Bana ilk kitabını söyle!

Ahmet Mithat Efendi ile başlayıp, günümüzün popüler çocuk yazarlarına kadar uzanan çocuk yazını, kabaca yüz yıllık bir geleneğe sahip olmasına karşın hala ‘Cin Ali sendromu’ndan kurtulabilmiş görünmüyor.

II. Meşrutiyet'le birlikte canlanmaya başlayan ve daha çok “militarist” bir eğitim kaygısıyla oluşturulan dönemin çocuk yazını, 1900’lü yılların başlarında Fransız, 1940’larda, Alman, 1950’lerden sonra da Amerikan kültürünün izlerini taşıyan eğitim anlayışı ile modernizmin nimetlerini Türkiye çocukları ile tanıştırdı.

1869’da yayın hayatına başlayan ilk süreli çocuk yayını olan Mümeyyiz’in ilk sayısında bakın dönemin çocuklarına nasıl seslenilmiş: “Biz okuyoruz, mektebe gidiyoruz, çalışıyoruz derseniz size şöyle cevap veririz ki biz sizi görüyoruz. Vak’a mektebe gidiyorsunuz, cüzler ve kitaplar okuyorsunuz ve akşamlara kadar sallana sallana çalışıyorsunuz. Ama sair milletlerin mekteplerini ve çocukların güzel güzel mektebe gidip geldiklerini, çalıştıklarını görüyoruz da sizin mektebdeki fırsat buldukça ettiğiniz gürültüleri ve mektebden azad olduktan sonra sokakdaki hallerinizi beğenmiyoruz (...) Siz ahmak değilsiniz a! (...) Bir de size mektebden çıktığınızda sokak ortasında birbirinize yaka paça döğüşün diye kimse öğretmiyor. Ya buna ne dersiniz? Artık burada suçlusunuz. Ne ise şimdiye kadar olan oldu (...) Böyle sizin gibi sokaklarda döğüşür hiçbir milletin çocuğu kalmadı.” (Gündelik Hayatımızın Tarihi. K. Emiroğlu – Dost Kitabevi, 2001. Ank)

"Dinç" ve "gürbüz" çocuklar!
Çocuklara seslenen bir dergi için bugün pek anlaşılır gözükmese de, dönemin koşullarının ve batı karşısında ezilmişliğin, aşağılık kompleksinin, geri kalmışlığın faturasını çocuklara kesen bir eğitim anlayışının doğal bir sonucu bu. II. Dünya Savaşı sırasında kulaklarını lambalı radyolara dayayıp, Hitler’in Rusya’ya ne zaman gireceğine kulak kabartan büyüklerin telaşlı koşuşturmaları ile çocukların ve gençlerin Alman şövenizmi ile tanıştırılmasının aynı dönemlere denk gelmesi tesadüf değildir.

İstanbul başta olmak üzere İzmir ve Antalya gibi Anadolu kentlerinde fink atan Alman propagandistlerin, bürokratları ve taşranın yerel yöneticilerini manipüle etmelerinin yanında bir görevleri de, matbuatı ve dönemin kitle iletişimini kontrol etmekti. Alman propagandası yapan radyoların yanı sıra çocuklara yönelik basılan kitaplarda da küçük zihinlere, geç kalınmış Alman kolonyalizminin telaşı ile kaba bir Alman hayranlığı aşılanıyordu.

1908 yılında İngiltere’de başlayan ve hemen ardından, 1910 yılında Osmanlı toplumunda karşılık bulan ve hızla yayılan izcilik kurumunun da bu topraklarda bu denli çabuk kabul görmesi ve buna paralel olarak kurulan “Genç Dernekleri”nin başına 1916 yılında Alman Miralay Von Hoff’un getirilmesi, bu tür propaganda yöntemlerine ne kadar açık olunduğunun bir göstergesidir. "... Çıkartılan geçici kanunla 12- 17 yaş arasındakilerin “gürbüz” , 17 yaşından yukarı olanların “dinç” adı altında üye olmalarının zorunlu tutulduğu örgütlenmede artık Türkçülük , Türkçecilik ve Orta Asya çağrışımları iyice kendini hissettiriyordu..." (G.H.T-Kudret Emiroğlu)

Bu gelişmeleri takip eden yıllarda, Ömer Seyfettin hikayeleri orta ve orta üst sınıfın ilk gençlik çağı çocuklarının düşünce bayrağı oluyordu. Hikayelerin dayandığı ana unsur, genelde Türkçülük ve Türk kimliğinin kendini yeniden tanımlayabileceği örgüler içinde geçerken, bir taraftan da Osmanlı aristokrasisine karşı da inceden muhalefet ediliyordu. Başta Piyer Loti olmak üzere, dönemin oryantalistleri ile dalga geçiliyor, onların doğuyu keşfetmeleri karşısında duydukları şaşkınlık alaya alınıyordu. İslamcı geleneğin çocuk yazını konusunda neredeyse yok sayıldığı yıllarda, meydan Türkçüler ve Turancılarındı. 1950’lere kadar Alman peykçiliğinden beslenen bu akım, 1950’lerde esen "demokrasi rüzgarları" ile Amerikanlaşıverdi.

Ülkenin geçirdiği siyasi savrulmalara göre yön değiştiren çocuk yazını, İslamcı yayınevlerinin 1970’lerde çocukları keşfetmeleriyle iyice karmaşıklaşır. Yıllarca menkıbeler, destanlar, cenk öyküleri, Hayber Kalesi hikayeleri ve cemaat liderlerinin yaşam öyküleri ile yetiştirilen çocuklara artık "özgün" çocuk kitapları ile seslenmek gerektiğini anlamışlardı.

Aslında bu hikayelerin özgünlüğü kendinden menkul, biraz Ömer Seyfettin, biraz Kemalettin Tuğcu, biraz da İslami ve geleneksel hikayelerin bir harmanıydı. Melodramatik bir örgüsü olan bu hikayelerde yoksulluk, çaresizlik, gavur – Müslüman ayrımı, iyilik – kötülük gibi kalıplar kabaca, bir çocuğun algı düzeyine inilerek anlatılıyordu. Kitapçı dükkanı bile bulunmayan Anadolu kasabalarında, bakkallarda bile satılan bu hikayeler bir döneme damgasını vurdu. Hem Türkçülük hem de İslamcılık ekseninde yazılan çocuk kitaplarının ortak özelliği kadınların, kızların hep ikincil, yan, yardımcı, ev kadını, anne, bacı gibi kavramlarla işlenmesi ve çoğunluğunda ortaya çıkan, namus, ahlak gibi kavramların "tecavüz", "sarkıntılık", "dinini – milletini" aşağılamak gibi vurgularla, okuyucunun kimliğinin ve aidiyetinin kalınca altının çizildiği etkili bir dili toplumun genelinde hakim kılıyordu. Bu anlayış, 1960- 1970’lerde Yeşilçam sinemasının da ortak dili olmuştur.

Burada asıl ilginç olan bu tür kitapların Milli Eğitim Bakanlığı'nca tavsiye edilmesi. Bakanlığın tavsiye ettiği kitaplardan birinde, ( Kıbrıslı Mehmet – Niyazi Birinci, Yeni Asya Yay. 1980 İst.) 11 yaşında bir çocuğun gözüyle anlatılan, altı çizilen vurgulamalara bir göz atalım: "...Rumlar kötüydü, Rumlar gaddardı Kıbrıs’ta. Yalnız Kıbrıs’ta değil bütün dünyaya ‘barbar’ olarak nam salmışlardı. Türklere düşmandılar. Camileri taşa tutarlardı sık sık. Mehmet, içten içe üzülürdü. Camileri severdi çünkü. Babasının orada namaz kıldığını görürdü. İçine girince rahatlardı. Babasıyla birlikte o da avuçlarını açar Allah’ım, bize kuvvet ver, Allah’ım bizi Rum gavuruna ezdirme (...) Yine Rumlar tarafından kurşunlanan köy çobanı İlyas’ın da ölüsünü görmüştü. Gülümser gibiydi İlyas. Sanki Mehmet’e bakıyor, kanımı koma Mehmet diyordu. Ellerini yumruk yapmıştı ‘İlyas amca, intikamını alacağım, senin de, dedemin de ..."

Cin Ali'den Top Ali'ye Ali'ler geçidi...
Yine Milli Eğitim Bakanlığı tavsiyeli olan ve sonuna "Ali" adı konularak uzayıp giden Ali serisi, ayrıca incelenmeye değer bir durum. Hepimizin aşina olduğu "Cin Ali" ile başlayan Atik Ali, Özgün Ali, Tonton Ali, Top Ali, Aliş ile Gülüş gibi adlarla uzayıp giden Ali serisi...

Özellikle Cin Ali’nin ünü bütün dünyada oldukça yaygın. Japonya’dan İngiltere’ye kadar pedagoji literatürüne girmiş durumda. Fakat hangi özelliği ile girdiği konusunda iyimser bir tahmin yürütmek zor. Genellikle, kolaycılık anlayışının bir ürünü olan Ali serilerinde de ‘dozu ayarlanmış’ bir cinsiyet ayrımcılığı göze çarpıyor. Hizmetçi hala, kurabiye pişiren, örgü ören, piknik sepeti hazırlayan, bulaşık yıkayan, ütü yapan meyve soyan anne ve abla – kız kardeş modeline karşın baskın baba ve erkek kardeş figürleri öne çıkıyor.

İnek ve keçi nasıl "bismillah" der?
Mehmet Paksu’nun yazdığı, Nesil yayınlarınca yayımlanan ( İst-2001) "Nur Dede" isimli çocuk kitabında ise, 8-11 yaş arası çocuklara Said-i Nursi’nin hayatı anlatılırken, ilginç dini bilgiler de veriliyor.

Kitabın önsözünde şu bilgilere yer veriliyor: "Nur Dedemiz, dini ilimleri öğrenmiş, matematik, fizik, kimya okumuş, felsefe alanında yeterli bilgi sahibi olmuş, çeşitli bilim dallarında 90 kadar kitabı ezberine almış, hoca olmuş, öğrenci yetiştirmiş, kitap yazmış, okumuş, okutmuş, öğrenmiş öğretmiş, 90 seneye varan hayatı hep böyle geçmiş. (...) Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar Bismillah der (...) Meee! Mooo! Mooo! Aaaa!... Keçi ve inek dili, keçice ve inekçe sesler. Sadece keçi ve inek mi konuşur? Tabii ki hayır! Diğer canlılar da konuşur... Bu hayvanlar ara sıra sesli konuşsalar da, çoğu kere içlerinden konuşurlar. Keçi ile ineğin bitirdikleri bir okul var mı acaba? Bir kurs görmüşler mi?"

Cennete çağırınca gelen taşlar, ağaçlar, ırmaklar...
Yine aynı kitaptan aktarmaya devam edelim: "Şu dünyadaki cansız ve bilinçsiz maddeler, orada canlı ve bilinçlidir. Buradaki insanlar gibi oradaki ağaçlar, buradaki hayvanlar gibi oradaki taşlar emri anlar ve yapar. Sen bir ağaca desen ‘filan meyveyi bana getir!’, getirir. Filan taşa desen ‘gel!’, gelir (...)

Baktınız ki pırıl pırıl, renkli mi renkli bir kuş, süzüle süzüle uçuyor, gönlünüzü okşuyor, içinizi ferahlatıyor, neşenize neşe katıyor, keyfinize keyif veriyor. Bir an için düşündün ‘eti, tadı nasıl acaba?’ diye aklınızdan geçirdiniz, anında kızartılmış olarak önünüzde hazır. Afiyetle yediniz, bitti. Tekrar aynı hale gelmesini istediniz, hemen kemikler toplandı, birden kuş oldu ve pırrr uçuverdi gözünüzün önünde (…)

Kuran’ın anlattığına göre, cennette süt ırmağı, bal ırmağı, cennet şarabı ırmağı, tatlı su ırmakları vardır. Bu ırmaklar oturduğunuz sarayın altından akıyor. Orada ölümsüz bir hayat yaşıyorsunuz. Bu ırmaklarla dost ve arkadaş olursunuz. Bir yere gidiyorsunuz, süt ırmağı ile bal ırmağının size arkadaşlık etmesini istiyorsunuz.

El işareti ile ‘Beni takip edin’ dediniz. Irmak sizi takip etmeye başlar. Nereye giderseniz oraya gelir. Irmakla birlikte seyahat, ne zevkli değil mi?”

Uçan peygamber, bilim adamı peygamberler
Uzay teknolojisinin babası Süleyman Aleyhüsselam’dır. Onun mucizesini şu ayetten öğreniyoruz: "Rüzgârı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra bir aylık yol güderdi."

Allah rüzgârı Süleyman Aleyhüsselam’ın emrine verdi. Hz. Süleyman rüzgâra biner bir günlük yolu bir saatte alırdı... Bugün uçak, helikopter, füze, jetler gelişen uzay teknolojisi bu mucizenin ışığında gerçekleşmiştir.

Musa Aleyhüsselam’a inananlar bir defasında çölde susuz kalmışlardı. Peygamberlerinden su istediler. Musa, elindeki asayı kayaya vurdu, bir anda kayanın on iki yerinden fıskiye gibi sular fışkırdı... Yüz yıllar sonra Musa’nın bu mucizesinden ilham alan insanlık, yeraltı kaynaklarından sondajla su çıkardı, artezyen kuyuları açtı... Demek ki bugünkü jeoloji teknolojisinin babası Musa peygamberdir...

Bugün sanayi, fabrika denince hemen aklımıza demir ve bakır geliyor... Demir filizi yerden çıkarılıyor, demir çelik fabrikalarına götürülüyor, çok büyük fırınlarda 1500 derece sıcaklıkta eritiliyor. Sonra kalıplara dökülüyor, ihtiyaç olan yerde kullanılıyor. Küçük çapta bir şey yapılacağı zaman, yine ateşe sokuluyor, kızartılıyor, balyozlarla istenilen şekil veriliyor. Davud Aleyhüsselam öyle yapmıyordu. O şöyle yapıyordu: Demiri eline alır almaz demir hemen yumuşuyordu ve hamur gibi oluyordu, demire istediği şekli veriyordu.

Buradan anlıyoruz ki, bugünkü sanayinin babası Davud peygamberdir...”

Kitapta günümüz teknolojisinin bütün temellerinin peygamberlere dayandığı tezi sıklıkla işlenerek, yukarıdaki benzetmeler kullanılarak radyo, televizyon, uydular hatta internetin babasının da "Süleyman Aleyhüsselam" olduğu, günümüz modern itfaiye örgütünün kurucusunun "İbrahim Aleyhüsselam", modern tıp biliminin kurucusunun da İsa peygamber olduğuna ilişkin onlarca örnek sıralanabilir...

Ve "havuç kuşağı" çocukları...
Günümüzün “Havuç” kuşağının Ben10 aksiyonlarıyla büyüyen çocukları bu tür kitaplarla ne kadar ilgilenir bilinmez. Fakat hâlâ Anadolu’da bu tür kitaplar evden eve dolaşıyor. Çocukların pedagojik gelişimlerini en kolay sağlayabilecek bir araç olarak sunulan okuma ve öğrenme sevgisini kazandıracak olan kitapların içeriklerinin bilimsel değerlendirmeden uzak, kitaplarda sunulan rol modellerin çarpık sonuçlar doğuracak biçimlerde olması sağlıklı kuşaklar yetiştirilememesinin vahim sonuçları olarak ortada duruyor.

Sonuç olarak kabaca yüz yıla dayanan çocuk yazını geleneğimiz içerisinde bu kadar Ali figürü, bu kadar hamaset, bu kadar şövenizm, bu kadar İslam sosu kullanılmasına karşın, içinde yaşadığımız zamanın olaylarını anlamaktan uzak bir laubalilik olduğu ortada.

Bu alandaki örnekleri çoğaltmak mümkün olsa da günümüzde herkesin diline düşerek karikatürize olan "eğitim şart" cümlesinin bu denli içeriğini yitirmesiyle birlikte söylenecek sözlerin "şimdilik" pek bir şey ifade etmeyeceğini kestirmek zor değil.

Yine de bugün nehirleri para için yok eden, dere yataklarına evler yapan, dağları un ufak edip kazancıyla böbürlenen ülkeyi TOKİ Cumhuriyeti’ne çeviren yetişkinlerin, çocukluklarında ilk okudukları kitapların hangileri olduğunu bilmek belki de bugün yaşadığımız abuklukları anlamamıza yardımcı olabilir…

Yusuf Yavuz