Şükran Soner ile "İşçinin Evreninden"

Gazeteci-yazar Şükran Soner ile AKP'nin emeğe saldırıları, yaratılan korku toplumu ve mücadele yöntemleri-biçimleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

soL: Çok taze bir gündemle başlayalım. Asgari ücret açıklandı…
Şükran Soner:
Genel olarak söyleyebileceğim asgari ücretin her belirlenmesinde, 12 Eylül’den bu yana işleyen mantık şudur bir defa asgari ücretin bir ailenin geçimini sağlayacak ücret olması öngörüsü çoktan raftaydı, başından beri raftaydı. Ama oransal artışlarda da enflasyon artışı varsayımları hep düşük tutularak sistematik bir şekilde aşağı çekildi, reel ücret olarak. Bu genel ücret politikasının bir ürünü. Çünkü, Türkiye’de asgari ücret zannedilenden çok daha büyük kitleyi etkiliyor. Çünkü böylelikle, sadece asgari ücret ile çalışanlar değil aynı zamanda, daha yüksek ücretle çalışanlara da daha az ücret verilmesi sağlanmış oluyor. Bu yüzden o rakamdaki artış çok önemli ve burada genel bir geriye gidiş var. AKP iktidarının farklı bir görünmeyen kalemi daha var bunun yansıması olarak bir kere AKP iktidarında kayıt dışı çalışma arttı, böylece daha büyük bir kitleyi ilgilendiriyor bu mesele ve bunu myanında iş yasasında esnek çalışma getirilerek pratikte yaratılan bir durum oluşturuyor.

Alışveriş merkezlerinin en pahalı mağazasına gidin, kasanın kenarında “burada çalışanlara asgari ücret ödenir” yazısını göreceksiniz. Yasa gereği konmuş bir tabeladır. Alışveriş merkezlerindeki çalışma sistemi, haftada 1 gün izin ve her gün için 8 saat ve burada fazla mesai yok, angarya çalıştırma süreleri var. Bugün inşaat sektöründe, mimar, mühendislerin çalışmalarında, hepsinde bu tarz uygulamaya rastlarsınız. Ücret ne olursa olsun bir ücret var gerisi yok. Çok yaygın bir biçimde medya sektöründe de çalıştırma biçimi bu. O yüzden çok geniş bir yaşanma yansıması var bu sonucun. Bu da devamlı gerçek ücretlerin geriye gidişini gösteriyor.

Ama tabii şu anda konjonktürel olarak öyle bir sosyal damping var ki dünyada, bu gerçeği göstermemek çok kolay. Çünkü kültürel olarak bir panik var. Önemli bir kitle işsiz ve kayıtlı olandan daha fazla sayıda kayıt dışı çalışan işçi bulunuyor.

Aslında görünmeyen bir şeyi söyleyeyim size, 2 yıldır Çalışma Bakanlığı istatistik yayınlamıyor, kimse farkında değil. Niye yayınlamıyor biliyor musunuz, çünkü Avrupa Birliği ile uyum yasası kapsamında, bu iş kollarındaki çalışan sayısının rakamını SSK verilerinden alınacağına ilişkin bir yasa değişikliği yapılmıştı. Oradan alırlarsa bu dediğim üye sayısı ortaya çıkacak. O zaman hiçbir sendika, gıda iş kolu dışında, barajı aşamaz. Toplu sözleşme ehliyeti olamaz. Şu an varolan toplu pazarlık dönemi de ortadan kalkar. Bu yüzden, eski istatistiği geçerli kılıyorlar

Bununla beraber bir de torba yasa gündemde. Siz 25 Kasım’daki köşe yazınızda “torba demokrasi” olarak tarif etmiştiniz yaşanan süreci, hakikaten nedir bu “torba yasa”?
Torba yasası Özalizmden beri bugüne geldi ve giderek yaygınlaştı. AKP bunu en zengin, en büyük torba yapan iktidar rekorunu kırıyor. Bu son torba da çok şişti. İçinde olmayan konu yok. Özelleştirmelerden, gerçi artık kamu işletmeleri bittiği için elde kalmadı, artık doğrudan doğa yağması biçimindeki hükümler de bu torbada.

Orada bir sürü iş yasasında daha fazla esnekliğe gidiş yönünde değişiklik öngörülüyor, bu aynı zamanda tek kalem gibi görünen yan yasalarla bir sürü daha kazanılmış sosyal hakkın yok edilmesi projesi.

Düşünün torbanın içinde neler olacağı daha belli değil. Yani, torba var, içi belli değil. Ve bir sürü farklı alanlardan farklı konular… Demek ki, karşı hak savunmasını yapması gereken sayısız değişik örgütlenme olması gerek. E torba olarak geldiği zaman nasıl yapılır ki bu? Zaten parmaklar asker parmak olarak kalkıyor, bu da başka bir diktatörlük. İşte sandığın, yasamanın doğrudan doğruya sivil diktatörlük olarak kullanılması budur. Onun için “torba demokrasisi” diye bir kavram kullandım. Fark etmesi olanaksız hakikaten.

Sonrasında da izlenmesi olanaksız. Niye biliyor musunuz? Çünkü, bir yasanın bir maddesi değişti deniliyor, yasa metni geçerken şu söyleniyor: şu yasanın şu maddesi diye… Peki, o yasayı ezbere bilmeyen, o alanın uzmanı olmayan biri nasıl bilecek? İnsanlar kaybettikleri hakları da bilmiyorlar. Karşılaştıklarında yüz yüze geliyorlar.

Bir örnek vereyim, kamuda çalışanların ayrılma haliyle ilgili tazminat hakları vardı belirli koşullar için. Onlar bir dönem kaldırıldı. Kız kardeşimin başına gelmiş. Bankada çalıştığı yılların parasını alamamıştı. Gitmiş bir avukata, o hakkını aramak üzere ve bazı mahkemeler davayı başından almıyorlarmış. Gerekçe de geçmişte kalmasıymış. Ama nedeni belli torba yasası içerisinde geçmiş bu. Dolayısıyla “zaman aşımı” yorumu tamamen keyfi oluyor. Çok basit görünüyor ama çok ciddi hak kayıplarını getiriyor sonuç olarak.

İşçi tarihimize tekrar bakmak mı lazım peki?
Daha önce alınmak istenen haklarla ilgili daha görünür bir tablo vardı. Eylem biçimleri ile dönemin koşulları arasında doğrudan bir ilişki var. 1963-80 sürecinde iş yeri iş yeri grev hakkı da direniş hakkı da aranması süreci vardı, çünkü örgüt vardı. En azından bir gecekondu bölgesine gittiğiniz zaman bir sürü fabrika vardı. Onların diğerlerine olan etkisi vardı... Varoşta şimdi %70-80’i kayıt dışı, patron da dahil. Çünkü artık cemaat var, ırk ayrımcılığı var, kent ayrımcılığı var. Olsa olsa dergi çevreleri vs. var gecekondu bölgesinde. Ortak işçi kimliği yok, sendika yok, örgütlülük yok.

Lokomotif yok. Vagonlar lokomotif olmadan sürüklenir, hareket olmaz. Dağılmasa bile en azından hareket edemez.

Ya Tekel?
Bahar eylemleri döneminde, Zonguldak yürüyüşünde bir önceki dönemin sendikacılık çatısı kültürü vardı, aidiyet vardı.

Sendikalılık ücret ortalaması, 10 yıllık enerji iş kolu işçisi için, asgari ücrete yakın düşmüş, kaybedecek bir şeyi yok. 2 refleks birleşiyor, grevle hak alınamıyor, direniş yapılıyor. Kazanılıyor.

Zonguldak’ta grev var ama grev işe yaramıyor. Daha önce SEKA grevi yaşanmış, deneyim var. Özal da diyor ki, “Madenleri kapatacağız kömür ithal edeceğiz.” O zaman grevle birlikte direniş refleksi, sokağa çıkma refleksi ortaya çıkıyor. Koşulların ürünü. Tekelle artık o sendika ile üyelik bağı kopuyor. 4/C ile geçici olarak çalıştırılacak işçi gündemde. Sonrasında işe dönüp dönmeyeceği belli değil. Oradaki kaygı da ‘henüz dağılmamışken ne yapabilirim?’ idi. Aidiyet, geçmişte sendikalı olmak, ama üyelik devam etmiyor. Daha zayıf bir halka, çok daha zayıf bir halka. Bundan sonraki koşulların direniş biçimlerinin nasıl olacağını bilemeyiz. Patlamalar olur.

Mesela, Güney Kore’de işçiler hep sokakta çatışırlar, çünkü orada sendika üyeliği iş bulunduğunda otomatik olarak işliyor. Küresel krize girdiği zaman Kore’deki montaj fabrikasını toptan kapatıyorlar. On binler yüz binler birden işsiz kalıyor. O zaman onlar toplu sokağa çıkıyorlar. Refleks o koşulların refleksi. Güney Amerika’da özelleştirilmiş iş yerlerine yerleşip fabrikaları karsız çalıştırma, ekmeğini sürdürmesi refleksi mesela. Hep koşulların refleksi. Ya da Hindistan’daki kadınların SEWA örgütlenmesi, okuma yazma bilmeyen kadınların klasik sözleşme ile ilgisi yok orada. Sendika ile bir ilgisi yok, adı sendika sadece.

Farklı reflekslerle çıkacak. Öngöremem ama geçmişteki koşullar yok.

Referandum sonrası AKP daha mı saldırganlaştı sizce?
Ben burada saldırıların olmasının daha fazla güçlendiklerinden kaynaklı olduğunu düşünmüyorum. Cepheleşme keskinleşti. Cepheleşme keskinleşince muhalefet refleksleri çoğaldı. Zaten bu sandık demokrasilerinde 2 dönem ayakta kalabilmiş bir iktidar örneği yok. Örneği olmayan bir şeyin ayakta kalabilmesi ve yüce divana gitmemek adına patlamayla oy artırımına geçilmesi gereken iktidar gereksinimi var.
O zaman korkuyu kullanmak, iktidar gücünü kullanmak girer devreye. Yerleşiklik ya, yeni bir sistem var.

Bağdat caddesinden dün geçtim, yılbaşı süslemesi yok. ‘Nasıl olabilir?’ diye düşündüm, doğrudan o belediyelerden baskı görmesi olamaz. Kültürel geçmişini düşünün, ilişkilerini düşünün… Mağazalar vergi denetiminden cezalarından korkuyor, baskından korkuyorlardır, bu kadar basit. Ankara’da zaten belediye doğrudan müdahale etti. Yani görünür olmak bile korkutuyor.

Ama bu en son yöntem, en insana aykırı yöntem. Korkunun kırıldığı noktalarda ne olur bilmem. Çok örneği var yani. Onu da göreceğiz. Korkunun kırıldığı noktaya doğru gidiyor ortam.

Son dönemde üniversitelerde yaşanan baskılara dair ne düşünüyorsunuz?
Giderek daha çok şiddet uygulama ihtiyacı var, daha çok otorite uygulama ihtiyacı var.

Gönüllülükle gelinebilen nokta bitti. Ben burada Mübeccel Kıray’ın analizini kullanmak istiyorum. İktisat kongresine gelmişti. AKP yeni iktidar olduktan sonraydı. “Cemaatlere, aşiretlere dayanarak sadaka düzeninde iktidara gelmeyi anlıyorum da, nasıl iktidarda kalabileceğini bilim adına açıklayamıyorum” demişti.

İktidarda kalabilmenin sadaka düzeni içinde aşirete, ağaya, siyasal islama dayanak kalabilmenin belli bir sınırı var. Bir noktadan sonra ters tepiyor. Modellerin kendi krizleri… Dışarıda, işgalde Bush diyordu ki, ‘yanımda olmayanlara ganimetten pay vermeyeceğim’. Arkasından Irak petrolünün maliyetini düşürmek üzere Obama yaratılma gereği duyuldu. Yaratılma gereği diyorum çünkü o seçimlerin ne kadar sağlıklı olduğunu bilmiyoruz. Yani gereksinimlere göre iktidarlar seçiliyor. Ve gereksinimlere göre biçimleniyor. O çerçevede baktığımız zaman sistem öngöremediği krizlerini yaşıyor, bir başka yerden patlak veriyor.

Sosyal düzenlemede (onların deyimiyle dizayn) 10 plan yapılıyor, dokuzu çuvallıyor, 1 tanesinin de ne kadar ayakta kalabildiği şüpheli.

Çok teşekkür ederiz.

Gazeteci yazar Şükran Soner, uzun yıllardan beri Cumhuriyet Gazetesi’nde “İşçinin Evreninden” adlı köşesinde yazmakta. Bir dönem Türkiye Gazeteciler Sendikası başkanlığını da yürüten Şükran Soner’in Bizim 68’liler ve Düşler Kuruyorum (derleme) adlı kitapları bulunmakta.

(soL - Kadın)