Hayallerinize sadık kalın

Devlet Tiyatrosu oyuncularından Celal Kadri Kınoğlu ile yaşamı, oyunculuk ve müzik hayatı, tiyatro ve genç oyuncular üzerine konuştuk.

Makina mühendisliği 4. sınıf öğrencisiyken okulu bırakıp konservatuvar sınavına giren Kınoğlu, bugün tiyatronun oyuncular için hâlâ gerçek bir seçenek olduğuna dikkat çekerek “hayallerinize sahip çıkın” diyor.

Sunay Gedik - soL

İTÜ Makina Mühendisliği’nde okurken oyuncu olmaya karar veriyorsunuz. Mühendislik ve oyunculuk birbirinden oldukça farklı alanlar, bu kararı nasıl verdiniz?
Geçiş aslında aşka dönüş. İlkokulda Pangaltı’nda seyrettiğim ilk oyundan beri, ben bu mesleğe hayran oldum. Hayatın tüm o sıkıcılığı, canımı sıkan anlamsız baskısı, büyüdüğünde kendini ifade etmekle ilgili gene bir insanın üzerindeki baskı unsurlarının tamamı, sanki tiyatro sahnesinde yok oluyormuş gibi geliyordu. O sanki sizin yaşayamadığınız hayattan alacağınız bir intikamdı. Oyuncular gerçekten yaşıyordu ve biz seyirciler onları seyrediyorduk, gülüyorduk... Oyuncular sanki oyun bittiğinde evlerine dönüp öyle yaşamaya, mutlu heyecanlı renki hayatlarına devam ediyorlardı. Ama biz sadece bir bilet süresince onların o mutluluğuna tanık oluyorduk, kendimize pay çıkarıyorduk.

Tiyatroya aşıktım ancak hayatım ailemin “hadi evladım, başarılı olman lazım” baskısıyla geçiyordu. “Başarılı ol”, “iyi öğrenci ol”, “kazan”.... Babam doktor, dedem mühendis, ailede ağır ceza hakimleri var, çok donanımlı bir sıkıcılıktır o. Oyunculuğa izin yoktu. Ve ben de bütün matematik sorularını çözüp teknik üniversiteye, makine mühendisliğine girdim. Şanslıymışım, orada tanıdığım insanlar hayatımı tekrar elde etmem için yardımcı oldu. Okulun gazetesini çıkardığımız, geziler yaptığımız beraber felsefe okuduğumuz, siyaset yaptığımız devrimci arkadaşlarım. Onlar sayesinde ben hayallerime sadık kaldım. Orada da başladık zaten “Genç Oyuncular” ismiyle, oyunlarımızı da yine bizim ekibimizden Tunç Tatoğlu yönetiyordu. Yaşıt gibiydik ama o daha çok bizim abimiz gibiydi. Bizi bir arada tutabilme gibi özellikleri vardı, hepimiz için şanstı en çok da benim şansımdı. Ve hayatımın o kritik anında, 4. sınıfta, konservatuvar sınavına girdim.

Okulu bitirmeden mi?
Evet, bitirmeden. Çünkü bitirmemek gerekiyordu, YÖK’e göre iki üniversiteyi aynı anda okuyamıyordunuz, arada askere gitmek gerekiyordu. Bir de şartlar çok radikalleşmişti benim açımdan, onu öyle yapmam gerekiyordu, o da küçük bir devrim oldu benim açımdan.

Hayallerinize sadık kalmanızı sağlayan bu ekiple bir şeyler yapmaya devam ediyor musunuz?
Evet, 30 yıl sonra bu ekiple beraber müzik yapıyoruz, bir grubumuz var: Türev. Çocuklarımız da çalıyor bizimle birlikte, türevler de onlar. Her hafta çalışıyoruz, 9 kişilik bir orkestrayız, nasıl o gün birlikte tiyatro yapıyorsak, şimdi de müzik yapıyoruz. Bu bizim hikayemiz. Bizi birleştiren çok güzel, çok büyük şeyler var...

Geçen sene boyunca ayda bir defa Kadıköy’de Livane adında bir barda çaldık. Programımızı sadece Türev’in sosyal medya hesapları üzerinden duyuruyoruz ve bir bakıyoruz yüz kişi geliyor. Kim gelenler? Onlar da bizim yaş kuşağımızdan, doktorlar mühendisler, arada gençler de geliyor. Kendi şarkılarımızı çalıyoruz, bütün şarkılar neredeyse Hakan’ın. Harika sözler yazan, besteler yapan bir arkadaşımız, o da eskilerden. Hakan, Ahmet, Semih, Sertuğ, Can, Esin, Levent, Kerem... Orkestramız kalabalık gitarlar, klavye, piyano bendeniz tenor saksafonda, mızıka, bas gitar, bir cümbüş. Esin diye bir arkadaşımız var o da şarkı söylüyor. Bir de insan inandığı sözü söyleyince, mutluluktan uçuyor. Ben zaten inandığım sözü söylemeye tiyatrodan alışkınım. Sahne üzerinde bir de bu zevkim vardı, çocukluğumdan beri, evdeki 45’lik plakları dinlerken Erol Büyükburç taklitleri yaparken, hep bir şarkı söyleyeyim hevesi vardı. Caddebostan Kadınlar Matinası’na giderdik, orada solist kostüm değiştirmeye gittiğinde pop çalan orkestra caza dönmeye başlardı. Aklım çıkardı zevkten.

Oyunculukta başarının hep katı disiplin kuralları ve kariyer planlarıyla sağlandığı düşünülür, sizin yaşamınız bence bunu yanlışlıyor. Siz daha çok merak ederek ve öğrendiğiniz yeni şeylerden keyif alarak yaşamınıza devam ediyorsunuz...
Benim yaşamım gerçekten söylediğiniz gibi, meraklı çocuğun aşk hikayesi. Aslında baktığınız zaman hep aynı dersler okutuluyor benim üniversitemde. Edebiyat, müzik, felsefe... Tiyatro zaten benim hep yaptığım bir şey, o benim bütün gün kafamı doldurup “oh” diyip içimdekilerden kurtulup yorulmuş sakin bir masumiyetle eve dönüşüm. Aşk ispat ister, insan bir şeyi seviyorsa o seni terk etmez zaten. Çocuk büyütmek gibi. Çok fikir değiştiren birisi değilseniz, çok kafası karışan birisi değilseniz eğer ve sevdiğiniz şeyde damla damla ilerlediğinizi gördüğünüzde, sanat ya da entelektüel varoluş bir başarı problemi olmaktan çıkar. “Başarılı olacağım bu aşkta, bu oyunda!” Bu daha gençken bizi baskı altına alan bir kriter ama giderek siz o oluyorsunuz, kendinizi ona bırakıyorsunuz.

‘Her oyuncu Nâzım’ı oynamalı’
12 senedir diyelim Nâzım oynuyorum, Mehmet Ulusoy’un rejisi, kaç tane takım elbise eskittim. Tam bu Gezi Direnişi sırasında Rusya’da oynuyordum, yaşananları TV’den seyrettim. O kadar ruhani bir şeye dönüşüyor ki o gece yeniden sahnede olmak. Orada onu başarmak değil o, orada Nâzım Hikmet’in yazdığı şeyi oturup yeniden yaşamak. Başka bir şey var burada, dinsel dememeye çalışıyorum ama son derece ruhani ve inançla yapılan, içine kendinizi bıraktığınız bir uyku gibi. Nâzım Hikmet bir oyuncu için en büyük şanslardan birisi, dilerim tüm oyuncular, özellikle genç oyuncular Nâzım’ı oynarlar. İnsanı akort eden, Shakespeare gibi. Kendinizi ölçebileceğiniz bir sanatçı Nâzım Hikmet ve bütün bunu sağlayan da Mehmet Ulusoy’un rejisi. O da bir çılgın. 5 ay prova yapıp 10 kilo vermiştim Nâzım’ı çalıştığımda.

‘Dizilerde herkes oynar’
Siz oyunculuğun yanı sıra oyuncu koçluğu da yapıyorsunuz. Ders verdikleriniz arasında konservatuvara hazırlananlar da var, ünlü popçular da.
Popçu, manken, ünlü ünsüz, doktor, evden kaçmış çocuk...

Şunu merak ediyorum, 30 yaşın üstünde bir manken size gelip oyuncu olmak istediğini söylediğinde, nasıl bir süreç işliyor?
Herkese biz aynı fikri ulaştırmaya çalışıyoruz, birisine oyunculuk çalıştırmak demek, onun hayatına girmek demek. Ama şu farklı, birini konservatuvara hazırlıyorsanız ya da bir oyuncuyu çalıştırıyorsanız, onu çalıştırdığınızda ona aktörlüğü öğrettiğinizi hissedersiniz. Onu ileride karşılaşabileceği rollere hazırlarsınız. Mankenle ya da şarkıcıyla çalıştığınızda, ona sadece o dizide oynayacağı rolü yaptırırsınız.

“Ben şu dizide bu rolü oynayacağım, beni buna hazırlar mısınız” diyerek mi geliyorlar?
Direkt yapımcı şirketler aracılığıyla geliyorlar zaten, şirket diyor ki böyle bir dizi başlıyor, şu kişi bunun başrolünde oynayacak, rolü de şu. Oyuncu değiller, sadece o rolü yapmayı öğretiyoruz. Bir televizyon dizisinde oynamak çok zor bir şey değil ki. Televizyon dizilerinde herkes oynuyor. O nedenle bir oyuncu bir dizide oynuyorsa, arkadaşlarına haber vermemeyi tercih ediyor. Özellikle orta yaşın üstünde bir oyuncudan bahsediyorsak... Hemen hemen her dizide aynı şeyler oluyor, benzer laflar söyleniyor, yüzeysel, karikatürize bir tünelin içinde boğuluyorsunuz can sıkıntınızla. Ama sizi bir oyunda Arthur Miller, Çehov, Shakespeare, Nâzım Hikmet, Sait Faik nerelere götürebilir? Kuyruklu piyanoyla org arasındaki fark gibi...


1985 - Genç Oyuncular. Soldan sağa: Ayşegül, Kubilay Zerener, Mine Suzan, Uğur Uluocak, Esin Görgülü, Emre Baykal, Serdar, Tunç Tatoğlu, Tanju Duru, Sertuğ Yanger, Can Çınar, Celal Kadri Kınoğlu, İlyas Börekçi, Nazan Diper

Dizide oynamak kolay diyorsunuz, çalıştırdığınız ünlüler arasında onu da beceremeyenler oldu mu?
Tabii, tabii. Ama inanır mısınız, daha iyi üniversitelerden mezun, daha iyi eğitimli insanlarda daha çok zorlandım. Çünkü kendini bırakamıyor. Bir dönem çalıştırdığım akıllı bir çocuk vardı mesela, uluslararası ilişkiler mezunu. “Böyle mi yapayım, şöyle yapsam böyle olmaz mı” diye diye akıcı bir oyunculuk çıkaramıyordu. Ama tamamen eğitimsiz, bir ailenin baskısı altında büyümemiş çocuğa “atla” diyorsun atlıyor, “zıpla” diyorsun zıplıyor, “vur” diyorsun vuruyor. Tüm bunları içinden geldiği gibi yaptığı için, dışarıya da samimi bir görüntü veriyor. Esasında oyunculukta çok eğitimli olmanız bazen aleyhinize çalışabilir. Kendinizi bırakmanızda direnç yaratabilir. Biz aslında masumiyeti yaratmaya çalışıyoruz, insanın masumiyetini güce dönüştürmek ancak o sayede bir oyuncuyu izlediğinizde bu adamın içini görüyorum diyebiliyorsunuz, oynamıyor yaşıyor diyebiliyorsunuz. Al Pacino’yu seyrettiğinizde ya da Müşfik Kenter’i seyrettiğinizde içini görürsünüz. Öyle güzeldirler, Genco o kadar içtendir, sahnede pırıl pırıl olur. Aradığımız şey bu...

Şarkımın Sözü
Yıllar... geçip giden yıllar
Kayıp bir fotograf gibi unutuldular
Yıllar... geçip giden yıllar
Eve dönmeyen çocuklar gibi
Sessizce ağladılar
Belkide hiç bitmeyen bir şarkıydı hayat
Konuşmayan bir tanrıydı zaman
Aşk vardı sadece
Aşk kaldı senin içinde
Gençlik öpüp gitti
Rüyaların gibi
Yalnızlık korkuttu
Yalnızlık hiç bıkmadan
Mumlar yaktın sen karanlıklarda sevgiyle.

“Şarkımın Sözü”nün sözleri biraz hüzünlü. Bu kadar renkli bir yaşamın ardından “elde var hüzün” demeyeceksiniz heralde?
Elde var değil, o da var. Pakette o da var. Çünkü siz ne de olsa bütün gününüzü, dünyanızı, inandığınız hayatı dolu dolu yaşamış olsanız bile yıllar hızlı geçiyor. Sadece yılların geçmesi bile insanın gözünü dolduran bir şey. Bir tane internet radyosu var sadece 70’li yılların pop şarkılarını çalıyor. Bunlar benim çocukluğumun şarkıları, onlarda o masumiyet sırılsıklamdır, üstüne bir de orkestraları dinlediğimde... Ben o saçma şarkılara inandığımdan değil o şarkıların benim yaşamımda gösterdiği zamandan dolayı gözyaşı dökebilirim. Zaman konusu benim hayatımda çok merkezde. En severek okuduğum kitap Marcel Proust Kayıp Zamanın İzinde. Felsefede zaman konusu, Heidegger’de zaman... Ütopyaların bizi gerçek olacağına inandıran Marx’taki zaman. Heraklit’teki zaman.

‘Seçeneksizlik değil kaybolma riski var’
Genç oyuncular seçeneksizlikle baş başa. Yaşamlarına devam edebilmeleri için ya dizi setinde ya da mesleğiyle ilgili olmayan alanlarda çalışmak zorunda kalıyorlar. Sizce bu seçeneksizlik halinden nasıl çıkılabilir?
Bence ortada seçeneksizlik olarak görülen şey, dünya görüşündeki eksiklik. Eğer onların kalplerindeki kafalarındaki pusula gerçekten doğruyu gösteriyorsa ve öyle bir dünya görüşüne sahiplerse, ne istediklerini başta, ortada ve sonda bilebilirler. Bugün bir oyuncunun çok daha büyük ve dolu dolu seçenekleri var. Kendi başına Youtube bile bir olanak. Dünyada hangi oyunların nasıl oynandığı bir tık ötenizde. Ama o tıkın işe yarayabilmesi için donanımlı olmak gerekiyor. Oyuncu, National Theatre’ı, Berliner Ensemble’ı, Comedy Francais’i biliyorsa anlamlı.
İradesizlerin mahvolduğu bir dönemdeyiz biz. Bilgisizliğin suç olduğu bir dönemdeyiz. Bizim dönemimizde bu kadar suç değildi, raflarda bu kadar kitap yoktu, olanaklarımız daha sınırlıydı. Düşününce gerçekten bu bir mucize, bilgisayar, internet ulaşabileceğimiz bir yerde durmuyordu. Bir tıkla Chomsky’yi, Foucault’yu, bir tıkla Russell’ın röportajlarını seyredebilme imkanı var, kitaplar bu kadar çok çevrilmiyordu.

‘Tiyatro oyuncunun gerçek seçeneği’
O yüzden oyuncunun oyuncu adayının ne istediği ve dünya görüşünün ne olduğu çok önemli. Onun haricinde üzülmesinler New York’ta ya da Londra’da bir kafede sizinle ilgilenen garson, diğerlerinden daha canlı daha hareketli, kendini daha iyi ifade edebiliyorsa oyuncudur o. Oyuncular çok fazla garsonluk yaparlar, çocuk bakarlar, köpek gezdirirler, bunlar vah öyle bunlar da mı başıma gelecekti anneme nasıl söyleyeceğim diye hatırlanması gereken dramatik unsurlar değil.

Bir oyuncunun tiyatro seçeneği vardır, bu seçenek hâlâ ve daima var. Bazıları gerçekten sinemayı çok sevebilir, bugün Türkiye’de yeni sinema çok güzel yapılıyor. TV dizilerinde bazı insanlar oyunculuk kısmına değil, şöhret ve para kısmına çok ilgi duyuyorlar. Orada o paraları kazandığında insanlar hayatlarında eksik şeyleri tamamlamalılar, gidip dil öğrenmeliyim, gidip tarih okumalıyım. Gidip felsefe çalışmalıyım, konferansları takip etmeliyim, caz festivallerine gitmeliyim diyebiliyorsa o paranın onun için bir avantaja dönüştüğünü görürsünüz. Yoksa bütün kazandığı parayla son model bir araba alıp başka bir pop figüre dönüşmeyi arzu ediyorsa, zaten ona buradan seslenmemizin imkanı yok. Çok fazla seçenek olduğu için kaybolmak diye bir tehlike var bugün.

‘Sana iyi gelen şeyi unutma’
Her ne olursa olsun, hayatlarını kazandıkları ya da kazanabilecekleri parayla ölçmemeli insanlar, başarı ya da mutluluğu para diye ölçmemeli. Bir kere insanların gerçekten her koşulda tiyatro yapabilmek gibi bir özgürlükleri var, eğer isterlerse. Bütün o geçmiş yıllara baktığında 60’larda Genco Erkal’a baktığında, 70’lerde devrimci tiyatrolar, amatör tiyatrolar, 80’lerde bizler, 90’larda yine insanlar yaptı!ar. Biz neye inandık da yaptık, sadece televizyon olmadığı için mi yaptık bütün bunları? Buyrun bugün televizyon var ve biz her gece oynuyoruz. Metin Çulhaoğlu “Doğruda Durmak” der, doğruda durulabiliyor, benim pusula diye bahsettiğim şey bu. Eğitim buna öz eğitim de, anne babanızdan aldığınız eğitim de dahil, görgünüz kültürünüz, okuduğunuz okullar sizin kaybetmeyeceğiniz bir pusulayı kalbinize ve beyninize koyabilmiş olmalı. İnsan kendini koruyabilir. Hayatın çok anlamlı olduğu, bunu yaşarken insanın nitelik yaratmak zorunda olduğu ve bunun onun özgüvenini ve kişiliğini çok doğru bir şekilde geliştirdiği düşüncesinin güzelliğini kaybetmemeniz lazım. Şiirinizi kaybetmemeniz lazım. Diyelim 18 yaşınızda size güç veren bir şiir okuduysanız, onu kaybetmeyin. Gerçekten unutmak ihanettir, sana iyi gelen şeyi unutma.