'İyi Bir Komşu'

15. Uluslararası İstanbul Bienali'ne dair...

soL Kültür – Fırat Arapoğlu

15. Uluslararası İstanbul Bienali bugün kapılarını kapatıyor. 16 Eylül’de başlayan etkinlikte, 32 ülkeden 56 sanatçının 150 sanat işi yer almakta ve bunlara eşlik eden Kamusal Programlar, paralel etkinlikler ve İstanbul’da bienalle eşzamanlı açılan sergiler ile sanatla dolu bir dönem de geride bırakılıyor. Peki, bu bienalin kamusal etkisi ne oldu? Ne olabilirdi? Ve bundan sonrasına nasıl bakılabilir? Bu konuları, geçmiş iki bienali de katarak ele alabiliriz.

Fulya Erdemci’nin küratörlüğünü üstlendiği “Anne Ben Barbar Mıyım?” başlıklı 2013 yılında düzenlenen 13. Uluslararası İstanbul Bienali, siyasi bir forum olarak kamusal alan fikri üzerinden hareket ederek, “barbar” sözcüğünü toplumun “mutlak ötekilerini” işaret eden bir gösterge biçiminde ele alıp, buradan hareketle toplumun dışlanmışlarını kapsayacak bir dilin, sanat üzerinden nasıl görünür kılınabileceği amacıyla işe koyulmuştu. Gelgelelim kamusal alanda sergiler düzenlenmesi düşüncesi gerçekleştirilemedi; bienal ise Koç Holding sponsorluğunda yine ücretsizdi. Böylece etkili ve önemli bazı sanat işleri dışında, izleyiciler sıkıcı bir sürü sanat işini izlemek için para vermemişti ve vermeyeceklerdi de. Bienal açılışı sonrasındaki protestolarla, gösteri ve karşı-gösteri ekonomisiyle isyanın pazarlanması gibi konularda verimli bir tartışma belki de ortaya çıkacakken, Gezi Parkı Direnişi’nin ortaya çıkışıyla birden bu olgu önemini yitirdi. Gezi Parkı Direnişi kamusal alan, siyaset ve sanat, kentsel dönüşüm gibi alanlarda bienaller ve onlarda yer alan sanatçıların, sermayenin desteğiyle rahatlıkla ve canları sıkılmadan gerçekleştirebilecekleri bir etkinliğin, sokaktaki reel haliydi.

2015 yılında “TUZLU SU: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori. 14. İstanbul Bienali” başlıklı bienalin küratörlüğünü üstlenen Christov-Bakargiev sözcük oyunlarını severek kullanan bir isim ve kavramsal önermesinde üç temel sözcük dikkat çekiyordu: İşbirliği, çizgi ve dalgalar. İşbirliğini yine bilindik, bienallerin “turne yıldızlarıyla” yaparak, ne gibi yeni bir önerme getirdiği tartışma konusuydu. Her yerde düzenlenebilir sergiler açma refleksini yıkması beklenirken –kim bekliyor idiyse–, Bakargiev bir über-küratör olarak “sözcük oyunlarıyla” bu bienali atlattı. Suyu hem doğrudan anlamı hem de bir “metafor” olarak kullanarak ulaşım, göçmenlik, savaşlar ve haberleşme gibi alanlara vurgu yapma arzusuyla yola koyulan etkinlik, psikanalitik, politik ve estetik sunumlarını Koç, Eczacıbaşı, Vodafone, DHL vb. şirketlerin sponsorluğunda gerçekleştirdi.

“İyi Bir Komşu” temalı 15. Uluslararası İstanbul Bienali Türkiye’nin, Avrupa Birliği ve ABD ile yaşanan gelgitli ilişkileri, 15 Temmuz Darbe Girişimi, Türkiye’nin Suriye’deki iç savaş ve Irak’taki politik konjonktürdeki pozisyonu gibi birçok aktüel politik arka plan içerisinde gerçekleştirilmeye koyuldu. Küreselleşen çağdaş sanat ve popülizm bağlamında Türkiye'nin başlıca çağdaş sanat etkinliği denebilecek 15. Uluslararası İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü ise İskandinav kökenli sanatçı düeti Elmgreen ve Dragset üstlendi.

Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, İstanbul Modern, Pera Müzesi, Küçük Mustafa Paşa Hamamı, Yoğunluk ve Ark Kültür, bienal kapsamındaki sanat yapıtlarına ev sahipliği yapan ya da projelerin sergilendiği mekânlar ve ayrıca etkinlikte mekân-dışı yerleştirmeler olduğunu da anımsatayım. Her şeyin başında, bienalin küratörlerinin açıklandığı 7 Aralık 2016 tarihli basın toplantısına katıldığımda iki temel soru sormuştum: Birincisi, bienalin çeşitli lokasyonlarda bilboardlarda komşuluğa dair aforizmaları göstererek, reklam ve sanatın dilini yakınlaştırmasının gerçekten etkili bir uygulama olup, olmayacağı üzerine idi. Yani, billboardların bireye üstten bakan ve dikte eden formu ve dilinin kullanımının, sanatsal açıdan nasıl bir algıya yola açacağı üzerineydi. İkincisi ise, bienali düzenleyen Ezcacıbaşı ve Koç Holding’in aynı zamanda ülkenin birçok yerinde gayrimenkul yatırımlarının olmaları ve inşaat sektörünü de kapsamaları ile zaten komşuluk temasını yok eden projelerin parçaları olma refleksleri üzerineydi. Böylece sanatın dilinin kurulmasını sağlayan bu sponsorlar, bizatihi bienalin gündeme getirerek, üzerine tartışılmasını arzu ettiği “komşuluk” temasının zaten altını oyma riskini taşımıyorlar mıydı? Elmgreen & Dragset’ten aldığım cevap, kolaylıkla tahmin edeceğiniz gibi –ve her iki soru için de– “Umudumuzu koruyoruz, umut etmeliyiz,” şeklinde naif(?), liberal ve beklenen cevaplardı. Bunu daha sonra, bienalin açış toplantılarında ve verdikleri röportajlarda da tekrar tekrar dile getirdiler.

Peki, aktüel siyasi konjonktür ve OHAL durumu içerisinde ve sponsorlar ve devlet ilişkisi ekseninde ve bienalin teması ve bu tema ekseninde sundukları işlerin yapısına dair, bir tür otosansür uygulandığı düşünülebilir mi? Gerçi öyle dahi olsa, zaten bunu itiraf edecek değiller ve bu yüzden sorumuza cevap almak olanaksız. Fakat buna karşın, Türkiye, Ortadoğu, ABD ve AB ilişkilerinde süregelen duruma dair işlere dair farkındalık yaratacak iş sayısının eksikliğini reddedebilecek konumda da değiller, çünkü sergide yer alan sanat yapıtları ortada. İstanbul Bienali’nin “aktüel siyasete daha incelikli bir şekilde yaklaştığını” söyleyebilecek kadar ileri gitmek ise, ustaca gözükse de, basit bir konformizmi sunan itirafın ta kendisidir. Şu açık ki, elbette sanat popüler politikaya verilecek doğrudan bir mesaj değildir, aksi halde sanata ve sanatın diline gerek kalmazdı. Ama bu kadar çekimser, liberal ve konformist çizgiye, bir çağdaş sanat etkinliğini kısıtlamak da, ister istemez “kontrollü-bienal” tabirini akla getirir. Sanatın politik olgu ve olaylara tepkisinin dili konusunda sanat tarihi Pablo Picasso, Marc Chagall gibi modern ustaların işlerini ya da Hans Haacke gibi İkinci Dünya Savaşı sonrası sanatının temsilcilerini içeriyor. Örtük bir dil ile bunu, daha incelikli yaklaşıyoruz retoriğini, ima etmek ortaya nereye çekilirse oraya giden bir pozisyonun çıkmasına neden oluyor, bu izleyiciyi sinizme götürmektedir.

Öte yandan bu tespitler bizi, bienalde yer alan 56 sanatçının işlerinin, kamusal projelerin ve birçok yan etkinliğin bir politik dili olmadığı düşüncesine de götürmez. Çünkü sanatçıların üretimleri söyledikleri kadar, aynı zamanda söylemediklerini de içermektedir. Bienaller, eğer, dünyanın farklı coğrafyalarından gelen sanatçıların oluşturdukları bir ortaklaşmacı proje olarak tanımlanırsa, elbette çok-merkezli bir dilin oluşacağını es geçemeyiz. Ama o zaman da, bir kimse, temanın 2017 Türkiyesi, bölge ve kıtalar üzerindeki çalkantıları es geçen karma bir pop-sergi olduğu ileri süremez mi? Bienalde, 2011 yılında düzenlenen 55. Uluslararası Venedik Bienali’nde yer alan “Fantasia” çalışmasıyla “bayraksız” bayrak direkleriyle dikkat çeken Fas asıllı Fransız sanatçı Latifa Echakhch’ın İstanbul Modern’de yer alan çalışması, 2013’te gerçekleşen Gezi Parkı Direnişi’ne selam verirken, Victor Leguy’un çalışmasının Fener bölgesinde yer alan bir mekân üzerinden mülteciler ve onların hikâyelerine dair nesneler barındırması, politik bir duruşun her halükârda gösterilebileceğini ispatlama açısından önemli. Bu durum, Galata Rum İlkokulu’nda videosu yer alan Kürt sanatçı Erkan Özgen’i de kapsıyor. Ama yeterli mi?

Bienalde yer alan işlere tek tek değinmek yazı alanı açısından mümkün değil; ama ortalamasının vasat olduğunu ileri sürebilecek veriler mevcut. “İyi Bir Komşu” teması, bu coğrafyanın komşuluk ilişkilerine dair vurgu yapılması açısından belki cazip görülmüş olabilir: Ama hangi komşuluk ilişkilerini? Tüm bireysel ilişkilerin çıkar ilişkileri odaklı olarak kurulduğu, çürüyen bir toplum yapısında bundan bahsetmek ve bunun nostaljisini içeren işler üretmek ne kadar hedefe ulaşabilir? Bireylerin bu kapitalist düzlemde birbirleriyle ilişkileri ancak çıkar üzerinden kurulabilmektedir –ve bu çağdaş sanat dünyasını da fazlasıyla kapsamaktadır. Öte yandan toplumsal komşuluklar bahsi de bir o kadar trajik: Türkler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Kürtler…  Birçoğu artık yakın komşu değil, sınırların dışında komşular haline gelmiş durumda. Öte yandan toplumsal ilişkiler de, kimlik siyasetinin günlük, geçici ve ideolojik olarak yanlış konumlandırılmış popülist-politik söylemleri içerisinde aşınmış durumda. Yoksulluğun, ezilmişliğin varlığı ve günbegün artan milliyetçi politikanın baskısı içerisinde, bu ilişki de günbegün değerini yitiriyor. Peki bu politik düzlemde sanatın dilinin önerdiklerini nereye koyabiliriz?

Bienalde yer alan işlerin, “komşuluk” temasını daha önce sanatta görülmemiş bir biçimde ele aldığını ve buna dair farkındalık yarattığını söylemek ne kadar olasıdır? Bienalde yer alan çalışmaları düşündüğümüzde şu soruların cevapları alınabilmiş midir? Yerellik üzerinden komşuluk ilişkilerini hangi işler üzerinden düşünebilir ve buna dair çıkarımlarda bulunabiliriz? Peki ya küresel ilişkiler? Halklar arasındaki kültürel ilişkiler ve ilişki kodları nasıl görünür kılınmıştır? Bienal, insanların komşuluk ilişkileri kurabilmelerine dair bir önerme sunabilmiş midir? KHK’lar ile binlerce akademisyen ve memurun işsiz kalması, okullardan atılan öğrenciler ve muhalif akademisyen, düşünür ve medya üzerinde uygulanan baskıya dair ne sunulabilmiştir? Acaba onlar komşunuz değil miydi? Tekrar her şey liberal bir düzlemde, düzgünmüş gibi görünürse mi tekrar komşu olunacak?