Aydınlanma Dosyası | Köylerden gelindi, tarihe armağan edildi...

soL Kültür'ün Aydınlanma Dosyası devam ediyor... Yazı dizimizin bu bölümünde yine köy enstitülerine değiniyoruz... Köylerden gelinip tarihe armağan edilen; sonrasında yıkımın, talanın, gericiliğin saldırısında yok edilen köy enstütüleri...

soL Kültür – Özer Yatanaslan

Üzerine yüzlerce kitap, öykü, makale, tez yazıldı. Belgeseller çekildi. Çoğunun hülyası, azının gerçeği oldu.

Savaştan çıkmış, neredeyse tüm kadrolarını savaşta kaybetmiş bir ülkenin en çok ihtiyaç duyulanını var etmek için yola koyuldular. Köylerinden çıktıklarında yamalı elbiseleri, nasır tutmuş elleri, yırtık ayakkabıları ve dünyaya geldiklerine bin pişman yüz ifadeleri vardı. Nereye gittiklerini pek kestirememiş olsalar da, ülkeyi yeniden kurmaya, insan olmanın tadına varmaya gidiyorlardı. Köylüler onları “Bu bebeler mi bunları yapacak?” diyerek alaycı tavırlarıyla karşıladıklarında olacakların farkında bile değillerdi. Yeni bir dünya kuracaklardı bozkırın orta yerinde, köylüye rağmen. Çocuk yaşta işe koyulacaklardı, üstelik hiç şikâyet etmeden. Yollara düşülmüştü artık, geri dönülmezdi. Trenler kömüre; atlar, öküzler arpaya doymuştu. Büyük serüven başlamıştı.

BİLİM, ÜRETİM VE İNSAN OLMANIN HAZZI

Takvim 1940 yılının baharını gösteriyordu. 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu meclisten muhalefete rağmen geçmişti. Hitler faşizmi ikinci büyük savaşta insanlığı yok etmek için yoğun çaba gösterdiğinde dünya açlık-sefalet içindeydi. Anadolu’nun dört bir yanından gelen bebeler ‘modern’ binalar inşa etmeye başlamıştı. Yokluğun içinde öncelik yatakhane ve ders görecekleri dersliklerdeydi. Çünkü kış yaklaşıyordu. İlk günlerde kurdukları derme-çatma çadırlarda barınmak olmazdı. Binalar hızla yükseliyor, herkesin içi neşe ve umut ile doluyordu. Atölyeler, spor ve tarım alanları, tiyatrolar, ahırlar, depolar… Eğitim-öğretim de inşaatlarla beraber başlamıştı. Bebeler ustalık ederken, okuma-yazma öğrenecek, müzik aleti kullanacaklardı. Birlikte şarkılar söylenecek, dans edecek, kütüphaneler dolusu kitap okuyacaklardı. Piyeslerde oynayacak ve izleyicileri şaşkına çevireceklerdi.

Hepsi hayata yeniden gelmiş gibiydiler. Artık gülebiliyorlardı. Düzenli besleniyor, tahta yataklarında rahat uyuyorlardı. Hasta olduklarında başlarında doktorları oluyordu.

Hasanoğlan Köy Enstitüsü müdür yardımcısı Mustafa Güneri şöyle anlatıyor:

“İlköğretim umum müdürünün aracılığıyla Ankara Hıfzıssıhha Kurumu doktorlarından –daha sonra Adana milletvekili olan– rahmetli Ali Menteşoğlu’nun köye gelmesi sağlandı. Doktor haftada bir gün geliyor, gece kalıyor, çocukları muayene ediyor, iğnelerini yapıyordu. Aynı zamanda köylünün de hastalarına bakan doktor ertesi gün Ankara’ya dönüyor ve bu iş için ücret almıyordu.

Hasanoğlan’da istasyon yoktu. Yedi kilometre ilerde Lalahan istasyonunda iniliyor oradan enstitüye yayan geliniyordu. Enstitünün bir taşıma aracı yoktu. Ali Menteşoğlu da yayan geliyor ama kendisine sorulduğunda, enstitü sakinlerini üzmemek için vesaitle geldiğini söylüyordu. Bir gün yine aynı şekilde geldiğini söyleyince, ayağındaki çamur gösterilerek pek de vesaitle gelmişe benzemediği söylenince, gülerek ‘O kadar da olacak!’ cevabını vermişti. Ali Menteşoğlu’nun bu şartlarda gelip gitmesi enstitü mensuplarını fazlasıyla üzüyordu. Bu fedakâr doktora herkes minnettardı.

İdareciler bir araya gelerek bir defaya mahsus olmak üzere 500 lira ücret vermeyi kararlaştırdılar, bordroyu hazırlayıp imza etmesini rica ettiler. Ali Menteşoğlu gülümseyerek: ‘Siz burada sabah altıda kalkıyor, işe başlıyor, gece 24’te yatıyorsunuz; hatta geceleri de hizmetiniz oluyor. Bu memlekete hizmetlerin en büyüğünü yapıyor, bundan da zevk alıyorsunuz. O halde müsaade edin de bu kuruluşa hizmet ederek haftada birkaç saat de ben zevk alayım,’ diyerek bordroyu iade etti. Bu sözleri orada bulunanların gözlerini yaşartmıştı.”[1]

EĞİTİM...

Köyden gelip yeni hayata merhaba dedikleri, el emekleri ile var ettikleri bu köylerde mutluydular. Erkenden kalkıyor, dersliklere güle oynaya gidiyorlardı. Öğretim sadece kitaptan değil, yaşayarak öğreniliyordu. Bilimi deney yaparak öğreniyor, bilgiyi daha kalıcı hale getiriyorlardı. Toprağı ekiyor, mahsulü hep birlikte kaldırıyor, hep birlikte tüketiyorlardı. Kilometrelerce uzaktan içme suyu getiriyorlardı. Elektrik santrali kuruyor, karanlıktan kurtuluyorlardı, cehaletten kurtuldukları gibi. Dikiş atölyelerinde pijama, önlük, don dikiyorlardı. Kışları kayak yapıyor, kartopu oynuyorlardı. İnekleri sağıyor, fidesinden domates yiyorlardı. Her hafta sonu ortak toplantılar düzenliyor, genel değerlendirmeler yapıyorlardı.

Kendilerini ifade etmekte yetişkinler kadar başarılıydılar. Haksızlığa karşı duruyor, yanlışı düzeltiyor, doğruda ısrarcı davranıyorlardı. Birçok konuda uzun tartışmalara katılıyor, kitaplardan alıntılarda bulunuyorlardı.

Bir bilim insanı olan Niyazi Berkes Çifteler Köy Enstitüsü’nü ziyaretinde, Müdür Rauf İnan’ın kendisinden öğrencilere bir konferans vermesini ister. Teklifi kabul eden Berkes konferans anısını şöyle anlatır:

“(…) O konuşmayı yapacağım güne kadar öğrencileri tarlada, makine başında, halay çekmede ve kendi yazdıkları piyesleri oynamakta seyretmiş, hayran kalmıştım. Öyle olduğu halde, hâlâ hatırlıyorum, konuşmaya başlarken içimde ‘bu köylü çocuklara ne söylerim, ne anlarlar?’ diyen bir ses vardı. Rauf İnan’ın teklifini kabul ettiğime, çok geçmeden pişman olmaya başladım. Ama karşımda benim hiç tanımadığım insanlar olduğunu gördükçe içimden ne kadar snopluk duyguları varsa yıkıldı. Çocuklar yalnız benim söylediklerimi anlamakla kalmıyorlar, eksik bile buluyorlardı. Soru yöneltmeleri zamanı gelince, bunların benim fakültede bir türlü konuşturamadığım, konuştuklarında da insanı tartışma açtırdığına bin kez pişman edecek saçma iddiaları ortaya atıp, tartışmayı rezil eden öğrencilere benzemiyorlardı. Nereden öğrenmişlerdi bunları? Bu kadar kısa zaman içinde. Soruların hepsi önemliydi. Birbirleriyle yarış edercesine ve tam bir özgürlükle konuşuyorlardı.”[2]

KÖYE DÖNÜŞ...

Öğrendikleri her şeyi paylaşacak yaşa gelmişlerdi artık. Köylerine geri döndüklerinde sadece öğretmenlik yapmayacaklardı. Kapıyı çalan köylüye sırtlarını dönmeyeceklerdi. Okulun olmadığı yerde köylüyle beraber derslik, lojman yapacaklardı. Birlikte harman savurup, tohumluğu ambara, ekmekliği değirmene taşıyacaklardı. Kara tahtada öğretmen, teneffüste çocuk olacaklardı. Köylüye okuma-yazma öğretecek, sağlık eğitimi vereceklerdi. Kütüphaneler kuracak, okuma yarışmaları düzenleyeceklerdi. Enstitülerde öğrendikleri her şeyi kendi köylerine taşımanın heyecanıyla yeni güne uyanacaklardı. Köy odaları naftalin değil, kâğıt kokacaktı.

Öyle de oldu. Köylere eğitim-öğretim ile hayat geldi. Öğretmen köyün doktoru, mühendisi, veterineri, müzisyeni oldu. Cumhuriyetin uğrayamadığı köylere enstitülerin yetiştirdiği gençler aydınlanma bayrağını taşıdı.

YIKIM, TALAN, GERİCİLİK...

Köy Enstitüleri’nde yaşam ülkenin her yanını hızla etkisi altına almaya devam ederken Halk Partisi içindeki muhalefet daha da güçlenmişti. Gericiler boş durmuyorlardı, ülkenin dört bir yanında söz sahibi olmaya başlamışlardı. Hatta enstitüleri yönetiyorlardı. Kızlı-erkekli eğitimin Türk ahlakına uygun olmadığını söyleyerek halka ‘ahlak’ dersi veriyorlardı. Enstitülerdeki üretim ilişkilerinin komünizm propagandası olduğunu ifade ederek ‘milli’ duyarlılıklarını tekrar açığa çıkarıyor, enstitülerin fuhuş merkezi olduğunu yüzleri hiç kızarmadan herkese anlatıyorlardı. Enstitüler kapatılmalıydı. Onlar için eğitim, üretim, eğlenmek, tiyatro… her şey kötüydü.

Binaları artık tüccarlar yapıyordu. Üretimin yerini tüketim almaya başlamıştı.

Hasanoğlan Köy Enstitüsü müdür yardımcısı Mustafa Güneri bir anısında şöyle anlatıyor:

“Hasanoğlan’dan ayrıldıktan birkaç sene sonra enstitüye uğramış, bir arkadaşa misafir olmuş, ona şu soruyu sormuştum: ‘Hastaneye yakın yemekhanelerden biri yapılırken, betonarme için kullanılacak kum topraklıydı. Bu kum, yeteri kadar su olmadığı için iyi yıkanamamıştı, o binada çatlama oldu mu? Atölyedeki çalışmalar nasıl gidiyor?’ Aldığım cevap şu oldu: ‘Hayır… Çocukların yaptığı binalarda çatlama olmadı, sapasağlam duruyor. Fakat 1951’den sonra müteahhide yaptırılan salon çöktü. Bereket versin içinde kimse yoktu. Atölye çalışmalarına gelince… Program değişti. Şimdi atölyelerde kâğıttan mangal yapılıyor.’ Bu cevabın inşaatla ilgili kısmına sevinmiş, atölye çalışmalarıyla ilgili kısmına da üzülmüştüm.”[3]

İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü - Adnan Menderes tarafından NATO’ya tahsis edilmiştir

Atölyeler çürümeye terk edilmişti. Tezgâhlardan çekiç sesleri gelmez, tarlada ekinler biçilmez, ahırda inekler sağılmaz olmuştu. Diğer enstitülerden yardıma gelen arkadaşlarını görememenin hüznü herkesin içini kaplıyordu. Dayanışma, dostluk ‘Söz Milletindir’ diyenler tarafından yok ediliyordu. Demokrat Parti iktidara gelmişti ve enstitülerde ilericilik adına ne varsa yok edilecekti. Öyle de oldu. Binlerce öğretmenin, sağlık memurunun yetiştirildiği köyler kapatılmıştı. Baharla gelen aydınlık, kışa dönen havayla karanlığa mahkûm edilmişti. Paranın hükmü, gericiliğin saltanatı kendisine yeniden yol açmıştı.

Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü binası

***

Enstitülerin ömrü kısa sürse de, bıraktıkları etki uzun süre kendisini gösterecekti. Binlerce öğretmen aldığı eğitim ile köyleri aydınlatacak, kendilerinden sonra gelenlere önemli miraslar bırakacaktı. Bıraktıkları miras birçok şeyi değiştirecekti. Enstitülerden mezun olan sayısız yazar, oyuncu, müzisyen, öğretmen ülkenin dört bir yanına yayılarak gericiliğe karşı seferberliği çoktan ilan etmişlerdi.

Köy yaşamını romanlarına her fırsatta taşımayı başaran yazar Fakir Baykurt enstitülerden övgüyle bahseder.

“Dikenlerin arasından çıkıp gelen bir yazarım ben. Yüzyıllarca karanlıklarda bırakılmış köylerin birinden, Akçaköy’denim. Ailem yoksuldu. Kır bayır kırk iki dönüm toprağımız vardı… Annem babam okuma yazma bilmiyordu. Köyümüze geçten geç tek açılan ilkokul yalnız üç sınıftı. Evimizde tek bir kitap yoktu. Cumhuriyet beni götürdü, açtığı Köy Enstitüsü’nde eğitti. Öğretmen yaptı. Elime kalem verdi, yurdun yazarları arasına attı.”[4]

SON SÖZ YERİNE

Orada yaşayarak öğrenen insanlar tohumu topraktan, gübreyi ahırdan alırdı. Yaşayanları anlatır. Kar yağınca kayak yapar, dam akınca ustalık ederlerdi köy yerinde, tarlada ırgat olurlardı, okulda hademe, öğretmenlik dışında. Sorsanız kendilerine maraba derlerdi, ama siz onları aydınlanma ile hatırlayın.

Evet, tarif edilen bir devrin battığı yerdir.

Battığı yerden daha iyisinin ve daha gelişkininin var edileceği kesindir.

[1] Mustafa Güneri (2014), “Hasanoğlan Hatırası”, İş Bankası Kültür Yayınları, s. 116.

[2] Niyazi Berkes (2014), “Unutulan Yıllar”, İletişim Yayıncılık, s. 253-254.

[3] Mustafa Güneri, a.g.y., s. 115.

[4] Asaf Güven Aksel (2017), “Sola Bakan Portreler”, Yazılama Yayınevi, s. 24.


Aydınlanma Dosyası | Önceki yazılar: