‘Gavur ve de ulusalcı’: İzmir imajlara sığar mı?

Sağlı sollu argümanların ilkelliği, sığlığı bir tarafa, ortada İzmir’e ve İzmir kimliğine dair yine de bir çelişki bulunmaktadır: Bu kadar “gavur” bir şehir, neden bu kadar ulusalcıdır?

Tolga Binbay - soL Bakış

İzmir söz konusu olunca siyasi tanımlamalarda garip bir durum ortaya çıkıyor . İktidara ve de muhafazakar külliyata soracak olursanız İzmir “gavur” bir memleket. Meşrebi karışık, dini bütün hiç değil, hatta bir de şehir sakinleri (özellikle de bazı semtlerde yaşayanlar) geceleri köpekleriyle yatıyorlar.

Muhalefete, özellikle de sol liberal muhalefete soracak olursanız da İzmir “ulusalcı” bir kent: Seçim konvoyu taşlayacak kadar Kürt düşmanı. Açıktan savaş yanlısı değil belki ama barış ve çözüm yanlısı hiç değil. Hatta bir de şehir sakinleri (özellikle bazıları değil her sınıftan, her katmandan, her kesimden olanları) her önemli gündemde evlerine, balkonlarına, işyerlerine bayrak asıyorlar. Böylesine gavur ve de ulusalcı bir şehir İzmir.

Ama bir yandan da kime sorarsanız aynı cevabı alırsınız: İzmir “çok rahat” bir şehirdir. Buna göre Ankara’nın devletlu soğukluğu ve disiplini, İstanbul’un sonradan görme halleri ve karmaşası yoktur İzmir’de. Herkes gönlüne göre yaşar gider. Koca bir çanakta toplanmış üç milyona yakın nüfusuyla bu devasa şehir, hani neredeyse kendi yağında kavrulup giden bir Ege sahil kasabasıdır. Hafif meşreptir, rakıcıdır, çalgıyı, çengiyi çok sever ama esas olarak kimse kimseye karışmaz. Velhasıl liberal bir şehirdir İzmir. Rahatın politik karşılığı liberaldir diye.

Türkiye’de son 10 yılda yaşanan siyasi yeniden yapılanma ise İzmir’i hem gavur, hem ulusalcı, hem laik, hem liberal hem de ırkçı yaptı. Bir araya gelmesi mümkün olmayan tanımlamalar, farklı kesimler tarafından İzmir’i anlatmak için kullanıldı ve halen de kullanılıyor. Yani nereden bakarsak bakalım, İzmir aynı anda hem azize hem de fahişe olabilecek kadar kafa karışıklığına yol açmış durumda.

İzmir karmaşası
Bu kafa karışıklığının altında ne yatıyor olabilir? Örneğin rahat olduğu söylenen bir şehrin baskın tonunda neden bir “liberal barış yanlılığı” dahi yoktur? Ya da kendi kafasına göre takılan bu şehir neden “kimse üzerinde dil, din, ırk temelli baskı kurulamaz” diye ortaya çıkmamıştır da ticaret odasının bastırdığı Mustafa Kemal’li bayraklarıyla ses getirmiştir? Gündelik hayatta hissedilen rahatlığın siyasi karşılığı neden liberalizm değil de ulusalcılık, hadi bilemediniz ulusal konularda (özellikle Kürt sorunu ve laiklik) hassasiyet olmuştur? Rahatlık ve ulusalcılık bir türlü uyuşmamaktadır.

Söz konusu uyuşmazlık gavurluk içinde geçerli değil mi? Eğer gavurluk ile kastedilenlerden bir tanesi “batı hayranlığı” ya da “onlar gibi (yani Hıristiyan Batı gibi) yaşamaya çalışmak” ise örneğin İzmir’in en ateşli Avrupa Birliği taraftarlarının, yanlılarının yaşadığı şehir olduğu söylenebilir mi? Hayır. Hatta AB düzenlemelerinin ulus devletin yapısını bozucu girişimlerinden en çok rahatsız olan şehirlerden olduğu iddia edilebilir. Ayrıca İstanbul’un, Antalya’nın ve hatta Ankara’nın giderek artan kozmopolit, çokuluslu demografisi yanında İzmir, bir avuç kalmış Musevi, Levanten ve Rum sakinleri ile etnik ve dini bir homojenlik içindedir. Peki, bu durumda gavurluk nerede kalmaktadır ki?

Gavur derken ne kastediliyor?
İktidarın siyaset dilinde gavur diye anlatılanın aslında mübadele ile gelen göçmenler ve bu göçmenlerin içinde de özellikle Selanikli Yahudi dönmeleri olduğu herkesin malumu. Muhafazakar-İslamcı siyaset dilinde kilit bir öneme sahip olan bu göndermeye göre Türkiye’deki tüm musibetlerin altında “dönmeler ve onların ilişkili olduğu kesimler (yerine göre masonlar, yerine göre sol, yerine göre birinci cumhuriyetin kurucuları)” yatmaktadır. İzmir’in rahat, Batıcı, gayrimüslim havasında, laiklik ısrarında, bir tuhaf duran dindarlığında “dönmelik” mevhumu yatmaktadır.

Sağlı sollu argümanların ilkelliği, sığlığı bir tarafa ortada İzmir’e ve İzmir kimliğine dair yine de bir çelişki bulunmaktadır: Bu kadar “gavur” bir şehir, neden bu kadar ulusalcıdır? Nitekim ikisini bir araya gelmesi, tek bir kimlikte bu kadar buluşması “gavur” ve “ulusalcı” göndermelerini yapanları da ideolojik olarak tutarsız hale getirmekte ve İzmir’e dair siyasi etkilerini azaltmaktadır.

Sol ve liberal kesim, İzmir’in yaşayışına bakmakta ve İzmir’den Avrupa, Kürtler, barış, çözüm gibi konularda daha liberal tavırlar beklemektedir. Ancak İzmir’e dair, bizzat bu bakış sorunlu değil mi? İzmir’i sadece yaşam biçimine, rahatlığa indirgemek ve bunun üzerinden bir siyasi kimlik üretilmesini beklemek mümkün mü?

Yadsınan geçmiş
Aslında İzmir ile ilgili karışık siyasi tanımlamalar, önemli bir unutma ile mümkün olabilmektedir. Daha doğrusu İzmir’e dair unutulan yön, İzmir’in hem “gavur” hem de “ulusalcı” olmasına imkan tanımaktadır. Unutulan olay ya da olaylar ise İzmir’in şehirli kimliği için o kadar yaşamsal ki unutmanın aslında bir tür zihinsel savunma olduğu da düşünülebilir. Unutulan, yadsınan ve bastırılan bu şehrin psikopolitik kimliğinde ve belleğinde temel bir konumu olan göçtür. Türkiye’deki birçok şehir göç ile kuruldu, büyüdü ama İzmir’in yakın tarihinden göçü ve göçmenleri çıkarırsanız geriye ne kalır ki?

Tabii ki burada söz konusu olan bir tür göçebelik hali, yersizlik ve yurtsuzluk değil. Tam tersine yerin ve yurdun sürekli değiştiği, yakıldığı, yıkıldığı, zorla değiştirildiği bir tarih, geçmiş ve bugün söz konusu. Göç, İzmir kimliği içinde ve bu kimlik üzerinde dönen tartışmalarda tam da kurucu bir yere sahip.

İzmir’in demografik anlamdaki nüfus hareketlerine baktığımızda, üç dönem ve üç rota görüyoruz. Birinci dönem 1920’li yıllara tekabül ediyor. Yunan işgali, kurtuluş ve mübadele kentin tüm demografik yapısını değiştiriyor. Neredeyse 400 bine varan bir Rum nüfusu kenti ve vilayeti terk ediyor yerlerine ise Yunanistan anakarasından ve adalardan mübadiller geliyor.

Bu zorlu göç süreci, kentin kimliğinde yadsınan, ihmal edilen, örneğin 9 Eylül 1922 kadar yer bulmayan bir öğe olarak kalıyor. Örneğin mübadiller müzesi, mübadiller anması, mübadiller kültürü ancak son yıllarda (neredeyse yüzyıl sonra) gündeme gelebiliyor. Yadsımanın ve ihmalin bilinçli bir tercih olmaktan ziyade bilinçdışı bir süreç olduğunu, bu uzun süreden de anlayabiliriz. Bilinçdışında tutulan içerik ancak kuşaklar sonrasında gündeme gelebiliyor. Diğer yandan sağ ideolojinin gavur kodlamasıyla karşısına aldığı psikopolitik kimliğin, mübadillerin kimliği olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Göçmüşler göçenlere karşı
İkinci göç dalgası ise 1960’lı yıllarda başlıyor ve 1990’lı yıllara kadar devam ediyor. Bu dönemdeki göçün rotası İç Anadolu ve Ege kırsalıdır. Örneğin İzmir nüfusunun önemli bir bölümünü, halen Konya nüfusuna kayıtlılar oluşturur.

İkinci göç süreciyle İzmir’e gelenlerin ise kentin psikopolitik kimliğine damga vurabildiğini söylemek güç. Hem rekabet nedeniyle kendilerine yer açılmıyor hem de göç edenlerin arkaplanları (göç nedenleri, yolları, yaşanan zorluklar ve uyum süreçleri) ortak bir dile tedavül edilemiyor. Bu nedenle Ege ve İç Anadolu göçmenleri uzun süre kentin genel kimliğinin dışında kalıyorlar. Siyasi iktidar ise kentin psikolojik kimliğindeki bu dışlanmayı, gavur söylemleri ile ortak bir karşıtlık diline tercüme etmeye çalışıyor. Dini bütünler, abdestinden şüphe duyulmayanlar, gavurlara karşı göreve çağrılıyor. Böylece kurtuluş güncellenmekte ve İzmir bir kez daha kurtarılmaya çağrılmaktadır. Yeni bir fetih öneriliyor. Gavurluk olarak nitelenen kültürel atmosferin kapı dışarı edileceği bir fetih özellikle büyükşehir belediye başkanlığı üzerinden siyasi bir hesaplaşma olarak kodlanıyor.

İkinci göç süreci ile İzmir’e yerleşenler sağ ideolojinin temel alıcı kitlesini oluşturmakla birlikte, siyasi iktidarın bu grup üzerinde tam bir hegemonya kurabildiğini söylemek zor. Zira 1920’li yılların ulusalcı ve cumhuriyetçi psikopolitik atmosferi, özellikle Ege kökenliler olmak üzere bu grubu da etkiliyor. Ayrıca ikinci göç grubu içinde yer alan Yugoslavya ve Bulgar göçmenlerini de unutmamak gerekiyor. Kent nüfusunda önemli bir yer tutan bu kesimin psikopolitik konumlanışı ise diğer göç gruplarından farklılıklar taşıyor.

Üçüncü göç dalgasının ana grubunu ise Kürtler oluşturuyor. Özellikle Mardin ve çevresinden olmakla birlikte İzmir 1990’lı yıllar boyunca Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı tüm yerleşim birimlerinden göç alıyor. İzmir’in işgalden kurtarılmasına dair 1920’li yılların kurucu travması, bu göç grubuna karşı bir kez daha güncelleniyor. İzmir’in ulusalcı kodlamalarla anılması, Kürt kökenli göçmenlere yönelik birinci ve ikinci göçmen gruplarından gelen tepkilere dayanıyor.

İronik olarak göçün zorluklarını ve travmasını kuşaklardır yaşayanlar, güncellenmiş kurtuluş, savunma ve fetih adına yeni göçmenlerin yaşadıkları zorlukları görmemekte, duymamakta ve anlamamaktadır.Hatta onlarda kendi geçmişlerini ve kendilerine yönelen yurtsuzlaştırıcı tehditleri görmektedir. Ancak bu sefer, “yerli olan kim” sorusunun yanıtı boşa düşmektedir. Çünkü artık hiç kimse yerli değildir. Bir savunma olarak ise güncel göçün görüngüleri, yani şehrin merkezindeki ve kenarlarındaki kötü mahallelerde toplananlar, yani Kürt göçmenler üzerinden bir kez daha gavurluk ve ulusalcılık üretilmektedir.

Muhafazakar söylem tarafından gavurlukla itham edilenler (ilk göçmen grubu) ve yine muhafazakarlık tarafından yeni kurtuluş sürecine, fethe çağrılanlar (ikinci göçmen grubu) yeni gavurlarla (üçüncü göçmen grubu) baş başa kalmaktadır. İzmir, çeşit çeşit göçmenleriyle dolu bu koca şehir, geçmişten gelen ve güncellenen psikopolitik süreçleriyle yeniden ve yeniden kendi gavurlarını ve ulusalcılarını üretmektedir.