İradesizlikten eylemliliğe: Kırkbir

'Bizler o karanlık dünyada ayakta duruyoruz, ayaklarımız çıplak, ellerimizle karanlıkta yönümüzü tayin etmeye çabalıyoruz. Mahkûm ettikleri karanlık dünyayla birlikte öfkemiz de büyüyor. Var olduğumuz yer neresi olursa olsun, yalnız olmadığımıza eminiz; kollarımız birbirlerine çarpıyor, ellerimizden tutuyoruz birbirimizin. Sonra bir gün ateşler çalıyoruz hep birlikte, kibritleri teker teker…

soL Kültür – Mercan Soy

“Karanlığın kör askerleri

Çaldılar evimin ışığını

Bulutları karaya boyadılar

Sabahları, sabahları çığlık sesleri

Güneşi yasak ettiler

Şarkımızı haram ettiler

Özümüzü tükettiler

Karanlığın korkak askerleri”

Aydınlığın yasaklandığı bir dünya düşünün. Güneş uzun süredir yüzünü göstermemiş bu dünyaya. Yaşamın devamlılığının somut, bilimsel, başlıca koşulu güneş değil mi demeden düşünün. Biyolojik olarak varsınız karanlık dünyanızda, adınız gibi eminsiniz. Eski dünyayla ilgili bugüne kadar öğrendiklerinizi düşünüyorsunuz. Bestelenmiş şarkılardan, yazılmış şiirlerden, söylenmiş ninnilerden, deyişlerden duyularla ilgili tüm bildikleriniz beyninize hücum ediyor. O aydınlık günlerden de fazla duyumsayabildiğinize kuşkunuz yok o an. Parmak uçlarınız karıncalanmış, tüyleriniz diken diken, damarlarınızdaki kan yükseldikçe yükseliyor. Gözleriniz açık mı kapalı mı bir onun ayırdına varamıyorsunuz. Bazen gözleriniz açık sanıp mümkün oldukça kısarak bir şeyler görebilme isteğiyle harekete geçtiğinizde gözlerinizin kapalı olduğunu fark ediyorsunuz. Bazense kapalı sandığınız gözlerinizi sonuna kadar açmaya çabalıyor gözlerinizin açık olduğunu anlayarak hayal kırıklığına uğruyorsunuz.

Sesler duyuyorsunuz; nereden geldiği belli olmayan sesler… Sirenlerin çalındığına, marşların söylendiğine şahit oluyorsunuz. Aynı sözleri yineleyen marşlar… Karanlığın efendilerinin yazdığı, yaverlerinin bestelediği, karanlığın kölelerininse söylemiş olduğu marşlar. Bu marşlarda karanlığa övgüler diziliyor: Karanlık tek gerçekliğimiz. Var oluşumuzun yegâne koşulu… Bizlerse, o sonsuz karanlıkta ayakta duruyoruz. Kollarımız iki yanımıza düşmüş, tabanlarımızın acıdığını duyumsuyoruz, ayaklarımız çıplak. Gözlerimiz açık mı kapalı mı emin olamıyoruz yeniden. Parmak uçlarımıza kadar bizi yakan, nefes alabildiğimiz her an yükselen, damarlarımızdaki kanın basıncı kadar somut bir şeyden ise varlığımız kadar eminiz: Öfkemiz.

KİBRİT IŞIĞIYLA AYDINLANAN SAHNE

Kırkbir, geçtiğimiz günlerde Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde seyirciyle buluştu. Kırk bir kibrit ışığında, başka herhangi bir ışık kullanılmadan oynanan oyun, alışılmışın dışındaki tarzıyla büyük ilgi uyandırdı.

Harun Güzeloğlu’nun yazdığı metin, Nevzat Süs’ün rejisi ve Müge Saut’un etkileyici performansıyla birleşmiş ve ortaya izleyiciyi politize eden bir oyun çıkmış. Kibrit dışında herhangi bir aksesuar ve dekorun kullanılmadığı oyunda, görsellik yaratmak teknik açıdan zor. Buna karşın, oyuncunun bedensel performansı, kibrit ışığında izleyiciye yansıtmış olduğu mimikler, duygular ve ses kullanımındaki başarısı sahneyi dolduruyor. Karanlığın tekdüzeliğinden izleyiciyi sıyıran başka bir etken ise oyundaki müzik kullanımı. Cem Yarkın’ın müziğiyle oyuna eşlik edişi, seyirciyi kendine getiren ve karanlığın boğukluğunu ara ara kırarak dinlendiren bir unsur. Kırkbir, tek kişilik bir oyun olmasına karşın kalabalık bir oyun. İzleyen herkesi içine çeken, aydınlığa aç, ışığı, ateşi alınmış, mülksüzleştirilmiş, sistemin yalnızlaştırdığı her bireyin anlatısı olduğunu hissettiriyor.

DİSTOPİK DÜNYANIN SAHNEDE YARATILIŞI

Distopik bir dünya tasarımı ile karşımıza çıkan Kırkbir; ışığın, aydınlığın, ateşin yasaklandığı bir toplumsal atmosfer çiziyor. Işığın sahibi iktidar, büyük saraylarında, kalın perdeler ardında yaşamaktadır. Ancak halk, emekçi sınıf, eşitsizlikçi her toplumsal düzende olduğu gibi mülksüz. İktidar, günümüzde de olduğu gibi belli bir zümrenin iktidarı. “Büyük ve uzak evlerinde, saraylarında yaşayanlar hâlâ aynı yerdeler. Ateş, hüküm ve aş sahipleri…”

Distopik dünya, ütopik toplum anlayışının bir antitezi olarak 20. yüzyılın başlarında karşımıza çıkar. Kapitalizm ve emperyalizmin insanlığı uğrattığı yıkımlar, baskıcı rejimlerin ortaya çıkışları, insanlığın iyiye giden bir dünya göremiyor oluşu distopik düşünceleri ve sanatını doğurmuştur. Distopik dünyada ise, yaygın kanının aksine yalnızca kıyamet sonrası bir dünya ya da gelecekte yaşanacak felaketler senaryosu çizilmez. Toplum, muhalif bir unsur olarak yerini bulur.[1]

'BİRİLERİ DAHA ATEŞ ÇALACAK'

Oyunun sıradan, bilgisiz, iradesiz kadın karakteri, ateş çalarak hayatında ilk defa bir irade ortaya koyar. Hücreye atılmadan eline tutuşturulan bir kutu kibritle birlikte sorgulayış sürecine giren kadın, her kibrit çakışında sanki bir şeyi fark etmektedir. Hayatı ellerinden alınmıştır, sinmek, boyun eğmek fayda etmemektedir. Gözlerinin alınacak olması önemli değildir, birileri ondan sonra da ateşler çalmaya devam edecektir. “Birkaç saat sonra artık ışığı göremeyeceğim. Gözlerimi alacaklar. Sonra birileri daha ateş çalacak. Birileri daha ejderhalardan söz edecek. Birileri daha güneşli masallar anlatacak. Birileri daha…”

POLİTİK TİYATRO

Kırkbir bağlantılamaya çalıştığımız üzere, politik bir oyun. Bilindiği üzere politik tiyatro 20. yüzyılla birlikte Meyerhold, Piscator, Brecht gibi önemli isimlerce geliştirilmiştir. Tiyatroyu ele alış yöntemleri, diyalektik materyalist bakış açılarıyla, burjuvazinin çizdiği insan profilinden -durağan, edilgen, özne olamayan, tarihe herhangi bir şekilde müdahale edemeyen- farklı olarak bu isimler gibi birçok isim “gerçek insan”ı konu edinmişlerdir. Bu “gerçek insan”, olaylara tepkiler veren, çevresiyle iletişim halinde, ona müdahale edebilen, karşı çıkabilen insandır.

Kırkbir’deki karakter, başlangıçta karanlığın hükmetmeye başlayışına müdahale edememiş, uzaktan izlemekle yetinmiş ancak hiç umudu kalmadığında eyleme geçmiştir. Bu açıdan bakıldığında, oyun seyirciye bir uyarıda da bulunmaktadır: Her şey yaşanıp bittiğinde ve karanlık çöktüğünde değil, başlangıçta eyleme geçmelisin. Yaşadığı kayıplar ve bir sorgulama süreciyle birlikte boyun eğmemeyi öğrenmiş olan kadın, “kaderini” iyi ya da kötü kendi belirleyerek düzenin çarkına bir taş koyma iradesi göstermiştir. Burada burjuva sanat anlayışıyla taban tabana zıt bir konumlanış görüyoruz. Statükocu bir anlayış ile oluşturulan burjuva sanatı ve tiyatrosu insanı diyalektik bir bakış açısıyla işlememektedir. Brecht, bireylerin ele alınışıyla ilgili şunu söyler “Bireyleri toplumsal ilişkilerden soyutlayıp belirli değişemez sıfatların (iyi-kötü, aptal-zeki vs.) sınırları içerisine hapseden burjuva dünya görüşü ve sanatı…” Ayrıca şunu da ekler; ” Burjuva tiyatrosunun gösterimleri daima çelişkileri yumuşatmayı, yapay bir uyum yaratmayı ve idealizasyonu hedefler. Koşullar sanki başka türlü olamazlarmış gibi sunulur…”[2]

Kırkbir, yaşadığımız dünya koşullarının başka türlü de olabileceğine dair bir kibrit ışığı yakar:

“Bir gün, küçük bir ateş öylesine büyüyecek ki... Ateşe koşanları tutuşturacak kadar büyüyecek. Ateş dev bir ejderhaya dönüşecek. Karanlık üfleyenlere karşı ejderhanın ateşi tüm yüzleri aydınlatacak. Korkaklar bile aydınlanacak.”

İnsanlık tarihinde, koşulların başka türlü olabileceğine dair sayısız örnek de göstermektedir ki; insan, insanca değerlere, iyiye, eşitliğe yönelişi ile umut etmeyi bırakmayacak ve umudu örgütleyecek yapıdadır.

Bizler o karanlık dünyada ayakta duruyoruz, ayaklarımız çıplak, ellerimizle karanlıkta yönümüzü tayin etmeye çabalıyoruz. Mahkûm ettikleri karanlık dünyayla birlikte öfkemiz de büyüyor. Var olduğumuz yer neresi olursa olsun, yalnız olmadığımıza eminiz; kollarımız birbirlerine çarpıyor, ellerimizden tutuyoruz birbirimizin. Sonra bir gün ateşler çalıyoruz hep birlikte, kibritleri teker teker yakıyoruz. Sönmüş güneşleri kibritlerimizle tutuşturuyoruz.

Nâzım’ın da dediği gibi:

Sen de çıkar 
göğsünün kafesinden yüreğini; 
şu güneşten 
                düşen 
                        ateşe fırlat; 
yüreğini yüreklerimizin yanına at!

[1] http://haber.sol.org.tr/Kultur-Sanat/Tarihsel-iyimserlikten-kiyametvari-...

[2] http://www.praksis.org/wp-content/uploads/2011/07/001-Arslan.pdf