Çizgi roman ve siyaset üzerine...

Elveda Güzel Vatanım adlı romanın "çizgi roman" versiyonu kısa süre önce yayımlandı. Kitabın çizgilerinin sahibi Bartu Bölükbaşı, soL'a açıklamalarda bulundu.

Haber Merkezi

Elveda Güzel Vatanım adlı çizgi romanın çizeri Bartu Bölükbaşı, çizerlerin durumuna, İttihat ve Terakki'ye ilişkin soL'a açıklamalarda bulundu.

Merhabalar Bartu. Yakın zamanda yayınlanan çizgi romanının hikayesi Ahmet Ümit'in "Elveda güzel vatanım" romanından alıntı... Neden bu roman?

Merhabalar, sanırım Gezi direnişinin hemen sonrasıydı. Toplumsal muhalefet güç zoruyla bastırıldı ve siyasi özneler sokak hareketini canlı tutabilmek adına ilk haftalarda başarılı olan ajitasyon ve eylem biçimlerini, psikolojik zemin değişmiş olmasına rağmen ısrarla uyguluyordu. Doğal olarak nesnellikle temas edemeyen ve tutarlı bir program çerçevesinde önderlik oluşturamayan sokak muhalefeti dağıldı. Fazlasını yapmalarını beklemek haksızlık olurdu.

O sırada daha uzun vadeli ve farklı tipte mücadele biçimleri üretmemiz gerektiğini fark ettim. Tarihsel gericiliğin en karanlık referansları tek tek bulunup gömüldükleri yerden çıkartılıyor ve yeni dönüşümlere önayak olması adına toplumun önüne dikiliyordu. Topçu Kışlası ve Abdülhamit ısrarı bunlardan biriydi. Meclisin feshi, Mithad Paşa'nın öldürülmesi, milyonlarca kilometrekarelik toprak kayıpları, donanmanın Haliç'te çürümesinden sorumlu olsa da II. Abdülhamit gibi Sherlock Holmes okuyan, opera dinleyen, arkeoloji müzesi inşa ettiren, özellikle genç kızlar için eğitim projeleri oluşturan, hatta kendi döneminde Latin alfabesinin uygulanabilirliğini tartışan bir monarkı kendi
ideolojileri çerçevesinde nasıl değerlendirdikleri ise bir başka tartışma konusu... Şüphesiz bir Tanzimat prensiydi ve moderndi. Fakat karşımıza bir selefi despot olarak çıkartılıyor ve direniş mevzimizi inşa etmek adına biz de ulusal devrimlerimizin tüm ilerici birikimini güncele taşıyarak yeniden üretmeliyiz. Bu saldırıyı göğüsleyebilmek adına şahsi olarak öncelikle İttihat ve Terakki'yi gündeme getirmek gerektiğine karar verdim. Çünkü saldırı özelde doğrudan aydınlanma, laiklik ve yurttaşlığa, genelde ise Türk modernleşmesinin-uluslaşmasının köklerine yapılıyor. Ulusu çökertmenin birinci adımı olarak yaşam tarzlarına özgürlük ve alt kimlikler mevzisi inşa edilecek. Sonrasında ise bir alt kimlik haline gelmeye razı edilmiş Türklük arapperestliğin lehine ortadan kaldırılacak. Projeleri bu... Ahmet Ümit'in romanı ile bu noktada karşılaştım ve Kemalist devrimin ilk tohumlarının atıldığı Hareket Ordusu'nun gericiliği paramparça ettiği o zaman dilimini çizmeye karar verdim. 

İttihatçılara ilişkin değerlendirmeniz nelerdir?

Bu soruya verilecek doyurucu bir yanıt, röportajın kapsamını aşacaktır. Aşırı sadeleştirerek anlatmam gerekirse İttihat Terakki, Avrupa aydınlanmasının ve burjuva demokratik devrimlerinin Osmanlı İmparatorluğundaki uzantısıdır. Aynı dinamiğin bu topraklardaki üretimidir. Bu topluluğun ortaya çıkışı, akıl dışı biçimde saldırılan ve bana kalırsa en büyük devrimci atılımımız olarak görebileceğimiz Tanzimat'ın eseridir. Bürokrasinin tepesindeki aydınlanma ordudaki teknik yenilenmeler ile daha alt katmanlara sızmaya başlamıştır. Bu nesil Tanzimat ile kurulan Harbiye, Mülkiye ve Tıbbiye'nin yarattığı bir nesildir. Fransa'da tıp okurken veya Avusturya'da harp akademisinde okurken şapka takıp smokin giymeye başlamış, İtalyan operaları dinleyen oldukça batılı tiplerdir. Ülkemizde ilk defa Ahmet Mithat Efendi'nin başlattığı Evrim Teorisi tartışmalarını takip eden ve Auguste Comte'dan çok etkilenmiş bir yapı... İsimlerindeki Terakki yani "ilerleme" Auguste Comte'un etkisi. Yaygın bilinenin aksine teşkilatçılığı Fransız Devrimi'ndeki kulüplerden ziyade Manastır Dağları'nda komitacı kovalarken öğrenmişlerdir ve örgüt modeli hatta inisiyasyon törenleri bakımından Carbonari'ye benzerler. 1913 özelinde iktidarı alma biçimlerine bakarak Blankist eğilimleri olduğunu da görebiliriz. Entelektüel üretimleri çok sınırlı olsa da, pratikte dudak uçuklatacak kadar profesyoneldirler. Onları bir gün aniden Batı Trakya dağlarında cumhuriyet kurarken, akşamına Afganistan'da İngilizlere karşı gerilla hareketi örgütlemeye koşarken görebilirsiniz. Türklerin en büyük tarihsel özelliği olan adaptasyon kabiliyetini örgütlerinde görebilirsiniz. Kuzey Afrika çöllerinde, Balkan Dağlarında, İran platosunda ve Anadolu bozkırında aynı hassasiyet ile çalışırlar. Neticede belirtmek lazım, ortadaki yapı homojen değildir. Sanki Tanzimat'ın modernizasyonu bir kapı açmıştır ve bu kapıdan binlerce farklı bilgi kaynağı, çeşitli siyasi düşünceler Osmanlı İmparatorluğu'nun en nitelikli toplumsal kesimi olan asker kökenli küçük burjuvaziye akmaktadır. Osmanlı ticaret burjuvazisinin gayri milli rolü Osmanlı-Yunan savaşında açıkça görülmüştür. İşçi sınıfı ise Ermeni örgütlerini saymazsak Selanik ve İstanbul ile sınırlıdır ve çok cılızdır. Köylülük ise en geniş topluluk olmakla beraber içinde bulunduğu ekonomik ve teknik koşullar sebebiyle pasif durumdadır. Bu noktada tarih, çarkları ileri çevirme sorumluluğunu birçok dönemeçte olduğu gibi yine ordumuza yüklemektedir. İlk ressamlarımızın, mühendislerimizin, hatta Hüseyin Tevfik Paşa gibi bilim insanlarımızın asker olması şaşırtıcı değildir. Çünkü Osmanlı toplumunda en büyük ilerici etkiye sahip kurum donanma ve onun kurduğu Mühendishane'dir. Çoğunun Fransızca gibi en az bir batı dili biliyor olması süreci hızlandırmaktadır. Tüm bu gelişimi II. Mahmut'a ve tercüme odasına borçluyuz.

Çizgi romanı hazırlarken karşılaştığınız zorluklardan bahseder misiniz?

Projeye başlarken karşılaştığım en büyük zorluk bir çizgi roman senaryosunun olmamasıydı. Çizgi romancılar bir romanı uyarlarken kendilerine tüm sayfalarda ve karelerde neyin çizileceği, karakterlerin nerede durup ne söyleyeceği hakkında bir senaryo verilir. Bunu kendim oluşturdum. Bu noktada Ahmet Ümit ile beraber İstanbul'da romanın geçtiği yerleri özellikle de Pera ve çevresini gezdik. Bu tüm projenin en heyecanlı kısmıydı çünkü romanın yazarının dehasını, ilham aldığı mekanlarda yeniden keşfediyorsunuz. Bu süreçte romanı uyarlayabilmek adına bazı ikinci derece önemde olayları ve hatta karakterleri yer yer budadım, nadiren de eledim. Neticede romanın niteliğinde bir değişim gerçekleşti. 500 sayfalık romanı üç cilde bölerek ilk 200 sayfasını 64 sayfalık çizgi romana yerleştirdim. Öykünün geçtiği dönemde kentli insan tipleri aşağı yukarı benzer görünüyorlar. 19. yüzyıl Parisi'nin esintileri Osmanlı Avrupası'nın liman kenti Selanik'e ulaşıyor. Bu tekdüzeliği aşabilmek adına karakterlere romanda betimlenmeyen gür bıyıklar, göz bandı, deri ceketler, eldivenler gibi birçok özellik ekledim. Bunu zaten var olan çeşitliliği daha da çarpıcı hale getirerek yaptım. Çizgi romandaki karakterlerin fizyolojik özelliklerini ise 1890-1914 Osmanlı İmparatorluğu fotoğraflarını ve kısmen de günümüz Türk toplumundaki çeşitliliği inceleyerek oluşturdum. Biz Türkler kendimizi eciş bücüş, kara kuru, zavallı resmetmeye saplantılıyızdır. Bu kompleksi aşmak en büyük hedefimdi. Zaten Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Bahaeddin Şakir, Tevfik Fikret gibi döneme ait aydınlarımıza bakarsak oldukça şık giyinen, bakımlı, yakışıklı ve batılı tipler oldukları görülecektir. Bu konuda bir diğer örnek de kurtarıcımız Atatürk.

Türkiye'de mizah dergilerinin durumunu ve çizerlerin tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

150 sene geriye gidelim. Henüz çizgi roman yok iken geç Tanzimat sırasında başlayan karikatür geleneğimiz hep politik olmuştur. Bu cumhuriyetin kuruluşundan sonra da Ratip Tahir Burak, Oğuz Aral, Suat Yalaz, Nuri Kurtcebe gibi saygıdeğer ustalar ile devam etmiştir. Özellikle Gırgır'ın bir kırılma noktası olduğunu ve 27 Mayıs ile beraber yükselen bilimsel sosyalist, Kemalist sendika-öğrenci hareketinden yana açık bir tavır aldıklarını görüyoruz. TİP yükseliştedir ve herkes umut doludur. Ardından kontrgerilla eylemleri ile tansiyonun yükseldiği sırada 71 muhtırası ile 27 Mayıs anayasası büyük ölçüde budandı. Sonrasında 1980 darbesiyle 27 Mayıs'ın getirdiği halkçı anayasa ve beraberinde Kemalist cumhuriyet resmen gömülmüştür. Bu dönemde birçok dergi ve gazetenin yanında Gırgır'ın da siyasi baskıdan olumsuz etkilendiğini biliyoruz. 24 Ocak kararları darbe ile uygulamaya konulduğunda tekeliyet rejimi artık tamamen inşa edilmişti. Ekonomik ve siyasi yapı çerçevesinde toplum bütünsel bir değişim geçiriyordu. Ekonomimiz IMF'ye bağlı bir sıcak para musluğu tarafından idare edilmeye başlandı. Önderliksiz kalan toplum derin bir sessizliğe gömüldü ve Yalçın Küçük'ün deyimiyle beş Humeyni şiddetinde bir yobazlık hayatın her alanına tesir etti. Gençler için yollar sınırlıydı. Hapishane, tekke veya gecekondu. Uyuşturucu ilk defa eğitimli gençler arasında popüler hale geldi. Esasında amaç toplumu apolitize etmekti ve en yoğun baskı gençliğin ve emekçi sınıfların üzerindeydi. Mizah alanının da bu apolitizasyondan nasibini aldığını görüyoruz. Halkçı ve devrimci konumlanma kayboldu. Yerine  gecekondu mahallelerindeki jargonlar, uyuşturucu halisünasyonları, pornografi, her türden idealizmi alaya alan ve kara mizah etiketi altında saklanan bir neo liberal kişiliksizleşme hali tüm sanat alanına hakim oldu. Bir benzeri geziden sonra yaşanan sefilperestlik rüzgarıdır. Buna sonra yeniden döneceğim.

Bu dönemin 2003'e, hatta uzatmalı olarak 2011'e kadar sürdüğü söylenebilir. Bu dönemde mizah dergileri aynı temaları işlemeye devam etti fakat sadece kapaktan ibaret bir politik tavır gösterdiler. Muhaliflikleri ise vizyonsuzdu, eleştirilerinin arkasındaki politik tutum belirsizdi. Darbenin ideolojisizleştirme etkisi hala devam ediyordu. Gezi bir başka kapı açtı. Bu dönemde direnişi destekleyen bazı dergiler müthiş tirajlara ulaştılar ve özgüvenleri kısa bir dönem için arttı. Halk politik tavrı tutuyordu. Nitekim hareket sönümlenince bu özgüven de aynı ölçüde söndü. Ve eldekini koruma hamleleri başarısız oldu. Toplumsal muhalefetin gerilemesi kent emekçilerini ve orta sınıfların çocuklarını müthiş bir yabancılaşma ve depresyona soktu. Ayaklanmışlardı, rüya gibi bir hareketi yaşamışlardı ama düzen değişmiyordu, CHP'nin adeta seçmece topladığı gerici adaylarla bile hükümet devrilmedi. Sosyal medyadan ülkeyi terk etme goygoyu yapsalar da yurt dışına çıkacak maddi durumları da yoktu. Tüm yollar kapalı görünüyordu. Ama en azından düzenin içinde ötekileşmiş bir tip olarak sorumluluk hissetmeden hayatlarına devam edebilirlerdi. Sonuçta eğer sefil iseler kimse onları düzenin ortağı olmak ile suçlayamazdı. Zaten istedikleri de bu değil miydi ? Ortak değilsen karşısındır herhalde. Bu noktada inanılmaz bir sefilperestlik rüzgarı esmeye başladı. Artık muhalif olmak tinercilerle gülüp eğlenmek, bonzai içmek, ulusal imgelere saldırmak,vatansızlık, orta çağ kara veba dönemini hatırlatan bir ahlaksızlık ve vurdumduymazlığa dönüştü.

Müthiş bir çöküş hali... Bu çizgi edebiyat alanına da yayıldı. Acı, sefalet, tüketim ve yozluk dışında bir tema bulunamamaktadır. niteliklerin ve entelektüelliğin, ideolojik mücadelenin anlamı yoktur bu "yeraltı" dünyasında. Kim en çok sefilse o düzenin en dışında olandır ve en devrimcidir. Bu kadar olumsuz tespit yeterli. Artık bu dalganın durulduğunu görüyoruz. Mizah dergileri arka arkaya kapanıyor. Artık kimse yaz tatilindeki beyaz yakalıların esprili maceralarını merak etmiyor. Bu sefer de "insanlar okumuyor ne yapalım" diye şikayet ediyorlar. Aynı insanlar aynı dergiyi Gezi döneminde nasıl okumuşlar? İnsanların hayatı siyasetle çok yoğun biçimde ilişkili. Bu yüzden apolitikliğe tahammül edemez hale geldiler, sebep bu... Çocuk işçilerin asit kazanlarına düştüğü, hamile kadınların tekmelendiği, her hafta Atatürk heykellerine saldırılan bir dönemde kimsenin plaza çalışanı esprilerini okumaması normal. Ya gericiliğe tavrını koyarsın ya kapanır gidersin, olay bu kadar basit.

Yeni bir mizah akımı doğacak. Hiç olmadığı kadar politik olacak çünkü zemin yeniden değişiyor. Sıcak para ekonomisi çöktü ve tüketim rüyası bitti.