30’uncu ölüm yıldönümünde, hayatı sevenlerin ve emeğin komünist söz işçisi: Enver Gökçe

Geçtiğimiz yıllarda Enver Gökçe için bir internet sitesi de kuran Celil Denktaş, internet sitesinin ardından, şimdi de 30’uncu ölüm yıldönümünde "Berceste Mısraı Yazan Komünist - Enver Gökçe" kitabını yayımladı.

Uzun süredir Federal Almanya’da yaşayan ve araştırmalarını da bu ülkede sürdüren yazar Celil Denktaş, Türkçe şiirin önemli isimlerinden Enver Gökçe’ye bir borç ödemeye çalışıyor. Denktaş’a göre, bu tür borçlar, aydının tanımında vardır, yani dışarıdan alınmış bir emirden doğmaz, yaşadığımız kültüre ve insanlığa hizmet sorumluluğundan doğar. Geçtiğimiz yıllarda 40 Kuşağı’nın bu hem en talihsiz ve hem de en yetenekli şairi için bir internet sitesi de kuran Denktaş (www.envergokce.org), elindeki belgeleri yeniden harmanlayıp o dönemin tanıklarıyla da yüz yüze görüşmeler gerçekleştirdi. O görüşmelerin sonrasında, her biri zaten çok ileri yaştaki tanıklar yavaş yavaş aramızdan ayrılmaya başladı. Celil Denktaş, internet sitesinin ardından, şimdi de 30’uncu ölüm yıldönümünde "Berceste Mısraı Yazan Komünist - Enver Gökçe" kitabını yayımladı. Enver Gökçe’nin ve Türkiye’nin, elbette de Türkçenin gerçek anlamını yeniden hatırlatan Denktaş, hem amaçlarını hem de Türkçenin ve Gökçelerin tarihsel meşruiyetini Osman Çutsay'la birlikte değerlendirdi.

Osman Çutsay: Enver Gökçe’nin Türk şiirindeki yerini, biraz da hor görerek, fazla önemli olmadığını ileri sürenler var. Eğer Gökçe’yi, bitmemiş bitirilememiş, yeterince geliştirilememiş bir şiirin sahibi olarak görürsek, bu iddia ilk bakışta haklı da görünebiliyor. Enver Gökçe, gelebileceği noktaya gelemedi. Ama modern Türkçe şiirde açtığı kapılar itibariyle ayrı ve hatta ayrıksı bir yeri olduğunu söylemek zorundayız. Size göre, Enver Gökçe’nin, modern cumhuriyet tarihimizde nasıl bir önemi var Gökçe, nasıl bir temsilci yani?

Celil Denktaş: Şimdi bakın, Arif Damar, şunu söylemişti: "Yusuf ile Balaban tam olarak bugüne kalabilseydi Enver Gökçe büyük şair olarak edebiyatımızda yerini alırdı", yani tam böyle olmasa da, bu anlamda. Bunu Arif Damar’ın kendi sesinden, internete girebilen herkes "www.envergokce.org" sayfasından bizzat dinleyebilir. Haydi diyeceksiniz ki, "Arif Damar da aynı yolun yolcusuydu. Yoldaşını tabii ki kayıracak..." Peki, o zaman buyurun Günel Altıntaş’a kulak verin onu da aynı internet sitesinde bulabilirsiniz. Yani Günel Altıntaş’ı, bırakın Komünist Partisi’ni, "sol"la hiçbir şekilde yan yana getiremezsiniz. Ki, edebiyatla haşır neşir olup da Soyut dergisinin Türk edebiyatı tarihindeki haklı ağırlığını, yerini kim inkar edebilir?

Bu soruyu şöyle ilerleteyim: Soyut’un "tek tabanca" emekçisi Günel Altıntaş’tan başka kim, bir dönem Ülkü’nün, Ant’ın, Yağmur ve Toprak’ın tek tabanca emekçisi Enver Gökçe’yi yerli yerine oturtabilir? Ta 1970’lerin başında, tam tarihini anımsayamadım, daha henüz Enver Gökçe’nin kitabı çıkmamış, ama bazı şiirleri bazı dergilerde yayımlanmaya başlamış, yani tekrar yayımlanmaya başlamış, "Zaman Enver Gökçe’nin hakkını Enver Gökçe’ye verecek" diyor. Yani bu kadar yıldır bu insanın görmezden gelinişine isyan ediyor. Kendisiyle yaptığım görüşmede bunu henüz Enver Gökçe’yi tanımadan, onun dergilerde çıkan şiirlerini okuduktan sonra dergisinde, Soyut’ta yazdığını doğruladı. Bir de Asım Bezirci’nin yayımladığı antolojide Enver Gökçe’nin şiirlerini görmüş. Enver Gökçe’yi ilk kez Türk şiiri antolojisine sokan Asım Bezirci’dir. Yanılmıyorsam 1969’da. Yani 25-30 sene gecikmeyle. Demin de dediğim gibi Soyut’un öyle "sol"la falan alışverişi yok. Bunlardan şuna gelmek istiyorum: Enver Gökçe’nin şiiri ona herhangi bir objektif, bakın bunun altını çizelim, Türk şiiri antolojisinde yer verdirecek, bunu hak edecek denli bitmiştir, gelişmiştir. Zaten Asım Bezirci’ninkinden sonra hemen hemen tüm antolojilere, edebiyat tarihlerine, ansiklopedilere girdi.

Ha, eğer Enver Gökçe şiirini kurmuş olduğu 1940’lı yıllardaki görece rahatlığı yaşamının geri kalan döneminde de yaşamış olsaydı, belki de geriye oldukça geniş bir "külliyat" bırakacaktı. Zaten "Yusuf ile Balaban"dan kalan parçalar bunu gösteriyor. Ama olmadı. Arif Damar da buna işaret ediyor. Bugüne kadar görüşebildiğim kişiler de buna yakın şeyler söylediler. Bunları yayımladım zaten. Ayrıca kendi de polis aramalarında, tutuklamalarda falan bir yığın şiirinin kaybedildiğini söylüyor. Emniyet müdürlüğünün arşivlerine inilebilse belki de pek çok bilinmeyen şiirinin oradaki dosyalardan çıkacağını söylüyor.

Yaşanan yaşandı. Biz elimizdekine bakmak durumundayız. Elimizdekinin bize söylediği de, sizin sorunuzda ifade ettiğiniz gibi, Enver Gökçe’nin, "...modern Türkçe şiirde açtığı kapılar itibariyle ayrı ve hatta ayrıksı bir yeri olduğunu söylemek zorundayız"dır. Tabii bu "ayrı ve hatta ayrıksı" yerin ne olduğunun belirlenmesi işi edebiyatçılara düşüyor. Beni asıl çekmiş olan, konunun politik yanı, yani modern cumhuriyetin Enver Gökçe’de nasıl ete kemiğe büründüğü. Önce, bir kere modern cumhuriyetin ortaya çıkışını iyi öğrenelim. Bunu bilmeden Enver Gökçe’nin ya da Enver Gökçelerin ne için mücadele ettiklerini anlayamayız.

Şu tespiti yaparak başlayalım: Enver Gökçe’nin kuşağı cumhuriyetin ilk yetiştirdiği kuşaktır. Bakın bu çok önemli. Harf devriminin ilk öğrencileriydiler. İnsanın "kul" olmaktan çıkıp haklarını bilen, bunu talep eden bir sosyal varlık olduğu bilincini geliştiren atılımları yaşadılar. Kitaba bunu açan ayrı bir bölüm koydum ki bugünün okuru o günleri daha iyi kavrayabilsin.

Modern cumhuriyet topluma yeni, çağdaş bir yaşamın kapısını açtı, insanlarda daha ilerisini hayal edebilme, sınırların ötesine geçebilme cesaretini yarattı. Eğitim olanağının tabana yayılması, insanlar için en büyük nimettir. Denizde yaşayıp da denizi bilmeyen balık olmaktan kurtarır sizi. Ama sizi modern, çağdaş bilimle donattıktan sonra da artık sorumluluk sizdedir. Enver Gökçe’nin temsil etmiş olduğu da, işte bu donanmanın karşılığını topluma geri ödeme sorumluluğundan başka bir şey değildir. Onlar bundan kaçamazlardı çünkü, onları halka bağlayan politik bilinçlerini bir yana bırakın, nasıl bir yoksulluktan bu seviyeye ulaştılar, toplum olarak bu değişimi nasıl yarattılar, bu büyük farklılaşmayı, gelişmeyi bizzat yaşadılar. Bu yüzden cumhuriyetin bu coğrafyaya getirmiş olduğu yenilik, çağdaşlık, onların sırtına bu cumhuriyeti daha da ileriye götürme, daha da çağdaşını yaratma görevi olarak yüklendi. Bunu siz ister kişisel tercih olarak görün, ister cumhuriyetin zorlaması olarak görün. Ama sonuçta Enver Gökçelerin ortaya çıkışı hiçbir şekilde tesadüf değildir. Nâzım Hikmetlerin açtığı kapıdan girmeleri, o yolu aydınlatacak ışığı devralıp taşımaları da.

Dolayısıyla Enver Gökçe’nin kişiliğini, politik mücadelesini, şiirini "kaçınılmaz bir zihin açılması"nın sonucu olarak değerlendirmek hiç de yanlış olmaz. Kuşkusuz bu "zihin açılması"nın yolunu açan. cumhuriyettir, cumhuriyetin topluma kazandırmış olduğu çağdaş değerlerdir. Ve bana göre de Enver Gökçe, bu dönüşümün ete kemiğe bürünen temsilcilerindendir.

Osman Çutsay: Siz çok uzun yıllardır yurtdışında yaşıyor ve yazıyorsunuz. Almanya’da yerleşmiş ve Türkçe yazan bir aydın, neden Enver Gökçe’yi kitap halinde yeniden işleme ihtiyacı duyar? Hareket noktanız neydi ve hedefiniz nedir? Yani, biz, sizin bu çabanızı, sadece sıradan bir aydın çağrısı olarak mı anlamalıyız?

Celil Denktaş: Önce "aydın"dan başlayalım: Bunu önce tırnak içinde aydın ve tırnak dışında, yani tırnak içinde yazılmayan aydın olarak iki şekilde ele alalım. İkincisi, yani tırnak içine alarak yazma gereği duymadığınız aydın bana Aziz Nesin’in çok güzel bir lafını hatırlatır, hatta böyle bir şiiri de vardı yanılmıyorsam. Kelimesi kelimesine değil ama, dediği aşağı yukarı şu Aziz Nesin’in: "Bu halk, bu toplum bana o kadar çok şey verdi ki, ben bunun karşılığını ömür boyu ödeyemem." İnsanlık, yüz binlerce yıl kendi başına doğayla, etobur hayvanlarla mücadele ettikten sonra, bir arada yaşamanın erdemine vardı. Zaten bir araya gelememiş olsaydı, herhalde çoktan soyu tükenen canlılardan biri olurdu. Bizim atalarımız vahşi hayvanların beslenme menüsündeydi biliyorsunuz. Hoş, sınıfların ortaya çıkışıyla bu kader kendini tekrarlıyor ya. Ama tabii artık bunu kader olmaktan çıkarmanın yolunu da biliyor insanlık. İşte aydın, bu yolun aydınlatıcısıdır. Onun için Türkçede aydın diyoruz. Anlamına cuk oturan bir sıfat. Diğer dillerde entelektüel diyorlar. Bazıları da bunu Türkçeye alıp aydının yerine oturtuyor. Bence aydın sözcüğündeki aydınlatma görevi vurgusu, entelektüel yani, "her şeyden haberi olan, kafası tıka basa bilgi dolu"dan çok daha insancıl. Hani Marx sormuş ya, "Değiştirmeyen felsefe ne işe yarar?" Toplumun kendisine verdiklerini bir sorumluluk olarak algılayamayana da aydın mı diyelim? Bu sorumluluğun, bu borcun ayırdında olmayan, kimi, neyi aydınlatacak?

Enver Gökçe’nin kitaplaşması iki boyutlu bir sorumluluk taşıyordu. Birincisi, doğrudan Enver Gökçe’nin kendiyle ilgili. Ben Enver Gökçe’yi Türkiye solunun bir tuğlası olarak tanıdım. Fiziğini ve kafasını partisinin yoluna koymuş bir militan. Tabii ilk tanışıklığım şiirleriyle. Şiirinde, sırtında taşımakta olduğu sorumluluğu açıkça okursunuz. O da kendini borçlandırmıştır, habire bunu öder. Şiir estetiği olarak da sizi çarpar. Bir "Kirtim Kirt"i okumaya doyamazsınız. Hem sözcük dizinindeki müziğe, hem gözünüzün önünde canlanan, elle tutulur hale gelen diyalektik felsefeye kapılmamak elinizde değildir. "İbrahim" şiirinde, eğer kırsal kesimle ilişkiniz varsa, hele köyden geliyorsanız, Anadolu köylüsünü hemen tanırsınız. Adeta Nasreddin Hoca’yı duyarsınız. Ha bunu bugünün yeni kent burjuvazisine de yakıştırabilirim. Kendini olduğundan fazla gösterme çabasının insanı ne durumlara düşürdüğünü anlatır. Ta 1940’larda yazmış. Alın bugünün küçük burjuvasının üzerine giydirin. Tam oturur.

"Fakültenin Önü" şiiri adeta tüm zamanlar için yazılmıştır. Yani burjuvazinin itlerini bilginin, bilimin üzerine saldığı kapitalizmin tüm zamanları. Neyse. Anlatmak istediğim, onda borçlandığım coğrafyanın kokusu tadı vardır ve ben bunu bu coğrafyadan gelenlerle paylaşmakla hatta ve hatta herkese aktarmakla yükümlüyüm. Çünkü sonuçta dünya tek bir coğrafyadır, Enver Gökçe’nin mücadelesi de kendi borçlu olduğu coğrafyayı zaten çoktan aşmıştır. "39 Harbi" şiirini okurken emperyalist savaşın emekçi halklara verdiği acıyı siz de yüreğinizde duyarsınız. Siz de onunla birlikte isyan edersiniz. Enver Gökçe, borcunun kendi coğrafyasını aştığını bize aktarır.

İkinci boyuta gelince: Bunun Enver Gökçe’yle değil, onun temsil ettiği değerlerle ilgisi var. Nedeniyse oldukça güncel. Bugün büyük bir geriye dönüş yaşanıyor. Tabii bu geriye gidiş yalnızca kendi coğrafyamızla ilgili değil. Bize yansıyan çok genel bir geriye dönüşün, haydi adını koyalım, orta çağın yeniden tesis edilmesi. Kapitalizm adeta ekonomideki başarısızlığın acısını, halkları orta çağ karanlığına mahkum ederek çıkartmaya çalışıyor. Burada meydanı boş bulmasının oldukça önemli bir rolü var kuşkusuz. Yüz, yüz elli yıl önceki mücadeleler, ardından gelen kazanımlar, Büyük Ekim Devrimi, Sovyetler Birliği’nin varlığı, insanlığa nefes aldırmıştı. Ama bugün bu yok. Kapitalizm dizginlerinden boşanmış durumda. O zaman bu noktada aydınların görevi ikiye katlanıyor. Yani bir yandan ileriye giden yolu aydınlatmak, diğer yandan da elinizdeki ışığı gerideki karanlığa tutmak durumundasınız. Nereden nereye gelindi? Hangi kazanımlar kaybediliyor? Bunlar nasıl kazanılmıştı? Daha pek çok soru. Tabii bu soruların öncelikle sizi huzursuz etmesi gerekiyor. Yoksa sizin bu geriye gidişle, daha doğrusu gidişatla bir sorununuz yoksa, bu olan biteni aksine, ilerleme, gelişme, demokratikleşme falan diye algılamaktaysanız mesele yok. Zaten size de pek iş düşmez. Sıradanlaşmışsınızdır zaten. Ama aydın sıradan olamaz. Objektif durumu buna izin vermez. Müdahale etmek durumundadır. Bu müdahalenin yolu yöntemi de artık onun yaratıcılığına kalmıştır.

Enver Gökçe’yi yeniden aktarmak, onu yaratan koşulları yeniden aktarmaktır. Enver Gökçelerin ortaya çıkışlarının temellerini aktarmaktır. Bu bir yöntemdir. İnsanlara nereden nereye gelindiğini anlatma yöntemi. İnsanın kendi yaşamını önemsemesi ya da değersiz bir hale getirmesi kendi elindedir. Kendi yaşamını değerli hale getirmek isteyen, bunu ancak toplu yaşamın bir parçası olduğunun bilincinde olduğu sürece başarır. Toplumun genel çıkarlarına sırtını çevirense, kendi varlığını tehlikeye atmış olur. Çağdaş değerler, modernleşme, insanların birer toplumsal varlık olmalarını gerektirir. Aksi, insanlığın bir avuç açgözlüye teslim olması demektir. Bunu kabul etmediğimiz için Enver Gökçe’yi yaratan değerleri tekrar hatırlatıyoruz. Cumhuriyetin getirdiği kazanımları ve onunla çok yakın ilişki içerisinde olduğunu bildiğimiz Büyük Ekim Devrimi’ni yeniden anlatıyoruz.

Osman Çutsay: Gerçekten de 1917 Ekim Devrimi ile 1923 Projesi dediğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu arasında bir akrabalık var. 1917’nin 1923’e yol açtığını, onu koruduğunu ve mümkün kıldığını söyleyebiliriz. Ama böyle bir bağı çeşitli gerekçelerle reddedenler de hep oldu. Bunlar, şimdi de tarihsel bir ilerlemeye karşılık gelen 1923’ü ve cumhuriyet rejimini, kuruluşundan itibaren reddediyorlar. Bir tarihsel meşruiyetin reddiyle karşı karşıyayız. O zaman Türkçe edebiyatın modern oluşum sürecini de, o sürecin doruklarını da reddediyorlar. Sizce, Batı veya Almanya’da Türkçeyle ilgili çevreler, bundan daha farklı bir görüşe mi sahip? Böyle bir çerçevede, 40 Kuşağı ve Enver Gökçe’ler (Ahmed Arif’ler, A. Kadir’ler, Niyazi Akıncıoğlu’lar vs) neyi simgeliyor? Batı’ya direnci mi, yoksa Batı’nın emperyal demokrasisini aşma inadını mı?

Celil Denktaş: Ne zamandır duyuyoruz. Büyük Ekim Devrimi’nin bir "tarihsel sapma" olduğu, Kurtuluş Savaşı’nınsa aslında bir "iç savaş" olduğu falan, sanki gizli kasalarda bugüne kadar saklanmış sırlar gibi, orada burada önce fısıltıyla, sonra da ipe sapa gelmez nedenler, belgeler vs yaratılarak sözüm ona bilimsel olarak kanıtlanmaya çalışılıyor. Meydanı boş buldular ya! Tabii onlar boş sanıyor. İnsanların beyinlerini küçülttüklerini sanıyorlar.

Bu bilim maskeli şarlatanlıklarla, insanlık, tarihte çok karşılaştı. Tarih kitapları bunlarla dolu. Okumayan, düşünmeyen, köleliği bilmeden kabullenmiş ortalama insanı sahte bilgi bombardımanıyla aptallaştırıp ondan sonra da övendireyle dürtüp dürtüp istedikleri yola sokacaklarını sanıyorlar, sanmışlar. Ama öyle mi olmuş? Tarih kitapları insanlığın bu boyundurukları kırıp parçaladığını da yazıyor.

Şimdi tabii bizde, Batı’da ortalama insan için zaman mefhumu dardır. O, günlük kaygılara boğulduğundan ilerisini gerisini uzun boylu düşünebilecek durumda değildir. Ama toptan yokedilmeye karşı sesini kısacak da değildir. Tarih, insanlığın giderek devleşen adımlarıyla hep ileriye doğru akar. Buraya toptan yokedilme ile ilgili bir küçük parantez açmak istiyorum: Fiziksel emeği ikame etmesi planlanan robotların geliştirilmesi, ki insana tıpatıp benzeyen astreoidlerin seri imalatına az kaldığını biliyoruz, klonlama ya da kopyalama, nötron bombaları, salgın hastalıkların orta çağı hatırlatır olması, orada burada ortaya çıkan laboratuvar mamulü virüsler, ki bunları kasıtlı olarak üretilip yayıldığını Finlandiya’nın eski sağlık bakanlarından biri açık açık söyledi, bu tırnak içinde "aydınların" deşifre edip ince alaya almaya bayıldıkları o felaket senaryolarından değil yani... Ve ayrıca, karbon salınımı, ozon tabakası, mevsim kaymaları, Ay’da Mars’ta su aranması, uzay istasyonları, uzay turlarının sivilleştirilmesi vs... Bunları bilimkurgu filmleri de bolca işliyor zaten. Kısacası doğayı, dünyayı hızla bitirdiklerinin farkındalar. Gözleri doymuyor. Ve tabii geleceklerini dünya dışında bir yerlerde garanti altına almak istiyorlar.

Fakat işte sapmalar, tabii onlara göre sapmalar, Büyük Ekim Devrimi gibi, Türkiye Cumhuriyeti gibi, ulusal kurtuluş mücadeleleri gibi, bu fütursuzluklarını engelliyor. Onun için bu sapmalara karşı müthiş bir ideolojik savaş yürütüyorlar. Aydınlanmanın, solun, keyiflerini kaçırmasını istemiyorlar. Ha bire zaman kazanmaya çalışıyorlar. Bu biraz hafif kaldı galiba şöyle desek nasıl olur: İktidardan düşeceklerini kesin olarak bildiklerinden geriye bir hurda yığını bırakmaya yeminliler. En önemlisi de insan hurdası. Kapitalizmden geriye kalacak insanı başka nasıl tanımlamalı? Sanat, edebiyat, kültür bunların elinde tabii ki gerileyecek. Düşünen yaratan insan istemediklerinden. Ekonomik ve politik egemenliklerini dayattıkları her yerde bunu yapmaya çalışıyorlar. Ama insan hafızası öyle sandıkları gibi kör değil. İstedikleri kadar eğitimi bozsunlar, dili dejenere etsinler, edebiyatı, müziği, tiyatroyu, hatta folkloru abuk sabuk şaklabanlıklarla boğmaya çalışsınlar, nafile. Birileri her zaman çıkıp keyiflerini kaçırıyor.

Bakın neredeyse günde 24 saat ellerindeki radyo TV kanallarıyla insanların beynine bu saçmalıkları pompalıyorlar ama buna rağmen kelleyi koltuğa alan birileri dergi çıkarmaya, film yapmaya, folkloru gerçek kimliğiyle yaşatmaya devam ediyor. Çünkü insanlar tarihsel kazanımları unutmuyor. İşte Türkiye ve Türkçe edebiyat özelinde "40 Kuşağı" ve onun önde gelen şairleri de bunu simgeliyor. Emperyalizmin gölgesinin bir an için uzaklaştırılması bile tohumların filizlenmesine, fidanların hızla boy atmasına fırsat veriyor. Bakın ortaya neler çıkıyor? Onun için hep hatırlanacaklar, hep okunacaklar. Bu yüzden Batı’da ve tabii Türkiye kökenlilerin yoğunlukla yaşadıkları Almanya’da Türkçe olan her şeye savaş açılmasına hiç şaşırmamak gerek. Türkçe, yalnızca Türkçe olarak bu insanları tetiklemeye yetiyor. Çünkü ayırıyor ve egemen ideolojinin kontrolü dışında kalıyor.

Evet şimdilerde Türkçeyi kendi içinden vurmaya çalışıyorlar. Gramerini bozuyorlar, Almancayla harmanlanmasını teşvik ediyorlar, Türkçe yayın adı altında Türkçeyle ilgisi olmayan uydurma bir dili burada büyüyen kuşaklara yutturmaya çalışıyorlar. Ama bunlar nafile çabalar. Sık sık tanık oluyorsunuzdur. Özellikle burada büyüyen gençler, düzgün Türkçeyi hemen ayırt ediyorlar ve fazlasını istiyorlar. Çünkü onlar için Türkçe, Alman toplumunu dizginleyen sistemin araçlarından bağımsız, bunların kontrolü dışında bir şey. Buna hemen sarılıyorlar. Buna ihtiyaç duyuyorlar, çünkü bu toplumun bu yaşamın açmazlarına karşı bir direnme noktası yakalıyorlar. Bu bana güç veriyor.

Dolayısıyla buradaki Türkçeyle ilgili çevrelerin ne düşündükleri önemini kaybediyor. Elbette ki Enver Gökçeler, Ahmed Arifler, Arif Damarlar, Niyazi Akıncıoğulları, A. Kadirler, yani 1940’ların toplumcu kuşağı, gerek edebiyattaki büyük sıçramalarıyla gerekse bunu genel politik mücadelenin içerisinde yoğurmaları, kullanmalarıyla, emperyalizme rağmen kurulabilmiş bir cumhuriyetin insanlara açtığı ufku bize taşıyorlar. Bu bir direnç olduğu kadar bir aşma inadıdır. Bu direncin bu inadın Türkçeyle buralara sirayet etme ihtimali de elbette ki buradakilerin uykularını kaçıracaktır.

Osman Çutsay: Siz, tüm 70’leri devrimci bir üniversite öğrencisi olarak yaşadınız. Önce ODTÜ’yü bitirdiniz, sonra da Ankara SBF’de de lisansüstü öğrenim gördünüz. Enver Gökçe ise tam da bu yıllarda yeniden hatırlandı, deyim yerindeyse, bir tür "iade-i itibar" yaşadı. Büyük ilgi topladı. Gökçe, solun o yükseliş yıllarında genç solcularda nasıl yankılanıyordu? Bugün neredeyiz ve siz, bugün, Gökçe ve etkisini nasıl görüyorsunuz?

Celil Denktaş: Ben "iade-i itibar" konusu üzerinde durmayı hiç de gerekli görmüyorum. Çünkü biz Enver Gökçe’yi öncelikle şiirleriyle tanıdık. Yani önce politik konumundan haberimiz yoktu. Kısa sürede öğrendik tabii. Böyle şiirler yazmış biri mutlaka mücadelenin içinden gelen, bunu yaşayan biriydi. Öyle olmalıydı. Nitekim öyle de çıktı. Yalnız en önemli nokta burada sanırım, bizim kuşak, bizim 68’li ağabeylerimiz, biz çok şiir okurduk. Şiiri severdik. Ve hele kanımızı tutuşturan şiire tapardık. Ama Enver Gökçe’nin şiiri farklıydı. Bunu hemen ayırt etmiştik. Çok rahat akıyordu. Basit, günlük hepimizin kullandığı sözcüklerle düşmana vuruyordu. Ama slogan değil. Tersine onun satırları bize slogan oluyordu. Adeta bizimle birlikte kavga ediyordu. O zamanlar tabii hepimiz Nâzımkoliktik diyebilirim. Nâzım bir yana, tüm diğerleri bir yana. Ta ki "Dost Dost İlle Kavga" bir bomba gibi yaşamımıza düşene kadar. Üniversite yurtlarında onun kitabının olmadığı oda hemen hemen hiç yoktu diyebilirim. Ardından, "Panzerler Üstümüze Kalkar" geldi. Bu kitapta doğrudan doğruya biz vardık. Katledilen arkadaşlarımız vardı. Haritadan silinen Doğu Anadolu köyleri vardı. İktidardaki faşist ittifak vardı. Biliyorsunuz, şu "Milliyetçi Cephe". "Sağda gider dört eşek" diye başlayan şiirinde ne güzel anlatır bu ittifakı.

Forumlarda, mitinglerde, hatta ev toplantılarında ve tabii o zamanlar hiç eksik olmayan arkadaş cenazelerinde bu kitaplardan dizeler okunurdu. Enver Gökçe’nin pek çok dizesinin pankart olduğunu, bildirilerde kullanıldığı hatırlıyorum. Bu arada şunu da eklemek gereğini hissediyorum. Bizler, yani yurtlarda ve daha çok Ankara’nın yoksul semtlerinde ya da gecekondu mahallelerinde kiralanan evlerde, odalarda kalan öğrenciler, gerçekten çocuklarını büyük zorluklarla, fedakarlıklarla okutan ailelerin çocuklarıydık. O zaman ODTÜ’de, Ankara Üniversitesi’nde, Hacettepe’de, İktisadi Ticari Bilimler Akademilerinde, Eğitim Enstitülerinde okumakta olan öğrencilerin gerçekten büyük bir bölümü memur, işçi, köylü çocuklarıydı.

Yalnızca Ankara’da mı? İstanbul’da İzmir’de Konya’da Eskişehir’de Erzurum’da Diyarbakır’da Gaziantep’te de hep böyleydi. Cep harçlığımız oradan buradan kıstığımız sınırlı paralardı ancak. Pankart, bildiri, boya vs bu paralarla ortaya çıkıyordu. Dernekler bu cep harçlıklarıyla kuruluyordu. Moskova’dan hayır yoktu anlayacağınız! Neyse. Ve bu paralardan da arttırıp hiç düşünmeden kitaba yatırabiliyorduk. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası konserlerini, Ankara Sanat’ın oyunlarını, Yılmaz Güney’in filmlerini hiç kaçırmıyorduk. Evet, söylediğim gibi Enver Gökçe’nin şiirlerinde kendimizi, günümüzü bulmuştuk. Bunu bugün için de söyleyebilirim aslında. O günden bugüne, hatta diyelim 1940’lardan bugüne, iktidarlardaki isimler değişti yalnızca. Ha, bir de yöntemler tabii ki. "İbrahim" tipi halen yaşamakta. Faşistler yine üniversitelere, bilime saldırıyorlar. Emperyalistler katletmeye devam ediyorlar. Çareyse değişmedi: Sosyalizm! "Bir Milli Kurtuluş Türküsü" şiirini bilirsiniz. İşte bu işe böyle başlanacak. Ama bu kez yarım bırakılmayacak.

Tekrar Enver Gökçe’nin şiirine dönelim. Ben Enver Gökçe’ye olan ilginin 1970’lerden bu yana hiç azalmadığının, arttığının tanığıyım. 12 Eylül sonrasında hapistekilere, işkencedekilere dayanma direnci verdi şiiri. O arkadaşlar, o çocuklar şiirle bilendiler, açlık grevlerinde şiirle beslendiler. Bu ilgi artışının elimdeki en değerli ölçüsü, internetteki Enver Gökçe sitesinin hiç eksik olmayan ziyaretçi sayısıdır. Ayrıca onlarca şiir sitesinde, dernek sitesinde onun adına sayfalar açılması, şiir seçkilerinde mutlaka adının olması. Hatta şu meşhur güncel facebook’ta bile sayfa açmışlar. Duyunca şaşırdım. Pek bu tür sayfalara ilgi duymadığımdan nasıl bir şey bilmiyorum. Gazetelerde, dergilerde şiirleri tekrar tekrar yayımlanıyor. Özel ekler, dosyalar yayımlıyorlar. Bakın toplu şiirlerinin olduğu tek kitap epeydir piyasadan kaybolmuş olmasına rağmen. Bazı televizyonlarda da Enver Gökçe programları oluyormuş arada sırada. Ankara’daki arkadaşlarımdan çeşitli vesilelerle Yeni Mahalle mezarlığına gittiklerinde mutlaka onun mezarını da ziyaret ettiklerini duyuyorum. Köyünde, yani Erzincan’ın Çit köyünde köylüleri evini müze yaptılar. Yine çeşitli kentlerde hem ölüm yıldönümlerinde hem de çeşitli etkinliklerde anıldığını izliyorum.

Bugün Türkçenin en çok okunan şairlerinden biridir Enver Gökçe. Ve o özlemini dile getirdiği "kollektif hayat" kurulduğunda da okunmaya devam edecek. Bundan emin olabilirsiniz. Enver Gökçe çok temel çok evrensel çok insani bir şeyi dile getirdi: Hayat sevgisini. Hayatı sevmeyi öğrenmeden onu nasıl savunabilirsiniz? Kendinizi nasıl savunabilirsiniz? İnsanlığı nasıl savunabilirsiniz? İnsanlık için en iyisini, sosyalizmi nasıl isteyebilirsiniz? İşte Enver Gökçe’nin ya da onda ete kemiğe bürünen değerlerin bugünkü özeti budur. Yani göl maya tutmuştur. Üzerinde durulan zemin sağlamdır. Bugün bunu içim rahat söyleyebiliyorum.

(soL - Haber Merkezi)