Biz çağrıldık!

soL Kültür'ün Aydınlanma Dosyası devam ediyor... Aydınlanma, özünde, insanın diğer her şeyden önce kendi aklına güvenmesi, kendi kendini özgürleştirmesi fikrini barındırmıyor muydu? Aydınlanma, hızlı, kapsamlı niteliksel bir değişim için güdüleri harekete geçirip insanı ilerleyişinin önündeki engellerle mücadeleye çağırmıyor muydu? Biz çağrıldık...

soL Kültür - Reyhan Yıldırım

İki yüz küsur yıl önce, Berlin’de yayımlanan Berlinische Monatschrift dergisi, ülkenin düşünürlerine bir soru yöneltir: “Aydınlanma Nedir?”

Cevap verenler arasında dönemin merkezî figürlerinden olan Alman filozof Kant da vardır. Kant’ın yanıtı, Aydınlanma’yı somut bir şekilde tanımlayan şu çarpıcı paragrafla açılır:

Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ‘ergin olmama’ durumundan kurtulmasıdır. Bu ‘ergin olmayış’ durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa ‘insan kendi suçu ile’ düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere Aude! [2] "Aklını kendin kullanmak cesareti göster" sözü şimdi "Aydınlanma"nın parolası olmaktadır. [1]

Kant, bu ergin olmayış, başka bir ifadeyle ‘vesayet altında’ tutuluş halini korkaklık, tembellik, hatta aptalca bir rahatlıkla ilişkilendirir:

Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü.

O sıralar gözde olan fakültelere gönderme yapmaktadır.

ALT-ÜST FAKÜLTELER

Dönemin Prusya’sında üniversiteler üzerinde ağır bir baskı vardır. İktidar, fakülteleri alt, üst diye ayrıştırır. Üst fakültelerin ders programlarına dahi karışır. Üst fakülteler kabul edilen hukuk, ilahiyat ve tıptaki akademisyenler, ancak yönetimin iddiası açısından faydalı görünen alanlarda araştırma yapmaya teşvik edilirler. Buralardan yetişenler, halkla doğrudan temas ettikleri, çok sayıda insanla etkileştikleri için önemlidirler.

Üniversitelerin her türlü çıkardan bağımsız, hakikate yönelen bir anlayışla idaresine inanan Kant, bu insanların bilim insanları değil, kamusal alanı iktidarın lehine yapılandıran ‘memur’lar olduklarını düşünür. Ona göre din adamları manevi hayatı öne çıkarırken hukukçular bireylerin mülkiyet tutkusunu pekiştirirler; halkı iktidarın, yanı sıra kendilerinin çıkarlarını gözeten itaatkârlara çevirirler. Bu, eşitlik, özgürlük, refah ve mutluluk gibi insani değerlerin benimsenememesinin, gerçeğin peşinde bir aydınlanma biliminin inşa edilememesinin, başkalarının emeğiyle semiren ayrıcalıklar karşısında halka boyun eğdirilebilmesinin en etkili yollarından biridir.

Kant, aklın fakültelerdeki karşılığını felsefe fakültesi olarak görür. Aydınlanma’nın devrimci gücünü besleyecek olan damardır, felsefe. Nerdeyse on yıl sonra konuyu "Fakülteler Çatışması" şemsiyesi altında yeniden irdeleyecektir. Ama o yıl, 1784’te, "Aydınlanma nedir" sorusu kendisine yöneltildiği zaman, masasının başına kafasındaki bu düşüncelerle oturur, yanıtında ergin olmayanların vasiler için ne denli işlevsel olacağını, erginleşmenin önündeki engelleri anlatmaya koyulur.

YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ!

Bu metnindeki ifadeleriyle vasiler, insanların diğer hayvanlara yaptığını yaparlar. Onları önce sersemletip aptallaştırdıktan sonra kendi başlarına hareket etmeleri halinde başlarına neler gelebileceğini dikte ederek acizlik duygusunu derinleştirirler. Anlaşılan şudur ki gelecekte yalnızca düşmeye yanaşanlar ayakta kalacak, geri kalanlar vasilerin eteğiyle süpürülüp sürükleneceklerdir.

Kant, vasilerin en etkili araçlarını ise dogmalar ve kurallar olarak belirler.

Kant’ın, metninde, Platon’un mağarasına atıfta bulunduğu görülür. İnsanlar erginleşme ve olgunlaşma için yardımı dışarıdan alamayacaktır. Zihinsel yetilerini işleyip kullanarak güneşe çıktıklarında da (ki mutlaka birileri çıkacaktır) bu tam bir kurtuluş sayılamayacak, tıpkı slogandaki gibi (‘ya hep beraber ya hiçbirimiz!’) topluca aydınlanmayınca bir olanak olarak özgürlük, zamanın gerçekliğinde kendine bir karşılık yaratamayacaktır. Boyunduruklarına alışmış olanlar, vasiler arasından hasbelkader ipini koparanlarca, bağımsız düşünmenin kişi için ödev olduğuna inandırılmaya çalışılarak işbirliğine çağrılsalar da, eskiden boyunduruğun gözeticisi olanlardan kuşku duyacak, zayıflıklarıyla onlardan bir anlamda öç alacaklardır.

KANT VE DEVRİM 

Kant, Aydınlanma’nın yavaş ilerleyeceğini söyler. Elbette devrim yapılabilir, ama bu kesin bir değişim demek değildir. Zira devrim, olgunlaşmasını tamamlamamış zihinlerde eski bağımlılıkların yeniden cazip bulunma riskini, içinde barındırır.

Bu düşünceden hareketle Kant, ilerlemeyi tarihsel olgularda değil bireylerin olgularla kurduğu ilişkide görünür kılar. Diğer bir ifadeyle, insanlığın ne denli ilerlediğinin ölçüsü, insanların tarihsel olaylar karşısında takındıkları tavırda saklıdır. Öyleyse ilerleme, aklı kullanma kudreti kadar vardır. Bu bağlamda Aydınlanma düşüncesinin meyvesi diyebileceğimiz Fransız Devrimi’ni irdeler.

Ona göre 1789’da yaşanan olay, ilerleme için tek başına bir kanıt olarak addedilmez. Ancak, devrim sürecinde insanların serimlediği kolektiflik ve duygudaşlık, sonuçları nereye varacak olursa olsun hissettikleri coşkunluk, onların ahlaki yönelimlerinin göstergesidir. Çünkü Kant’ın bakış açısıyla “sahici coşku her zaman ideal olana ve aslında adalet kavramı gibi saf ahlaki olana yönelir ve bunu özçıkarla birleştirme olanağı yoktur.” [3] İşte bu yüzden o coşkunluk, ilerlemenin de göstergesi sayılır.

Ancak ideal olana doğru bükülen gelişmenin hassas unsuru özgürlüktür. Özgürlük yoksa Aydınlanma, Aydınlanma yoksa da özgürlük hayal olur. Döngünün dışına çıkabilmenin yolu olarak yükseltilen niteliklerin başına da Kant’ta; akıl, evrensel hukuk ve evrensel ahlak konulur.

BUYRUĞA UY!

Kant’ın hayatta olduğu Aydınlanma sürecinde hüküm süren II. Friedrich’in uyarıcı ilkesi ilginçtir: “Dilediğini düşün, ama buyruğa uy!” Buradan hareketle Kant dünyada her yerde özgürlüğün sınırlandığı sonucuna varır. Ancak metnine hangi türde bir sınırlandırmanın aydınlanmaya karşı olduğunu, dahası, hangi biçimde bir sınırlandırma yapılırsa –beklenmedik şekilde– özgürlüğe katkı sağlayacağını tartışır. Dolayısıyla sınırlandırmanın hiç olmamasını değil, kullanım alanını ve biçimini araştırmaktadır. Bu onu aklın kamusal ve özel kullanımı konusunda ayrıma götürür. Metninde durumu açıklayan satırlar buluyoruz:

[K]endi aklının kitle önünde, kamuoyu önünde ve hizmetinde serbestçe ve açık bir biçimde kullanılması her zaman özgürce olmalıdır; ve yalnızca bu tutum insanlara ışık ve aydınlanma getirebilir; buna karşılık aklın özel olarak kullanılışı, genellikle çok dikkatlice ve dar bir alanda kalacak bir biçimde sınırlandırılabilmiştir ve bu da Aydınlanma için bir engel sayılmaz.

Düşüncesini açıklamak üzere verdiği örneklere baktığımızda, madalyonun iki yüzü gibi, bir taraftan belirli bir anlaşmayla verili buyrukları istisnasız yerine getiren kişinin, öte taraftan anlaşmanın koşullarını kamu karşısında özgürce tartışmaya açabileceği bir özgürlük tarifine ulaşırız.

Diyelim ki vergi mükellefi bir yurttaşımız var. Bu kişi kendine düşen vergi borcunu ödememeyi aklına bile getirmez. Hasbelkader ödemezse, hangi haklı gerekçeyle olursa olsun, verilecek cezayı hak etmiştir. Ancak aynı yurttaş, kamusal alandaki mekanizmaları kullanarak kamu karşısında vergilerin uygunsuzluğu, adaletsizliği üzerine nutuk attığında yurttaşlık yükümlülüklerine karşı gelmiş de sayılmaz. Hatta, bunu yapmak onun ödevi kabul edilir. Kısacası, vergiyi ödeyip ödememek kendi kişisel kanılarına dayanan bir özgürlük türü olmadığından bu yöndeki rahatsızlığını gidermenin başka bir yolunu bulması beklenir. Çünkü dışarıdan yüklenen bu görevle bağlı olma hali, tartışmaya kapalıdır. Dolayısıyla Kant’ın özgürlük anlayışı mevcut düzenin kurumlarındaki iyileşmeyi uzun bir sürece bağlar. Düşünceleri ‘pozitif hukuk’ zemininde yükselir. Devrime inanmaz. Bu bağlamda verilecek keskin tepkilerin, kamusal düzeni yürüten bireylerin bazılarının bile ergin olmadıklarını sanma yakışıksızlığını içereceğini de ayrıca vurgular.

KUTSAL HAKLARINI AYAKLAR ALTINA ALMAK 

Hayata ruhban sınıfı eliyle, din başlığı altında getirilen sınırlandırmalara da metnin örneklem seti içinde yer vermiştir. Kant’ın vardığı kesin sonuç, din olgusunun Aydınlanma insanının geleceği için engelleyici olduğu yönündedir. Din adamları ‘değişmez kesin dinsel öğretiler manzumesi’ni hem diğer din adamları hem de halk üzerinde her zaman için geçerli kılacak etkin bir yönetim erki için dayattıklarında, ‘mutlak olarak boş ve gelecekten yoksun’ bir anlaşmanın güçlü tarafı olacaklardır. İnsan soyunun her yeni aydınlanmasına engel oluşturacak bu kavrayış, ‘insan doğasına karşı işlenmiş bir kıyım’a dönüşecektir. Üstelik bu hal, ‘insan doğasının belirlenimi’ olan ilerleme ilkesine de aykırıdır.

Kant’a göre dinî konulardaki ergin olmama hali her şeyden daha tehlikeli, zararlı, onur kırıcıdır. Bilim ve sanatlara özgürlük tanımak aynı oranda tehlike yaratmaz.

Kant, insanın aydınlanmak için göstereceği çabayı kendisinin de bir müddet erteleyebileceğini, bununla birlikte vazgeçmenin ne adına olursa olsun insanlığın kutsal haklarını ayaklar altına almak olacağını belirtir.

Hükümdar (ya da iktidar) için yasa koyma görevinin niteliği de değindiği başlıklar arasındadır.

Ona göre, yasa koyma yetkisi hükümdara ‘ulusun iradesini kendi iradesinde toplamış olması’ nedeniyle verilmektedir. Bu sebeple ‘bir ulusun kendi kendisine bile yükleyemeyeceği herhangi bir şeyi’, hükümdarı ya da yöneticisi haydi haydi yükleyemez. Hükümdar, halkı tüm iyileştirmeler için katılımcı olmaya çağırır. Onunsa, bu çağrıya uyanlara güç kullanarak engel olanları durdurma görevini üstlenmesi beklenir. Tersine davrandığında bizzat kendi değerinden eksiltecektir.

ŞİMDİ, ACABA AYDINLANMIŞ BİR ÇAĞDA MI YAŞIYORUZ?

‘Aydınlanma Nedir?’e yanıtında kendi kendisine sorduğu ‘Şimdi, acaba aydınlanmış bir çağda mı yaşıyoruz?’ sorusuna belirgin bir temkinlilikle cevap verir Kant. İnsanlığın aydınlanma yolunda ilerlediğini, kendi kabahatiyle düştüğü ergin olmayış halinden kurtuluşun güçlüklerini yavaş yavaş aştığını söyler.

Ona göre bu çağ, bir dereceye kadar kritik etme çağıdır. Ne var ne yoksa kendini alçakgönüllülükle sorgulanmaya açmalıdır. Dolayısıyla yöneticilerin, iradesini taşıdıkları halkı doğru yönetiyorlarsa, zamanla kendilerini biraz kibre kaptırsalar dahi, hâlâ aydınlanmış kimseler olarak kabul edilmeleri gerekir. Buradaki ‘doğru’, en basit ifadeyle insanların, vicdanlarıyla ilgili konularda akıllarını kullanabilmeleri için özgür bırakılmalarıdır. Bunu benimseyen prensler halkın uyum ve dirliğini tehlikeye düşürmeksizin özgürlüğün böyle bir ortamda nasıl var olabileceğini gösteren birer parlak örneğe dönüşürler. Öyle ki örneğin yasa koyarken, ulus karar vermede kendi başına bırakılsaydı bu yasayı kendi kendisine dayatır mıydı, sorusunu sorarlar. Yurttaşlardan her birine, din adamına da, onun da bir bilgin olması sebebiyle, o anda var olan zayıflık ve eksiklikleri işaret etmek, bunları kamuoyuna göstermek, mevcut düzeni savunmayı bırakıp düşünmek için özgürlüklerini verirler. Kısacası, Kant, zamanında monarşi geçerli olduğu için, Aydınlanma’ya hizmet eden prensin, kendi işlevini yanlış anlayan, görevini doğru yapamayan hükümetlerce dayatılan dışsal engellerle bile savaşmak zorunda kaldığı bir kavrayışı güzeller.

Bu bağlamda, Kant’a göre insan, doğası gereği, kendi aklını kullanabilecek, yaşamını kendi aklının yönlendirmesine uygun bir şekilde sürdürebilecek yetkinliğe ulaşmıştır. Ancak, korkaklık ve tembellik etmekte, gerekli kararlılık ve cesarete (yürekliliğe) sahip olmadığı için kendisine kılavuzluk edilmesine rıza göstermektedir. Böylece, ilerlemenin öznesi olamaz. Süredurduğu, bir çeşit kölelik yaşamıdır. Çizilen sınırları, farkına bile varmadan meşrulaştırır. Risksiz ve her bakımdan vasat yaşamında, sorumluluk üstleneceği, kendini gerçekleştireceği, aklını kullanarak gerçek anlamda insan olabileceği tüm fırsatları teper. Herkesten, her şeyden önce kendine yabancılaşır. Bununla birlikte Aydınlanma’nın doğası ‘sürekli’lik içerir.

Kişi asla ‘aydınlanmış’ olmaz. Yaratıcı ve yapıcı çabası, yaşadıkça devam eder. Aydınlanma bireyi, hep ‘aydınlanmakta’dır. Kuşkusuz, bunu kendi istemeli, eylemlerini kendi adına ve kendi iradesiyle gerçekleştirmelidir. Öyleyse Aydınlanmacı bireyden, akla dayalı yaşayışını eylemle somutlaştıran insan anlaşılmalıdır. Çünkü aklın yetileri esas olarak eylemlilik içinde gelişebilir. Hep daha ‘iyi’yi hedeflemek ise doğasından gelen bir özelliğidir. Kılavuz ihtiyacı duymayan ve aklını kullanarak cesaretle eyleyen kişi, ödevler konusunda da beklenen hassasiyetle hareket eden kişi olacaktır.

AKLA DAYANAN ELEŞTİRİ VE AKLA GÜVEN​

Elbette aklın yanlış kullanımları eleştirilmeli, doğru kullanımları ise yüceltilmelidir. Bu bağlamda, tarihsel olana mesafe alarak dönemi irdeleyen felsefe, insanın bilme yetilerinin eleştirisini yapar; neyin bilinip neyin bilinemeyeceğini sorgular; buna bağlı olarak aklın ancak bilebileceği konular üzerine bilgi ortaya koyabileceğini ileri sürer; doğru kullanıldığında bilgi ve bilimi ortaya çıkarabilecek tek yetinin akıl olduğunu bildirerek onu yüceltir. Malum, her şeyin Tanrı tarafından belirlendiği, bilgiye karşıt olarak inancın dayatıldığı Ortaçağ anlayışı geride kalmış, merkezî konumu insan almıştır. Doğal olarak, evrensel Tanrı fikri, sahneyi ulus-devlet düşüncesine bırakır ve çekilir. Hümanist düşünce ve rasyonel akıl öne çıkar. Bilim ve siyasetin kurumları üzerindeki din odaklı iktidar etkisini yitirir. Aydınlanma aynı zamanda laikleşme çabasıdır. Çünkü, Rousseau ve Voltaire’in de işaret ettikleri gibi, ortaçağın aşırı gelenekçi, dogmacı, kuralcı gerçekliği aşılmakta ve dolayısıyla tutsaklıktan kurtularak özgürleşmek mevsimine illa ki girilmektedir.

DÜŞÜNÜLMÜŞ SOMUT

Kant’ın düşünce tarihindeki yerini benimseyip onu aşmasak, şu an içinde bulunduğumuz ulusal tabloyla, umutsuzluğa kapılanlar yanında saf tutup boyun eğmemiz işten bile değildir. İlerlemeyi emperyalizme özgü sınıflandırmalarla ayrışan grupların tarihsel olgulara karşı tavrından kuran inancı benimsesek, yerinde saymak ne kelime, bu fena halde geriye gidişin yükü altında ezilebiliriz. Tarihe, tarih bilincine yönelen saldırılar sonucu fazla karmaşık görünen sorunlarla mücadele etmekten vazgeçerek, gemisini kurtaran kaptan anlayışına sürüklenir, denizlerde bitebiliriz. Üstelik bu bitiş tam da Kant’ın vurguladığı gibi, bir ‘ergin olmayış’ durumuna, kendi aklımızı bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışımıza, umutsuzluğa işaret eder. Ne var ki biz, aklımızı kullanıyoruz. Gerçekliğin türlü yöntemlerle tahrifine ve tuzağa düşürülmeye razı değiliz. Marksizm’in tarih anlayışını benimsiyoruz.

Aydınlanmacı zihinler olarak tarihsel olayları hem bilimsel yöntemler hem de toplumsal pratikler yoluyla kavrayıp ayıklayarak soyutlamak, varılan işlevsel modelleri geri dönüp somut olgularla sınamak, böylece gerçeği, ‘düşünülmüş somut’la, başlangıçtaki algımızın çok ötesinde bir bilinçlilikte kavramak ayrıcalığına sahibiz.

Nihayetinde tarih insan etkinliğidir.

Marx’ın dediği gibi, bugünü de geleceği de inşa edenler ve edecek olanlar bizleriz. İçinden geldiğimiz tarihsel-toplumsal koşulları görüyoruz. Sınıf ve sınıflar mücadelesi kavrayışıyla anlamlandırdığımız tarihte örneğin ne Gezi İsyanı’nı ne Fransız Devrimi’ni alelade tarihsel olaylar olarak değerlendiriyoruz.

Aydınlanma Çağı, kişilerin akıllarını kullanarak belirleyecekleri yolda, yine onun rehberliğiyle yürüme cesareti gösterdikleri bir yaşam anlayışıyla imlenip eşitlik, özgürlük, bilimsellik, evrensellik, deneycilik, sekülerizm, ilerleme ve benzeri ilkelerle karakterize edilmemiş miydi?

Aydınlanma, özünde, insanın diğer her şeyden önce kendi aklına güvenmesi, kendi kendini özgürleştirmesi fikrini barındırmıyor muydu?

Aydınlanma diyalektik, eleştirel düşünme ve rasyonaliteye dayanan bir süreç değil miydi?

İnsan, bağımlılık yaratan iç ve dış unsurları keşfetme, onları aşma bilincine sahipse; kişisel potansiyelini ayırt edebiliyor, kendi sorumluluğunu taşıyorsa aydınlanmaz mıydı?

Evet, öyleydi.

Aydınlanma Marx için olduğu gibi bizim için de kapitalizmin niceliksel büyüklüğü (teknolojik gelişmeler) ile ilişkili değil. Benzer şekilde, sosyalizme uzanan yolda ilerleme, diyalektik bir gidişin, bir sistemin işleyişinin ifadesi. Ve fakat aynı zamanda kabulümüzdür ki sosyalizme geçişin öznesi de biziz. Özetle bugün de üstelik daha kolaylıkla, hedef ve başarı tanımlarımız, üniversitelerimiz, bilgimiz, umutlarımız manipüle edilirken yapılanın ne olduğunu görüyor, hepimiz adına sosyalizmi özlüyoruz. Sosyalizme uzanan yolun taşlarını kendimiz koyacağımızı da gayet iyi biliyoruz.

Aydınlanma; hızlı, kapsamlı niteliksel bir değişim için güdüleri harekete geçirip insanı ilerleyişinin önündeki engellerle mücadeleye çağırmıyor muydu?

Biz çağrıldık.


Kaynaklar

[1] Immanuel Kant, “‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt, Seçilmiş Yazılar”, Çev: Nejat Bozkurt, Sentez Yayıncılık, 2015.

[2] Ozan Horatius’un bir şiirinden alınmıştır. Alman Aydınlanmasının önemli bir çevresini oluşturan ‘Doğrunun Dostları Topluluğu’ tarafından özdeyiş olarak benimsenmiştir: ‘Bilmek ve tanımak yürekliliğini, aklını kullanmak cesaretini göster!’

[3] Immanuel Kant, “The Conflict of the Faculties”, Çev. Mary J. Gregor. University of Nebraska Press, Abaris Books, 1992.