100 yılın ardından; "Sinemamızın mirası Yılmaz Güney'dir"

Türkiye Sinemasının 100. yılı NHKM Kadıköy’de düzenlenen "Yüzyılın Ardından Türkiye Sineması: Tarihten Güncelliğe" adlı atölye çalışmasına konu oluyor. Atölye eğitmenlerinden Bülent Görücü ile 16 Kasım'da başlayacak atölyeyi ve sinemamızın 100. Yılının ardından elimizde kalan ve geride kalanları konuştuk.

Kültür Sanat

Bu ay Türkiye Sineması 100. yaşını kutluyor. Sinema sanatının 14 Kasım 1914’e tarihlenen başlangıcından 100 yıl sonra, Nazım Hikmet Kültür Merkezi Kadıköy’de Türkiye Sinemasının yüzyılını düzenlediği bir atölye çalışması ile anlamaya çalışacak. 

16 Kasım'da  başlayacak "Yüzyılın Ardından Türkiye Sineması: Tarihten Güncelliğe"  başlıklı atölye çalışmasının 8 hafta sürmesi planlanıyor. "Sinema Geleceğini Arıyor – I " üst başlığını taşıyan çalışma, bundan sonra başka alt başlıklarla devam edecek gibi duruyor.

Türkiye Sinema tarihini, döneminin politik, toplumsal gündemleri ile ilişkilendirerek tartışacak olan atölye çalışması, bir eğitmenin anlattığı ve katılımcıların dinlediği ders düzeni ile değil de interaktif, katılıma açık bir biçimde daha çok bir tartışma ortamı olarak planlanmış.

Biz de hem sinemamızın 100. Yılı hem de bu içeriği zengin atölye çalışması nedeniyle atölye eğitmeni Bülent Görücü ile bir görüşme gerçekleştirdik. Nazım Hikmet Akademisinde Sinema Tarihi dersleri veren Görücü aynı zamanda, Görüntü, Yeni İnsan Yeni Sinema ve Yeni Film dergilerinde yayın yönetmenliği ve yazarlık yapmıştır.

Atölye çalışmasından anladığımız kadarıyla, Türkiye Sinema Tarihini ülkemizin politik, iktisadi yapısıyla birlikte bir bütünlük içinde ele alacaksınız. Türkiye sinema tarihi bugüne kadar çok yazılıp çizildi ama sanırım bu kapsamda ele alınan bir çalışma yapıldı mı?

İlk Türkiye sinema tarihi yazımı, 1962’ye dayanıyor. Nijat Özön’ün çalışmasıdır ve çok değerli bir çabadır. Sonrasında, yine o kuşaktan Giovanni Scognamillo’nun, Rekin Teksoy’un çalışmaları var. Bunlar ilk sınıflandırmaları, ilk adlandırmaları yaratan çalışmalar. Ama Türkiye sinema tarihi bahsettiğiniz kapsamda, kitap düzeyinde yazılmadı diyebiliriz.

Nijat Özön dönemlendirmesini yaparken niyetinin başlangıçta siyasal olayların, toplumsal olayların, o dönemin ideolojik gündeminin buna nasıl yansıdığından yola çıkarak bakmak istediğini söylüyor ama başlangıç için böyle bir etkinin çok görülmediğini düşünüyor bir yandan. İlk dönem filmlerinin, cumhuriyetin inşası, Kemalist ideolojinin kurulumu v.s. çok etkilendiği görülmüyor. Ama 50’lerden itibaren yapılabilir böyle bir çalışma.

Sadece tarih olarak değil, Türkiye sinemasında genel olarak bütünsel bir eleştiri / tartışma geleneğinin olup olmadığı hakkında ne söylenebilir?

Sinema yayıncılığına, bir dergi formatına gelmeden önce, cumhuriyetin ilk dönemlerinde, magazinel olarak bakılıyor. Starlarla ilgili haberler ya da söyleşiler filmlerin gişesine yönelik olarak kullanılır. Ama 1950’lerin başında, burada yine Nijat Özön’ün katkısından bahsetmemiz gerekiyor, Halit Refiğ v.b. ilk dönem sinema yayıncılığına giren kişiler, dergi çıkartıyorlar. 1960’lara geldiğinizde daha hareketli bir ortam görüyoruz, Nijat Özön, Halit Refiğ, Metin Erksan, Giovanni...

Onat Kutlar?

Onat Kutlar daha genç kuşak o dönem, Onat Kutlar’ın dönemi 1965'te Türk Sinematek Derneği’nin kurulmasıyla ve 1966'da onun yayın organı olan Yeni Sinema’nın yayına başlamasıyla başlıyor. 60’lar eleştiri anlamında doruk noktası ya da başlangıç ve doruğun belli ölçülerde bir arada olduğu bir dönem. Türkiye’de sinema kültürünün oluşturulmasına Sinematek Derneği’nin ciddi bir etkisi vardır, Yeni Sinema'nın bir etkisi vardır. Eleştiri artık orada tanımlanmaya başlıyor.

Sinematek deneyiminin ve “ulusal sinema” tartışmasının, dönemin politik atmosferi ile ilişkisi kurulabilir mi? Ve bu tartışmanın sonuçlarının sinemamıza yansımalarını gözlemleyebiliyor muyuz?

O dönem çok ilginç bir dönem. 1960’ların başında yapılan filmlere Nijat Özön toplumsal gerçekçilik diyor mesela. Ben biraz daha “gerçekçilik denemeleri” demeyi tercih ediyorum. Toplumsal gerçekçiliğin, Sovyetler’deki halinde başka noktalar vardır ama burada o noktalar eksiktir. Ama bir şeyi tanımlıyor Nijat Özön; 1950’lerin sonu, 1959 ve 1965 arasında Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Erdoğan Tokatlı gibi yönetmenler toplumsal konuları da filme işlemeye başlıyorlar. Vedat Türkali’nin sinemada üretim yapmaya, Ertem Göreç’le birlikte çalışamaya başladığı dönem de bu dönemdir.

O dönem Sencer Divitçioğlu’nun Asya Tipi Üretim Tarzı diye bir kitabı meşhurdur, Marx’ın da bu konuya eğildiğinden yola çıkarak, Türkiye’de toplumsal-sınıfsal ilişkilerin daha farklı geliştiğinden bahseder, batıya göre... Erksan, Refiğ bu düşüncelerden çok etkileniyorlar. “Ulusal Sinema” aslında, ilk ‘gerçekçilik denemeleri’ adını verdiğim süreçte, sınıfsal bir kökenden yola çıkıyor fakat daha sonrasında, “Türkiye, kendine özgüdür, kendine benzerdir”diye düşünüp, bir tür popülizme kayıyorlar. Karşısındaki Sinematek Derneği, başında Onat Kutlar’ın olduğu, daha evrenselci bakıyor, daha gelenekselci bakıyor sol anlamda... Ve öyle bir çatışma oluşuyor, biz bize benzeriz değil, hayır, Türkiye’de de sınıflar var...

Ama Sinematek’in yaklaşımı ne yazık ki çok doğrudan, şu filmde ya da şu kuşakta bir yansımasını buldu diyemiyorum. Yılmaz Güney belki biraz ama o çok ayrı bir örnek...

1980 sonrası arabesk filmlerin yükselişine şahit oluyoruz. Öte yandan da bir grup yönetmenin bireyin iç dünyasına yöneldiğini, umutsuz anlatıların yoğunlaştığını gözlemleyebiliyoruz. Bu dönemin sinemamıza getirisi ne oldu?

80lerin başından itibaren depolitizasyon, sinemadan politikayı götürüyor. Yerine “bireyin” sorunlarını getiriyor. “Ya biz aslında birey olamadık ki” sorunsalı üzerinden hareket ediliyor. Dolayısıyla nasıl bir toplumsal yapı oluştuysa bu sanata ve sinemaya yansıyor. Türkiye sinemasının bireyi ve kadını keşfettiği bir dönemdir bu dönem.

Sanırım, sinema atölyesinde izini süreceğiniz yaklaşıma en çok bu günlerde ihtiyaç duyuyoruz. 1990’ların ve 2000’lerin Türkiye’si ile günümüz sinema estetiği arasındaki ilişki ciddi bir araştırmaya ihtiyaç duyuyor. Burada sadece şunu sormak istiyorum, sizce Yeni Türkiye Sineması 100 yıllık tarihten olumlu / olumsuz neyi devraldı, neyi geride bıraktı?

Türkiye sinemasında bence geçmişin mirası Yılmaz Güney’dir. Yılmaz Güney'in sinemasında başka bir miras var mı, bir sorudur bu? Zeki'nin, Nuri'nin filmleri bu anlamda geçmişten çok bir şey aldığını düşünmüyorum ama özgün tarafları var tabi filmlerinin. Son 6-7 yıllık bir dönemde Kürt sinemasından iyi örnekler çıktı. Bizim şu anda Yeni Türkiye Sinemamız dediğimiz filmler daha çok yönetmenlerin dünyalarını yansıtıyor. Bunlar ne kadar toplumsalı yansıtır düşünmek gerek. Günümüz yönetmenleri bir miras üzerinden gitmiyor daha kişisel eserler veriyor.