyreldi sonra. İstanbul’un keşmekeşinden uzaklaşmak istemişti. Dostlarıyla güzel zamanlar geçirmek hayaliyle, Çamlıbel, Zeytinbağı’ndaki yaşam alanını yaratmaya odaklanmıştı. Ne güzellikler katmıştı oraya da. Oradaki bir buluşmamızda, enerjisi katlanmış, şelalelerden, dere yataklarından sekerek doğayı nefes gibi ciğerlerine çeken bir adam haline geldiğini gözlemlemiştim. “Olimpos”uydu onun Zeytinbağı... Onda bir film hayalini kışkırtan büyülü bir mekan...

Son dönemlerinde televizyondaki işleri de araya girdiği için, pek görüşemez olmuştuk. Ne zaman telefonlaşsak görüşememekten şikayet eder, “ama hep sizinleyim” derdi. Bunu demekle kalmaz, mücadele adımlarımızın pek çoğunda, hiç değilse imzasıyla, yerini almaya özen gösterirdi.
Belirli bir tarihi arkasında bırakmış her yalnız aydın gibi belki, öfkesine teslim olduğu da olurdu. Bazen umutsuzluğu umudunun önüne geçer, eser kavururdu. Dostlarını kırdığına, kendini kapattığına şahit olanlar mutlaka olmuştur, benim gibi. Ama bunlar hiç mi hiç önemli değil.

Sözün özü, ona veda ederken, güzel bir teşekkürü hak eden bir onurlu aydındı Tuncel Kurtiz.

Güzel teşekkür böyle mi olur, bilmiyorum. Ama şunları söylemeden edemiyorum:

“İhtiyar, delinin tekiydin, bu düzenin akıllısı olmayacak kadar güzel bir insandın. Sana, bu güzelliği paylaştığın ve hayatımıza unutulmaz güzellikler kattığın için, teşekkür ederiz.”

‘Sömürü sürdükçe Nâzım daha da güncel’
Kurtiz Nâzım’ın kendisi için ne ifade ettiğini şöyle anlatıyor: “Nâzım’ı 1958’lerde babamın mahzeninde buldum, o zaman 22 yaşındaydım. O günden bu yana Nâzım, özellikle Bedreddin ve diğer şiirleri beni çok etkiledi. (...) Bedreddin’de bir bilinç, bir müzik buldum ve güncel olduğunu düşünüyorum. Hala Bedreddin’ler asılıyor, hele günümüzün ekonomik koşullarında büyük sömürüler yaşanıyor, insan yok ediliyor. İnsan yok edildikçe Nâzım’ın bütün şiirleri daha da güncel oluyor. Evet, ağlıyoruz, bir ağıt yakıyoruz ama bir yandan da insan oluşumuzu hatırlamaya çalışıyoruz.”

‘Benim oyunculuğum bir dinamo’
Sinema ve tiyatro oyuncusu, yönetmen, yapımcı ve senarist Tuncel Kurtiz 1 Şubat 1936’da doğdu. Hukuk, filoloji, felsefe, psikoloji vesanat tarihi bölümlerinde okudu hiçbirinden mezun olmadı. 1959 yılında Dormen Tiyatrosu’nda oyunculuğa başladı.

Yılmaz Güney’in “ihtiyar” seslenişini benimsemiş ve kendisiyle yaptığı “Umut”, “Sürü”, “Duvar” gibi filmleri sanat yaşamının en önemli çalışmaları arasında görmüştür. “Bölük Pörçük” ve “Sayıklamalar” adlı iki kitabı ve “Oyuncu: Tuncel Kurtiz” ve “Aktör Tuncel Kurtiz” adlarıyla yayımlanmış, hakkında yazılmış iki kitap bulunmaktadır. Müzisyen Sema ile birlikte gerçekleştirdiği, “Nâzım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanı” üzerine yaptığı bir deneysel çalışması ve yönettiği filmleri de bulunuyordu.

“Oyuncu: Tuncel Kurtiz” kitabında kendisini şöyle anlatıyordu:

“Bu macera sonsuz bir merakla başladı çalışmakla, disiplinle, okumakla, müzikle, aşkla acılarla, gözlemekle ve iç disiplinle büyüyüp gelişti. Dönüp geriye baktığımda, biraz oynadığım adamları, biraz kendimi görüyorum. Ne o, ne de bu... Doğruyla başlamayı hiç istemiyorum, hep yanlışla başlamak istiyorum, biraz kendim oluyorum o yanlışı buluyorum. Bir metot olarak, bir duygu olarak... Ben rolümü ceket gibi üzerime giyemiyorum, rolümle müthiş yakınlıklar kuruyorum, içinden kolay kolay çıkamıyorum. Bende her zaman bir parçası kalıyor. Kısacası koşan adamı, koşmadan oynayamıyorum, koşmadan yapamıyorum...

Kurtlarımı dökmek istiyorum, çalışmadan duramıyorum. Durmak diye bir şey yok. Durarak bir yerlere gelinmiyor. Hareket etmek istiyorum. Benim oyunculuğum bir dinamo.”