Genco Erkal'la söyleşi: Bıraksam ayakta duramam, insanı ayakta tutan mücadeleye devam etmektir

Usta tiyatrocu Genco Erkal "Güneşin Sofrasında - Nâzım ile Brecht" isimli yeni oyununu "tam da hayal ettiği gibi" bir sahnede oynamanın heyecanını yaşıyor bu günlerde.

Serdar Nazım Yüce

Usta tiyatrocu Genco Erkal'ın, Nâzım Hikmet ve Bertolt Brecht'in şiir ve şarkılarından uyarlayıp yönettiği "Güneşin Sofrasında - Nâzım ile Brecht" oyunu prömiyerini geçtiğimiz günlerde yaptı. İstanbul Kadıköy Lisesi içindeki tarihi konağın bahçesini açıkhava sahnesine dönüştüren Dostlar Tiyatrosu ekibi, insanları yaz boyunca, akşam serinliğinde muhteşem bir deneyim yaşamaya çağırıyor. Genco Erkal ve Tülay Günal oynadığı müzikli gösterinin müzik yönetimiyse ünlü piyanist Yiğit Özatalay'da.

Yeni oyununun heyecanını yaşayan Genco Erkal'la bu vesileyle bir söyleşi gerçekleştirdik. Tiyatroya başladığı yıllardan, tiyatro yaptığı için yargılanışlarına kadar birçok süreci paylaşan Genco Erkal, Dostlar Tiyatrosu'nun 'göçebelik' hikayesini, son olarak lisenin içindeki Mahmut Paşa Konağı'nın açıkhava sahnesine dönüştürülmesini soL'a anlattı.

Nâzım ile ilk tanışmasını anlatan ve Nâzım'la olan ilişkisini, "Ne ben Nâzım’ı bıraktım, ne de Nâzım beni bıraktı. İlk tanıştığımızda o benim babam yaşındaydı. Sonra aynı yaşa geldik. O 62 yaşında öldü ve şimdi ben neredeyse onun babası yaşındayım. Hâlâ beraberiz sahnede" cümleleriyle anlatan Genco Erkal, Bertolt Brecht içinse "Yolumuzu arıyoruz yani, 'Politik tiyatro nasıl olur?' Brecht’i keşfettiğimizde 'Haaa' dedik, 'Baba bunu yapmış zaten'…" diyor.


Bu kadar dolu dolu bir yaşamı bir röportaja sığdıramayız tabii ama…
Bütün hepsini mi?

En başından alacağız.
Eyvah eyvah… Yandım ben desene. (Gülüşmeler)

Flaşlar üzerinden, en başından başlamak isterim. Tiyatroya başlamanızda dönüm noktası saydığınız olaylar neler?
Çok doğal. Benim için sanki hep tiyatro vardı. İçindeydim hep. Kukla oynatırdım arkadaşlarla bahçede, misafirleri çağırıp onlara gösteriler yapardım. Tiyatro, küçüklüğümden beri benim yaşamımın bir parçası. Onun için çok şanslıyım. Mesleğimi doğal olarak, kendiliğinden seçtim ve şanslı olduğum yanı da, bu mesleğin aslında hayatta en çok sevdiğim şey olması. Okulda da yoğun olarak, özellikle Robert Kolej’de okurken çok yoğun tiyatro çalışmaları oldu.

BABAM TİYATROCULUĞU KABUL ETMEDİ

Her şey doğalında ilerliyordu ama babam kabul etmedi tiyatroculuğu meslek olarak. 18’imde, “Bu evdeyken olmaz. Tiyatrocu olmak istiyorsan çekip gideceksin bu evden” dedi bana. O zamanlar daha yeni 18’imi bitirmişim. Ben de cesaret edemedim öyle her şeyi silip süpürmeye. “İkinci tercihin nedir?” diye sordu bana. “Psikoloji” deyince, “Bak, o olur” dedi. Böylece psikoloji okumaya başladım.

SONRA ÇOK BÜYÜK BİR TEKLİF GELDİ

Onun da çok faydasını gördüm aslında bütün mesleğim boyunca. İyi ki onu okumuşum, gerçekten çok sevdiğim bir daldı psikoloji. Sonra yavaş yavaş babamı ikna ettim. Amatör çalışmalara geldi, gitti. Sonra çok büyük bir teklif geldi: Muhsin Ertuğrul…

Şimdiki kuşak Muhsin Ertuğrul’u çok bilmiyor ama bizim için Atatürk neyse tiyatroda da Muhsin Ertuğrul oydu. Onu büyük bir önder olarak görüyorduk. Muhsin Ertuğrul, “Kenterler Devlet Tiyatroları’ndan ayrıldı. Onlara İstanbul’da bir tiyatro açacağım. Genco gelsin oynasın, ona bir rol var” deyince inanamadım! Kenterlere de çok hayranım o zamanlar. Sömestr tatillerinde falan kaçıp Ankara’da onları seyrederdim o zamanlar. “Bir kerecik deneyeyim, ne olacak? Herkesin eline geçmez bu fırsat” dedim babama. O da, “Peki” dedi. Bir kere “Peki” demiş oldu. (Gülüyor) Ondan sonra babam da çok destek oldu.

Tiyatroda sanırım 57 yılı geride bıraktınız?
Evet, profesyonel olarak.

1959’da tiyatroya özel kurumlarda başladığınızı biliyorum.
Ben hep özel çalıştım.

Neden hiç ödenekli tiyatroları tercih etmediniz?
Şöyle oldu: Öncelikle teklif ilk olarak oradan geldiği için öyle başladım. Ondan sonra, burada çalışırken Asaf Çiyiltepe’den teklif geldi, Arena Tiyatrosu’ndan. O da AST’ın (Ankara Sanat Tiyatrosu) anasıdır; Ankara Sanat Tiyatrosu ilk Arena olarak kuruldu. AST Ankara’ya taşınınca ben de 1 yıl sonra onlara katıldım. O sırada -Onlar gidecekti, ben İstanbul’da kalacaktım- Gülriz Sururi’nin tiyatrosundan teklif geldi. Yani hep özel tiyatrolarla sürdü. Sonra kendi tiyatromuzu kurduk tabii.

BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ’NİN İLK SANSÜRÜ

Biraz fırsat mı bulamadınız yani?
Hayır. Şöyle bir şey oldu, o ilginçti: Zamanın Devlet Tiyatroları genel müdürü dedi ki; “Biz sizi beğeniyoruz, uzaktan izliyoruz”… Ben konservatuarda değilim ama Devlet Tiyatroları genel müdürünün konservatuardan yetişmemiş bir oyuncuya “Gel seni bizim tiyatroya alalım” falan demesi olmayacak bir şeydi. “Çok memnun olurum” dedim. “Bu yıl bir tekst buldum, Bir Delinin Hatıra Defteri diye. Onun üzerine çalışıyorum” dedim. Bu 65 yılında oluyor, Ankara’da. “Onu sizde oynayabilirim, geleyim” dedim. Dedi ki, “Siz bize gelirsiniz, ne oynayacağınıza biz karar veririz.” İşte orada benim için ödenekli tiyatro bitti. O yüzden hiçbir zaman –ne Şehir Tiyatrosu ne de Devlet Tiyatrosu- düşünmedim.


 
ORADA MEMUR OLUNUYOR

'İstediğimi yapamayacaktım' diyorsunuz...
Evet. Ben hep bağımsız olmak istedim, hep kendi çizgimde, kendi düşündüğüm ve inandığım tiyatroyu yapmak istedim. Onu da devlette ya da belediyede yapamayacağımı anladım. Orada memur olunuyor çünkü. Tepenizde bir sanat yönetmeni var, birileri var; onlar karar veriyor senin hakkında. Ben bunu hiçbir zaman istemedim. Bundan da çok mutluyum. Evet, özel tiyatro yapmak çok zor, hele de politik tiyatro yapmak daha da zor ülkemizde. Ödenmesi gereken bedeller var çünkü. Ama benim yaşamım da bu. Bundan hiç şikâyetçi değilim.

SANAT DÜZENE BİR BAŞKALDIRIDIR

Bir mücadele başlığı daha koymuş oldunuz aslında önünüze?
Evet. Zaten tiyatro ya da sanat bir mücadeledir zaten. Kurulu düzene karşı bir başkaldırıdır sanat. Onu da ödenekli olarak yapmak zor tabii… (Gülüyor)

Ali Paşa Hanı deneyiminden sonra tarihi Mahmut Paşa Konağı’nın bahçesini açık hava tiyatrosuna dönüştürdünüz. Tiyatroseverler için muhteşem bir deneyim oldu bu. Nasıl oluştu bu fikir?
Oranın (Ali Paşa Hanı) büyük bir bölümü aileden bize ait. Çorlulu Ali Paşa -Sadrazam, boynu vurularak idam edildi- ailesine bırakıyor orayı. Aile de borçlarına karşılık satıyor, bir şekilde hisselerin büyük bir bölümü bizim dedelerimize geçiyor. Avlunun da büyük bölümü kardeşimle bana aitti. Oraya gider gelir bakardım. Yıllarca hep aklıma Shakespeare’in Globe Tiyatrosu gelir. O da bir hanın avlusudur aslında. Yıllarca “Burada bir tiyatro olsa, burada bir tiyatro olsa”…

DİYECEĞİM Kİ ‘BEN YIKILMADIM’

Kardeşim de çok yanaşmaz diye bu hep böyle kaldı. Fakat bir ara, bir boş bulundu ve “Sen böyle bir şey düşünüyordun, yapalım yahu” dedi. Onun isteği ve onayıyla yaptık aslında. Sonra da istemedi. Yarısı onun olduğu için izni olmadan tiyatro yapamıyordum orada. Biraz direndim ama onun izni olmadığı için belediye de oraya izin vermedi. Onun üzerine dedim ki “Yenilmeyeceğim. Mücadele edeceğim. Gidip başka yer bulacağım. Orayı aratmayacak başka bir yer bulacağım ve diyeceğim ki; “Ben yıkılmadım”.

3 ay… İstanbul’da döndüm durdum. Kilise bahçeleri, okullar, tarihi açık hava yerleri. Hep açık hava arıyoruz yaz olduğu için. Çok dolaştım. Burayı gördüğüm an “Aradığım yer” dedim. Acaba izin alabilecek miyiz? Çok şaşırtıcı gelişmeler oldu. Buranın müdürü müthiş bir yakınlık gösterdi. Onu diğer oyunlarıma çağırdım, bizim handaki fotoğrafları gösterdim; “Bu bahçeyi de şöyle yapacağız böyle yapacağız” dedim. O da böyle bir arayış içindeymiş zaten. Kültür-sanat, kültür-sanat derlerken ben çıktım karşılarına. Güzel bir buluşma oldu. Çok saygı gösterdi yapılan işlere, “Okul aile birliğini de ikna ederim, Milli Eğitim’den de ben alırım izni” dedi. Çünkü Milli Eğitim de izin vermeyebilirdi. Hatta bir ara oyunun içeriğini falan sordular, “Eyvah!” dedim; “Biz burada takıldık galiba” (Gülüşmeler). Şansımıza Ben Bertolt Brecht oyunu da, Yaşamaya Dair de Kültür Bakanlığı’ndan izin almış olduğu için bir çeşit legalize olmuş oyunlardı. O yüzden bunu mesele etmediler. İzin çıkınca biz de okulun tatil olmasıyla birlikte –Zaten daha önce tasarımı, ışıkları falan tasarlamıştım. Kafamdaydı yani- bir girdik ve yetiştirdik. “Bayramın üçüncü günü” diyorduk, bayramın üçüncü günü de başladık.

MUAMMER KARACA’DAN RESMEN KOVULDUK

Bu sahne sıkıntısı yeni bir şey değil ama.
Maalesef…

Muammer Karaca –ilk tiyatro deneyimim orada olmuştu çocukluğumda- ve diğerleri…
Öyle mi, ne güzel. Biz hep göçebe bir tiyatroyuz. Yani peş peşe 3-5 yıl aynı yerde oynadığımız oyun olmamıştır.

Bu tesadüf mü?
Bilmiyorum, daha iyisini aradığımızdan belki. Birçok yerde oynadık biz, oynamadığımız tiyatro kalmadı. Ama her yerden kendi isteğimizle ayrıldık diyebilirim. Muammer Karaca’dansa resmen kovulduk. Önce bir hoşgörü gösterdiler, ben de şaşırdım ve “Yahu Sivas'93 gibi bir oyuna bunlar nasıl izin veriyorlar?” dedim. O dönem onların demokrat görünme dönemiydi. Yeni geldikleri zamandı, bizim ‘Yetmez Ama Evet’çileri falan çok güzel kazıkladıkları dönemdi. Herkesi kazıkladılar o dönemde ama sonra gerçek yüzleri çıktı ortaya. Baktılar ki Sivas’ın arkasından Marx (Marx’ın Dönüşü), arkasından Aziz Nesin –ki onlar için feci bir deneyimdi- geldi. (Gülüşmeler) Bir de “git” diyemiyorlar. Çünkü tanınmış, herkesin bildiği bir tiyatroyuz. Sonra yavaş yavaş tırpanlamaya başladılar. Önce haftada bire indirdiler, “Bu sene kapatacağız” dediler, yok “deprem” dediler, yok “çatlak” dediler. Bir sürü bahane ve sonunda oradan atıldık.

NÂZIM’LA İLK TANIŞMAM

“Güneşin Sofrasında – Nâzım ile Brecht” oyununun prömiyeri bu bahçede yapıldı ve gösterimler de başladı. Takip ediyorum, çok yoğun geçiyor. Oyundan bahsedelim isterim… 20. yüzyıl edebiyatının iki doruk noktası bu oyunda bir araya geliyor. Oyunda kullanılan müzikler de cabası. Neden Nâzım’la Brecht?
Onlar benim idollerim. İkisiyle tanışıklığımız çok eskilere dayanıyor. Nâzım’dan 1975’te ilk Kerem Gibi'yi yaptığımda, o zamanlar Türkiye’de şiirden tiyatroya diye bir kavram yoktu. 60’lı yıllarda, Kuvayi Milliye Destanı kitap olarak ilk basıldığında Nâzım’la tanıştım. Daha öncesinde, “Vatan haini”, “Moskova’ya gitti, toprağı öptü” gibi manşetler gözümde canlanıyordu. Korkunç bir adam bu adam!

NÂZIM KENDİNİ ANLATACAK

Kuvayi Milliye’den önce Nâzım’ın adını bile anmak mümkün değildi. Hatta bir keresinde lisedeki edebiyat öğretmenimiz, “Size bir şiir okuyacağım ama yazarını sormayacaksınız, söyleyemem” dedi. Okudu; o ağladı, biz ağladık sınıfta. Yıllar sonra ben onun Mavi Gözlü Dev olduğunu anladım. Adamın ismini bile söyleyemedi, öyle bir dönemdi. Kuvayi Milliye’yi okuduğum anda yıldırımla vurulmuşa döndüm, tam anlamıyla. Ondan sonra sürekli olarak o şiiri yüksek sesle okumaya başladık arkadaşlarla. Bir heyecan fırtınası olurdu aramızda;

“Onlar ki toprakta karınca,

                                   suda balık,

                                                havada kuş kadar

                                                             çokturlar”
diye başlardık. Bunu, bu duyguyu paylaşmam lazım. Ben tiyatrocuyum, seyirciye bir şekilde ulaştırmam lazım. Kafamda demlendi de demlendi ve yıllar sonra “Bir oyun yazacağım ve Nâzım kendini anlatacak” dedim. Zaten o her şeyini anlatmış. Gençlik yıllarındaki o kavgacı şiirleriyle başlayan, onun hapse düşme nedeni olan şiirlerle başlayıp, hapislik yılları, açlık grevi, yurtdışına kaçmak zorunda kalışı, sürgün yılları… Ölümüne kadar kendi diliyle anlatıyor zaten bunların hepsini. Bunu tek kişilik oyun yapacağım ve projeksiyon yardımıyla da dönemin gazete manşetleri, Balaban’ın (İbrahim Balaban) hapiste çizdiği resimler, Bursa Hapishanesi’nden fotoğrafları göstereceğim. İlk oyunu (Kerem Gibi) yaptım 1974’te. Ben de ne çok anlatıyorum ha! (Gülüşmeler)

NÂZIM BABAM YAŞINDAYDI, ŞİMDİ BEN ONUN BABASI YAŞINDAYIM

Diyeceğim şu; işte benim aşkım ta o zamanlardan başladı ve o zamandan beri ne ben Nâzım’ı bıraktım, ne de Nâzım beni bıraktı. İlk tanıştığımızda o benim babam yaşındaydı. Sonra aynı yaşa geldik. O 62 yaşında öldü ve şimdi ben neredeyse onun babası yaşındayım. Hâlâ beraberiz sahnede. Sadece sahnede de değil tabii. 1 Mayıs alanlarında, mitinglerde, anma gecelerinde hep beraber olduk. Büyük alanlarda milyonlara seslendik beraber. Çok büyük bir serüven yaşadık biz onunla. Kerem Gibi yargılandı, aklandı. Ona benzer pek çok yasaklamalar oldu. Barış Derneği davasında ben de sanık oldum. Oradaki suçumda Nâzım Hikmet’in doğum günü etkinliğine katılıp, Nâzım şiirleri okumaktı. Oradan da aklandık sonunda ama 8 yıl pasaport yasağı kondu.

BRECHT'İ KEŞFETTİĞİMİZDE...

Buna benzer bir serüven de, Nâzım kadar yoğun değil belki ama Brecht’le oldu. Çünkü biz politik tiyatro yapmaya kalktık. Bu düzeni değiştirip barışçıl, insancıl, daha insana yaraşır, paylaşımcı kurma yolunda tiyatro da çok etkili bir sanat alanıdır. Zaten “Politik olmayan sanat yoktur” Sergei Eisenstein. Yolumuzu arıyoruz yani, “Politik tiyatro nasıl olur?” Brecht’i keşfettiğimizde “Haaa” dedik, “Baba bunu yapmış zaten”… Kuramını da koymuş ortaya; ister Epik Tiyatro deyin, ister Diyalektik Tiyatro deyin. İşte o zaman biz bunun peşinden gideceğiz ya! Ondan sonra da Brecht’in yazılarını okumaya, oyunlarını sahnelemeye başladık. İlk olarak Kafkas Tebeşir Dairesi, Galileo Galilei, Bay Puntila ve Uşağı Matti gibi oyunlarını oynadık. Bir de 1978’den başlayarak Ben Bertolt Brecht adıyla onun şiir ve şarkılarını da gösteri haline getirdik.

İşte yaşamımda etkili bu iki büyük ozan, dediğin gibi 20. yüzyıl sanatının iki doruk noktasını bir arada, bu büyülü mekânda sunmak istedim. Buraya özgü bir kurgu yaptık. Aşağısı hapishane görüntüsü gibi. Nâzım’ın Bursa Hapishanesi’ni tarifliyor:

Bir de Nâzım Angina Pektoris şiirinde karısından söz ederken, “kalbim Çamlıca’da bir harap konaktadır/ her gece doktor” diyor. O konak da bu konaktı. Zaten Piraye Hanım yukarıda pencereden görülüyor oyunda:

ÇOK TANINAN MAVİ KARELİ CEKET

Sonra bir ara konak Prag’da Dr. Faust’un evi oluyor; “Kapıyı çaldım/ doktor evde yok.” Dekor değişiyor ve doktorun evi oluyor burası. Böyle değişik atmosferler yaratıyoruz. İşte Nâzım’la başlayıp Brecht’e doğru bir gidiyoruz, orada dolaşıp tekrar Nâzım’a dönüp, “Dostların arasındayız/ Güneşin sofrasındayız” diye bitiriyoruz oyunu. Sadece şiir ve şarkılardan oluşan müzikli gösteri ama belli bir kurgusu var. Tuhaf ama her ikisinin de bundan yarım yüzyıl önce yazdığı şeyler bugün yazılmış kadar güncel. Onun için bugün tartıştığımız bütün konular; savaş, barış, insanlık, eşitlik, adalet… Her şey o kadar güncel ki! Bir ara biri çıkıyor; “Cebin doluysa bak yaşamak rahat” derken çok tanınan bir mavi kareli ceketi giyiyor sırtına (Gülüşmeler). Onun için de hem çok eski hem de çok yeni şiirler, şarkılar bunlar.

Tepemizde martılar geziyor burada. Kediler bizle beraber oynuyor oyunu; masanın, piyanonun üstüne çıkıyorlar falan. Tam bir yaz gecesi işte.

Yeni bir aile kurdunuz burada.
Evet. Orada da (Ali Paşa Hanı) vardı ailemiz. Orada fazladan yarasalar vardı (Gülüşmeler). 

IŞİD'İ BESLEDİLER, BAŞLARINA BELA OLDU

Türkiye’nin içinden geçtiği bu kaos ve şiddet dolu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok moral bozucu. Hakikaten her gün gazetelerde, her dakika sosyal medyada bu haberleri görüyorsunuz. Bir yanda yıllardır içimizde süren bir savaş var. O savaş artık gemi azıya almış, boyut değiştirmiş durumda. Eskiden dağlarda oluyordu, gene duyuyor biliyorduk ama görmüyorduk. O kadar içinde değildik. Şimdi artık şehirler taranıyor, her iki taraftan da verilen müthiş kayıplar var. Öbür tarafta da dinci terör. 2 Temmuz’un yıldönümüydü işte. Madımak hâlâ yanıyor. O yangın devam ediyor. Sadece burada değil; Paris’te, Londra’da, her yerde yani. Bu da boyut değiştirdi. Antik kentler yok ediliyor, kadınlar sokakta sürükleniyor, eşcinselleri binalardan atıyorlar… Bu boyutta değildi ama her zaman – Biliyorsun, bizdeki merkez sağdan başlayan sağ kanat da- bunu besledi. Sonra “Onlar bunu yaptılar dedirtemezsiniz bana” demiştirler ama beslediler. Hizbullah’ı da böyle böyle beslemişlerdi, başlarına bela olmuştu. Şimdi de IŞİD’i beslediler ve başlarına bela oldu. Geri dönemiyorlar. Çünkü bunları kontrol edemezsin. Bunlara bir kere yol verdin mi artık ne yapacaklarını kestiremezsin. Kontrolden çıkıyorlar.

'YETMEZ AMA EVET'ÇİLER

Yardım da etmediklerini söylüyorlar…
Diyorlar. Hâlâ ediyorlar halbuki. Onlardan petrol aldılar, verdiler ailece. Bunlar ortaya çıkacak yakın zamanda. Tıpkı tapeler gibi inkâr ediliyor.

Evet, inkâr ediliyor. Sonra da “Ahh biz bilmiyorduk. Kandırıldık” oluyor. Her konuda kandırılıyorlar. Bu kadar da olmaz ki! Sen sorumlusun, “kandırıldık” olur mu? Bir değil, iki değil yani. ‘Yetmez Ama Evet’çiler de öyle; iki de bir “Kandırıldık”. Bu çok güzel bir kaçış yolu. “Kandırıldık” deyince bütün günahlarından arınabiliyorsun, böyle bir şey olabilir mi ya?

AZİZ NESİN HAYATTA OLSA...

Peki, bir sanatçı olarak etkileri ne oluyor size bu sürecin?
Bizim işimiz bu. Biz söyleyeceklerimizi buradan, sahneden söylemek durumundayız. Allahtan Nâzım var, Brecht var da bize, düşüncelerimize tercüman oluyorlar. Duygularımızı dillendirebiliyoruz bu sayede. Ne yazık ki yeni oyun pek yazılmıyor. O boyutta şair ya da oyun yazarı çıksa da keşke yazsa bir şeyler. Mesela Aziz Nesin… “Ah! Hayatta olsa da…” diye düşündüğüm çok olmuştur. Çünkü o bu iktidarı, görgüsüzlüklerini, para düşkünlüklerini çok güzel anlatırdı. Bu damatlar, Çamlıca hanedanlığı, kaçak saraylar falan neler yazardı kim bilir. Biz yeni yazılmış şeyler bulamıyoruz ne yazık ki. Eski defterleri karıştırıyoruz hep.

Bir de artık iyice göstere göstere yapılan gerici uygulamalar var. Eğitimin durumu, sokakta karşılaştığımız şeyler, mahalle baskısı… 
Şu son 2 ay içinde olanları ele alsak yeterli bir tarif veriyor yani.

78 yaşında, Türkiye’nin birçok dönemine şahitlik etmiş bir aydın olarak bu dönemi özel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Hep denir ya, “En kötüsü bu” diye…
Ben de öyle diyorum şimdi. Hakikaten öyle geliyor. Bu kadar pervasız olmadı kimse. Bu kadar tüm devleti ele geçirmedi. Askeri darbeleri hiç benimsemedik, savunmadık ama şimdi bunlar bütün devlet aygıtını geçirdiler. Eskiden Demireller, Özallar biraz çekinirlerdi ordudan. Bir kontrol mekanizması vardı, denge vardı. Devrimci hareketi bölüp parçalamak, pasivize etmekse çok kolay bizim ülkemizde. Mesela düşünün TİP’in ilk çıkışı, meclise girişi… O güçle devam edebilseydi sosyalist hareket bambaşka yerlerde olurduk. Bunu çok ustaca becerdiler. Zaten şurada 3buçuk adamız yahu! Güçlenip, birleşip başaracağımız halde tam tersine birbirimizi eleştirmekle meşgulüz. Bugün ne yazık ki ağırlığı olan bir sol hareket yok. En büyük eksikliklerden biri bu tabii ki. “Muhalefet yok, muhalefet yok” diyoruz, CHP’den bekliyoruz muhalefeti. Zaten CHP nedir ki! Asıl olması gereken güçlü bir sosyalist hareket.

AKP GİDERSE ÇOK FENA GİDER

Böylece yargıyı, Milli Eğitim’i ele geçirdiler, polisten yeni bir ordu kurdular, orduyu da ele geçirdiler. Artık nereye baksan onların. Kim bunlara karşı çıkacak? Hal böyle olunca da adam ağzına geleni söylüyor karşısındakine. Böyle bir şey görüldü mü? “Ben yaptım, anayasa arkadan gelir” diyor. Ne demek bu yahu! Bu darbe demek. Başkanlık zaten olmuş, yasalar da ona uyum sağlayacakmış. Hiç kimse de çıkıp buna, “Yüce Divan’a gider bu”, “Vatan hainliğine girer bu”, “Darbedir bu” diyemiyor. Kimsenin gıkı çıkmıyor; çünkü o kendini çok da güzel garantiye almış, sarayını da kurmuş. Baksana yargı margı beraber çay toplamaya gidiyorlar. Kimse daha önce böyle iktidar olmadı. Menderes’i hatırlayalım. Ben 50’de 12 yaşındaydım. Oradan başlayalım, zaten yüzde 90 sağcı iktidarlar yönetti bizi. Ne Menderes, ne Demirel, ne Özal böyle bir güce sahip olmadı. Onun için korkuyorum ben bundan ama bunlar da giderlerse çok fena giderler. O kadar büyük suçlar işlediler, o kadar büyük yolsuzluklar yaptılar ki. Nasıl temizleyeceğiz bunu? O yüzden de çok umutsuzum doğrusu.

MADIMAK'TAKİ YANGIN DEVAM EDİYOR

Sivas katliamının üzerinden 23 yıl geçti. Bu sürede katiller kaçırıldı, yakanların avukatlığını yapanlar AKP’nin milletvekilliğini, yöneticiliğini de yaptılar...
Sonra da zaman aşımına uğradı dava ve o çıktı “Hayırlı olsun bu karar” dedi. Zaman aşımı kararı verildiğinde yenileyerek bir daha oynadık bu oyunu (Sivas'93). Sonunu değiştirdik ama. “Başbakan ‘Milletimizi hayırlı olsun’ dedi” diye bitirdik oyunu, güncelledik o son kısmı. Atatürk Havalimanı saldırısı Madımak’ın yıldönümüne birkaç gün kala oldu. Onun için “Yangın hala devam ediyor” diyorum. Aynı şey, aynı mantık. “Tahrik” diyorlar ya, “Ama onlar da tahrik etti”. Ne kolay tahrik oluyorlar. Bir milliyetçilik, bir de dincilik damarı. Bunlar üzerinden hemen tahrik olunuyor. 6-7 Eylül olayları, Çorumlar, Maraşlar… Onlar vurmaya hazır çünkü. Sol düşmanı onlar, aydınlık, laiklik düşmanı olan kesim fırsat kolluyor. Bu mudur tahrik olmanın sonucu. Yakmak mı, insanları kesip öldürmek mi, dükkan ve evleri yağmalamak mı?

MÜCADELE ETMEK LAZIM, İNSANI AYAKTA TUTAN BUDUR

Peki, siz “umutsuzum” dediniz. Oraya geri döneceğim, diğer sorularım ama gibi uzatmayacağım girişi. Size önce “Umut” diyeceğim, sonra da “Umutsuzluk”. Sormak istediğim bu kavramların sizde çağrıştırdığı, sizin bu kavramları tarif edişiniz ve aslında bu kavramların arasındaki ilişki… Umutsuzluğun, yılgınlığın sonuçları ne sizce ya da siz umudu bu memleketin neresinde görüyorsunuz?
İkisi arasında gidiyorum. Zıtların çatışması var burada da. O umutsuzluğu yediremiyorum kendime. Topluma da yediremiyorum. Bu umutsuzluk bize yakışmaz diyorum, bir şey yapmalıyız. Onunla mücadele ederken ben de iyileşiyorum, bana da umut geliyor. Bilmiyorum, belki kendimi kandırıyorum ama “Etrafıma umut vermeliyim” diyorum. Yaptığım işlerle mücadele azmi aşılamalıyım etrafıma. Yapıyorum bunu ama nereye kadar? Zaten tiyatroyu kaç kişi seyrediyor Türkiye’de. En rağbet gören oyunumuz 40-50 bindir, 78 milyonluk ülkede yani. Önemli olansa herkesin bunu yapması. Herkes kendi alanında o mücadeleyi verse, direnci gösterse… Bu adam “yılanın başını küçükken ezeceksin” diyor, insanlar da siniyor. Avukatlarıyla, savcılarıyla, mahkemeleriyle saldırıyor. Ama ben de bıraksam kendimi ayakta duramam. Mücadeleye devam etmek lazım, insanı ayakta tutan da odur.

Hayatınız nasıl geçiyor? Mesela sizin “olağan” saydığınız bir gün; sabah uyandıktan, gece gözleriniz kapayışınıza kadar...
Çok değişiyor. Yeni oyun çıkarken tüm konsantrasyon oraya kanalize ediliyor. Şöyle son iki ay kala geceleri uykular kalmıyor artık. Rüyalardan fırlayıp “oyunun orası öyle olacak, burasını böyle yapacağız” diyorum. O her şeyi silip atıyor. O zamanlarda tiyatro tamamen ön plana çıkıyor ve beynimin, her tarafımın yüzde 99’unu kaplıyor. Oyun çıktıktan sonra, yani şimdi mesela biraz bitkinlik oluyor. Beyinde bir yorgunluk var, çok fazla çalışmışsın. Bunu da biraz spor yapmalı, biraz da okumalı bir dinlenmeyle hallediyorum. Öyle bir hayat işte. İddiasız, alçak gönüllü, daha çok söyleyeceği şeyler için uğraşan, yeni bir şeyler üretmek isteyen, bir oyunu bitirip dinlendikten sonra da “Şimdi hangi oyunu yapacağız” diyen…

DİZİDEN ATARLAR BENİ ZATEN

Tiyatro kadar yoğun olmasa da filmografinizde de önemli çalışmalar var. Sinema alanında aldığınız tekliflerle kabul ettikleriniz arasında çok geniş bir açı olduğunu tahmin ediyorum.
Var. Televizyondan da çok teklif alıyorum. Titizlik. Tiyatroda bütün dizginler benim elimde; oyunun seçimi, çevirisi, dramaturjisi, sahnesi, dekoru, kostümü, her şeyi ama sinemada değil. Sinemada yönetmen olacak, bir senaryo olacak, yapımcı olacak. Bir de onlarla kafaca anlaşacağım, projeye, yönetmene inanacağım. Az yaptım ama en iyi yönetmenlerle çalıştım ve en azından pek çoğu yerli ve yabancı festivallerde bir sürü ödül aldı. Hiçbir zaman büyük gişe başarıları kazanmadılar ama hepsi bir sanat sineması havasındaydı. Ben de bu filmlere gidiyorum zaten, diğer piyasa filmlerini izlemiyorum bile. Dizilerde de durum böyle. Kendi izleyemeyeceğim bir dizi de nasıl oynarım? Öyle bir şey olur ki –sinemada oluyor bazen- “ha, bunu bir kere deneyeyim” derim. Bir de vaktim yok. Biz tiyatroda kışları da dahil olmak üzere oradan oraya gidiyoruz. Devamlı bir hareket hali yani. Dizilerden atarlar beni zaten, vaktim yok bu kadar. (Gülüşmeler)

İNSANLARIN BUNA İHTİYACI VARDI

Sanatçılar için “sezon” denilen şey bitti, herkesler tatilde ama siz Temmuz sıcağında yeni bir oyunu sahneye koydunuz. 57 yıldır da sahnedesiniz. Artık dinlenmenin vakti gelmedi mi yahu?
Yok ben böyle dinleniyorum. Denizi çok özlüyorum, arada bir kısa kısa kaçamaklar da yapıyorum aslında. Sağlığım için de önemli bu. Yaz-kış yüzüyorum. Yazları tek özlediğim bir tekne gezisi, deniz, güneş… Dediğim gibi bunları kısa kısa yapıyorum ama bence yazın tiyatro yapmak çok güzel. Bütün genç arkadaşlarıma öneriyorum. Bakın atla deve değil işte; bir ayda yaptık burayı, oynadık. Bir yer bulup oynasınlar yaz aylarında. İnsanların da buna ihtiyacı var. İstanbul gibi bir kentte Mayıs ayından Ekim ayına kadar tiyatro hayatının durması inanılır gibi değil. İngiltere’de yaz-kış devam ediyor. Yaz festivalleri oluyor dünyanın dört bir yanında. Yunanistan’daki açıkhava tiyatrolarında devam ediyor sezon, kışlığı kapatıp yazlığa geçiyorlar. Yazlıklarına gidenleri ayrı tutuyorum ama şehirde kalıp çalışanların buna ihtiyacı var. Şöyle akşam serinliğinde, güzel bir bahçede keyifli bir oyun izlemek büyük bir mutluluk bence. Bunu değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum.


OYUNUN KÜNYESİ

Güneşin Sofrasında - Nâzım ile Brecht
Uyarlayan - Yöneten - Mekan Tasarımı: GENCO ERKAL

Müzik: Fazıl Say, Zülfü Livaneli, Cem Karaca, Tarık Öcal, Edip Akbayram, Timur Selçuk, Kurt Weill, Hans Eisler

Düzenleme ve Müzik Yönetimi: Yiğit Özatalay
Giysi: Özlem Kaya
Işık Tasarımı: Hakan Özipek
Video Tasarımı: Melih Tatlıcan

Piyano: Yiğit Özatalay
Viyolonsel: Deniz Doğangün
Klarnet ve Saksafon: Çağdaş Engin

Işık: Tolga Erdoğan
Ses: Mehmet Doğan
Teknik: Zafer Cankut

Oyun fotoğrafları: Burcu Yetiş


TEMMUZ AYI PROGRAMI

14 Temmuz - Perşembe
Güneşin Sofrasında - Nâzım ile Brecht - 21.00
Kadıköy Lisesi Bahçesi

15 Temmuz - Cuma
Güneşin Sofrasında - Nâzım ile Brecht - 21.00
Kadıköy Lisesi Bahçesi

16 Temmuz - Cumartesi
Güneşin Sofrasında - Nâzım ile Brecht - 21.00
Kadıköy Lisesi Bahçesi

21 Temmuz - Perşembe
Güneşin Sofrasında - Nâzım ile Brecht - 21.00
Kadıköy Lisesi Bahçesi

22 Temmuz - Cuma
Güneşin Sofrasında - Nâzım ile Brecht - 21.00
Kadıköy Lisesi Bahçesi

23 Temmuz - Cumartesi
Güneşin Sofrasında - Nâzım ile Brecht - 21.00
Kadıköy Lisesi Bahçesi