Bir aydınlık gülümseyiş

Onat Kutlar'ın hayatını kaybedişinin 21. yıl dönümünde Çağrı Kınıkoğlu, Kutlar'ı yazdı.

Çağrı Kınıkoğlu

Yalın, coşkulu, derinlikli, dürüst bir sosyalist aydını, Onat Kutlar’ı bir karanlıkta yitirişimizin yıl dönümünde, güzel gülümseyişi ve mirasıyla değerlendirmeye çalıştık.

Bir yaşamdan sahneler

Sahne 1 – Lale Film Stüdyosu, iç, gün.

“(…) Yılmaz’la ilgili en çarpıcı anım, aynı zamanda Türk Sineması bakımından da bence çok önemli bir dönüm noktası oluşturan “Umut” filmiyle ilgilidir. Bir gün Yılmaz bana telefon etti ve “İşin yoksa Lale Film Stüdyosu’na gelir misin?” dedi. Kalktım gittim. Gittiğimde orada seyir salonunda tanımadığım bazı adamlar –kalın kara bıyıklı, Anadolulu tipli- gördüm. Bir de Arif Erkin’le karşılaştım. Yılmaz: “Şimdi size bir film seyrettireceğim. Yalnız film müziksiz, müzisyen arkadaşımız da burada. Müziği o yapacak,” dedi.

“Biraz sonra perdede bir faytonun içinde şalvarıyla, kaykılarak oturmuş Yılmaz Güney’in yüzü göründü, eğri şapkasıyla. Daha o ilk görüntüden itibaren, ben müthiş etkilendim. Bunun ne olduğunu şimdi anlatmam zor. (…)”

“(…) Umut filmi başladı, bitti. Müthiş heyecanlandık. Ben ve Arif, herkes öyle yapacak zannederek alkışladık. Ama sonra sadece ikimizin alkışladığını görüldü. O anda bir sessizlik vardı, ama o kadar heyecanlandık ki, hemen Yılmaz’a sarıldım, öptüm: “İşte beklediğimiz film bu” dedim. (…)”

Sahne 2 – Cağaloğlu, Sirkeci, Karaköy, Harbiye, dış, gün.

Cumhuriyet gazetesi önünde bir tören, günlerden 14 Ocak 1995. Mesai arkadaşları, dostları, okurları, sevenleri, Onat Kutlar’ın cenaze töreni için buluşuyorlar.

Konuşmaların ardından Sirkeci’ye doğru yürüyüşe geçiliyor. Sirkeci’de kortejin önü polis tarafından kesiliyor. Tartışmaların ardından kortej tekrar yürüyüşe geçiyor. Soğuk ve yağmur çiseliyor. Kortej Harbiye’ye ulaştığında sayı binleri buluyor. Herkesteki o bir can yoldaşını yitirmişliğin hüznüne sloganlar eşlik ediyor: “Faşizme karşı omuz omuza!”

Sahne 3 – Aşiyan Mezarlığı, dış, gün.

Ölümünün üçüncü yılında Onat Kutlar’ın Aşiyan’daki mezarı başında toplanan bir avuç insan. Eşi ve birkaç yakını, Zeki Ökten, Tarık Akan, Tuncel Kurtiz, birkaç oyuncu daha ve bir sinema dergisinin yirmili yaşlarındaki iki genç yazarı. Hüzün yine baskın, durulamıyor mezarın başında. “Aşağıya”, sahil yolunun hemen kenarındaki kahveye iniliyor. Orada anmaların en güzeli başlıyor: Anılar, kahkahalar, gözler dolu dolu susuşlar, anılar… O gün orada bulunan sinema dergisinin yazarları, Onat Kutlar’ın adına yapılacak bir sinema seminerleri programı düzenlemeye karar veriyorlar.

Bir sosyalist aydın

Yukarıdaki üç sahne, Onat Kutlar’ı bütünüyle anlatmaktan elbette uzak. A Dergisi’nden Yeni Dergi’ye uzanan ve 1950’lerin genç öykücü kuşağının en önemli üyelerinden biri olarak edebiyatçılığı, bir genç sosyalist olarak İstanbul Üniversitesi “maceraları”, 27 Mayıs sürecindeki deneyimleri, ardından Paris ve Sinematek ile tanışması, heyecanla Türkiye’de kurulan Sinematek, Yeni Sinema dergisi, Ömer Kavur’un yönettiği Yusuf ile Kenan filminin senaryo yazımı ile başlayan sinemasal üretimleri, Türkiye İşçi Partisi’nin 1978’de düzenlediği Şili İle Dayanışma Gecesi’ndeki o çarpıcı konuşma, güzelim deneme kitapları “Bahar İsyancıdır” ve “Yeter ki Kararmasın”, tüm bunlar yok bu sahnelerde.

Ancak diğer taraftan Türkiye’de sosyalist aydının serencamının ana hatları var gibi geliyor bana: Kendi toprağının insanına, havasına, suyuna, kokusuna yürekten bağlı, memleketinin ve insanlığın aydınlık geleceğine sevdalı, heyecan duyan, arayan, birikimini paylaşan, çoğalacağı inancı ve inadıyla yalnızlığı sırtlanmaktan yüksünmeyen, mücadele eden bir güzel insan.

Özel olarak Onat Kutlar’ın şahsında ve mücadelesindeki en heyecan verici olgulardan biri, benim algılayabildiğim kadarıyla, kozmopolitizmden uzak ama tüm dünyaya ve insanlığa açık, yerellik ve evrensellik diyalektiğini, bireysellik ve toplumsallık diyalektiğini, yıkıcılık ve yapıcılık diyalektiğini anlamış bir Marksist aydın oluşuydu. Özellikle Halit Refiğ, Metin Erksan gibi isimlerle girdiği “ulusal sinema – millî sinema” polemiklerinde “halkın beğenisi” olarak dayatılan sığlığa karşı açtığı bayrak çok değerliydi. Kuruluşundan itibaren Türkiye aydını için bir tür okul işlevi de görmüş olan Sinematek’e ilişkin, yine Yılmaz Güney’in Umut filmine dair bir anısı da bunun bir göstergesi sanırım:

“Sinematek’te biz filmin ilk gösterimini yaptık. Ve orada, başta Lütfi Akad olmak üzere sinemadan kişiler de vardı. Tabi bir tür meydan okumaydı bu. Çünkü o yıllardaki tartışmalarımızı hatırlayanlar bilirler, Türk sinemasında bir yapaylığın, yetersizliğin, toplumsal olayları yeterince anlatamamanın ve bir takım şeylerde taviz vermenin, fazla ticariliğin karşısında olan bir avuç genç insandık Sinematek çevresinde. Dergide de bununla ilgili yazılar çıkıyordu ve o zaman sürekli olarak bizi, yabancı sinemanın uşaklığıyla suçluyordu bazı sinemacılar. Çünkü biz Türkiye’de yapılan bazı filmleri beğenmiyorsak, doğal olarak yabancı sinemanın uşağıydık, yani kültür emperyalizminin ajanları. Bu isimleri bizim için kullanan yönetmenler az değildi. Tabii sevincimiz iki kat oluyordu. Çünkü biz gerçek anlamda inandığımız, sevdiğimiz ve savunduğumuz bir sinemanın da, böylece Türkiye’de yapılmakta olduğunu görüyorduk ve kimse de bunun yabancı sinema falan olduğunu söyleyemezdi. Gerçekten de gösteri çok başarılı oldu.”

Bir sosyalist aydının direnci ve bir açmaz

Sinematek kapatıldıktan sonra, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından sosyalist aydınların yeniden toparlanmaya başladıkları mecralardan biri olan İstanbul Film Günleri’nde de yine Onat Kutlar’ın önemli bir payı vardı. Bugün İKSV’nin örgütlediği Uluslararası İstanbul Film Festivali olarak devam eden etkinliğin ilk tohumları, aynı 1960’lardaki Sinematek’te olduğu gibi, tüm dünyanın ilerici, aydınlık yüzünün eseri olan sinema filmleri ile izleyicisini buluşturma çabasında atılmıştı. İlk yıllarında tüm ilerici cenahın nefes aldığı bir mecra olmuştu İstanbul Film Günleri.

Ara başlıkta “açmaz” olarak nitelediğim şey de zaten burada baş gösteriyordu: Emperyalist ülkeler kervanına katılmak için can atan kifayetsiz muhteris Türkiye sermaye sınıfı, devlet bütçesinde (haliyle) kültür ve sanat alanına çok düşük bir pay ayrıldığından, bu alandaki hami olarak ortaya çıkıyordu. Vergi kaçırmaktan toplumsal prestij sahibi olmaya kadar uzanan bir yelpazedeki olanakların motivasyonu ile hareket eden sermaye gruplarından biri ile birlikte soyunulan bir işti, bu film günlerini örgütleyen İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın kuruluşu. Sermaye sınıfı ile iş yapmanın kaçınılmaz sonucu, öncesinde sermaye düzeninin bizzat kendisinin sorgulandığı bir arenaya dönüşen Sinematek pratiğinin, süreç içinde giderek, liberalizmin kalelerinden biri haline gelmesiydi. Şu çok meşhur “eskinin solcuları şimdinin reklamcıları oldu” türünden bir pratik değildi kuşkusuz ama o sürecin basıncına karşı şerbetli de değildi, bugün görüldüğü üzere.

Burada vurgulamaya çalıştığım şey, Onat Kutlar’ın belki kendince zorunlu çabasının kaçınılmaz tarihsel seyri… Yoksa bir yeniden ayağa kalkma denemesini değersizleştirmek değil. Doğan Avcıoğlu’nun aktardığı “pabuççu muştası” benzetmesindeki gibi, Türkiye aydınının, kendini dik tutmak ve toplumu değiştirmek için işçi sınıfının, emekçilerin, aydınların, öğrencilerin, kadınların örgütlü mücadelesi dışında kanallar aramak zorunda hissetmesinin bir yan sonucu belki de. (Bu ve benzeri deneyimlere komplekssizce yaklaşmak, analiz edebilmek noktasına gelmiş olduğumuzu umuyorum.)

Bugün, siyasal gündemin tüm basıncı altında, üzerine düşünülmesi ve açmazları da hesaba katılarak sahip çıkılması gereken bir miras bıraktı Onat Kutlar. Az sayıda ama yoğun eserleri ve derinlikli direngenliğiyle: Kutlar’ın o çok değerli “Sinema Bir Şenliktir” kitabı mutlaka okunması gereken bir metin. Buluşulmayı bekleyen öykü kitapları ve denemeleriyle birlikte… Bu nedenle biz de, güçlü şiirler de kaleme almış olan Kutlar’ın bir şiirini tavsiye ederek bitirelim. “Nâzım’dan ve Cendrars’tan Sonra” şiiri Kutlar’ın güzel metinlerinden biridir ve şöyle biter:

“(…) iskelede

elele tutuşmuş bir delikanlı bir kız

günlük şeylerden konuşuyorlar derslerden vapurdan

çok geciken devrimlerden ve yüzleri

Tertemiz deniz gibi aydınlık sakin ve onların

serinliğinde yeniden başlıyor yaşantımız”