Akşam gazetesi yazarı Nihal Kemaloğlu ile...

Akşam gazetesi yazarı Nihal Kemaloğlu ile birçok konuyu konuştuğumuz bir röportaj gerçekleştirdik.

Nihal Kemaloğlu, ortalama medya atmosferinde çok da eşine rastlayamadığımız sıradışı bir kalem.. Akşam gazetesindeki köşesinde emekten yana yazılar kaleme alıyor, iktidarı eleştirirken çekincesiz, sivri bir dil kullanıyor ve hep sistemin dışladığı kimselerin cephesinden yazıyor...

Nihal Kemaloğlu ile Türkiye siyasetinden felsefeye, köşeyazarlığından kadınlık hallerine pek çok konuyu konuştuk...

soL: 2008 yılından beri Akşam gazetesinde yazıyorsunuz, kimi gazetelerde beklenmedik köşeler oluyor ve o köşelerde soluklanıyor kişi, sizin Akşam’daki köşenize de bir “suni teneffüs mahali” demek isteriz… Nasıl başladığınız köşe yazarlığına?
Nihal Kemaloğlu:
Gazetede yazı yazmak tamamen bazı tesadüflerin bir sonucu olarak başladı. Benim kendi adıma pek öyle bir niyetim yoktu. Bazen, hala kendi ismime ve yazdıklarıma bir tür yabancılaşmayla bakıyorum, alıştığımı söyleyemem. Bütün yazdığım yazılar yayınlandıktan sonra benim nazarımda eksik kalan metinler oluyor, kiminin çerçevesi, kiminin fikriyatı, kiminin üslubu zihnimi tırmalayıp duruyor.

İki yıl önce Akşam gazetesindeki yönetim değişikliği olduğunda, İsmail Küçükkaya yayın yönetmeni oldu ve yazmamı önerdi, sanırım fazla cesaretten uzun boylu düşünmeden başladı yazılar. İşte kendine bir mecra buldu akıyor şimdilik.

Ve çok nitelikli okumalara rastlayınca da gerçekten memnuniyet duyuyorum.

Bir de Arjantin Felsefe Grubu’nu kurmuşluğunuz var, nasıl bir ihtiyaca tekabül etmişti bu grup? Bir röportajında Erendiz Atasü, felsefeciler artık yalnızca metinleri yorumluyor, dünyayı yorumlamaktan bile geri bir noktada felsefenin konumu demişti, siz nasıl bakıyorsunuz?
Felsefe çalışmalarımız benim kendi arayışımla başlayan daha sonrasında da aynı gazetede yazı yazmak gibi kendi kendine şekillenen bir süreç oldu. Kuru ve katı kavramların arasına sıkışmış felsefeyi kastetmiyorum, Felsefe bana "şüpheyi" diri tutmanın, sağlam soru sormanın temelini sağlıyor gibi geliyor, soruların bütün cevaplarını şıp diye veren bütün donanımlardan ciddi korkan biriyim. Dolayısıyla soru sorabilme özerkliği günümüzde belirlenmiş zihnimizde ne kadar "özerk" bilmiyorum ama, felsefe metinleri bence orada duruyorlar. Hele klasik metinler hala zihninizi defalarca başka başka çelebilme güçleriyle bizi bekliyor ama felsefeyi "cevap" bulmak adına değil sorularımızın niteliğini ve sağlamlığını geliştirdiği için oldukça önemsiyorum...

Felsefeyi ölmüş filozofların metinlerinin kronolojik izleği olarak değil, tüketilmeyecek ve her okumada "yenilenen" metinler olarak değerlendiriyorum.

Felsefe bir disiplindir, paradigmaları ve doğmaları zangır zangır sarsmak ancak felsefi disiplinin size katacağı yegane değerdir, hiçbir metini aşmadan yani yıkmadan o metine bağlanmamanızdır.

Peki bir felsefe grubunuz var, Leonard Cohen dinleyip, Wim Wenders filmleri izliyorsunuz, üstelik tüm bunları yapıyorken, yandaş bile değilsiniz, çekinmiyor musunuz “elitist modern, halka uzak darbeci” damgası yemekten?
Leonard Cohen'in bazı şarkılarını, Wim Wenders'in bazı filmlerini sevmişimdir ama total bir bağlılığım, beğenim yoktur. Sanırım meçhul kalmış sanatçılara daha fazla saygı ve ilgi duyuyorum, onlar en azından benden onları arayıp bulma, merak etme, keşfetme fırsatını veriyorlar. Yani beni de bir çabaya sürükleyip heyecanlandırıyorlar.

Günümüzde herkes popüler kültür tarafından işgal edildiğinden kimsenin zevki ve beğenisi kimseye fark atamayacak şekilde benzeşti. Dolayısıyla elitistlerin ve halka uzak olanlarla olmayanlarla arasında beğeni farkı olduğuna inanmıyorum...

Herkes aynı romanı okuyup, aynı şarkıyı söylüyor, aynı sözcüklerle konuşuyor kaçınılmaz olarak "aynileştik", ne kadar kaçınsam da ben de muhtemelen "aynileşen" kitleselliğin içindeyimdir.

8 Mart’ta yazdığınız yazıda, “bu ülkenin boğazında duran sert düğümün adıdır kadın” demiştiniz, her gün 3 kadın öldürüyor bu ülke, 3. sayfalar kadın cinayetlerinin vitrini halinde. Sel alıyor kadın işçileri patronlar cezasız kalıyor, yangın çıkıyor iplik fabrikasında kül ediyor işçi kadınları, 19 yaşındaki genç kadın, polis şiddetiyle bebeğini düşürüyor, siz de böyle bir ülkede aydın bir kadın, bir köşe yazarısınız...
Kadınları önümüzdeki dönemlerde daha da zor zamanlar bekliyor. Biz yargısıyla, öğretmeniyle, siyasetçisiyle bir erkek kültürüne doğuyoruz. Üstelik kadınların da savunduğu ve içselleştirdiği bir kültür.

Ve kadına biçilen yegane işlev de erkek kültünü daha da berkitmek. Burada maraz çıkaranlar da güçlü erkek dayanışmasının yardımıyla dışlanıyorlar.

Bu, aileden okula, iş yerlerinden mahkeme salonuna yeniden yeniden üretilen ayrımcı bir zihniyet ne medya plazasında ne Meclis'te ne de Güneydoğu’da sekmeden omuzlar üzerinde taşınıyor, kadın piyasaların bedeni, emeği, imgesiyle "metası"olmaya mahkum.
Nişantaşı'nda da Batman'da da kadınlar şiddetin, cinayetin nesnesi olmaktan kurtulamıyorlarsa Türkiye'deki erkek kimliğiyle ilgili vahim sıkıntılar var demektir. Erkek kimliğinin abartıldığı bütün zamanlarda erkekler korku, kaygı ve öfkelerini kadınları silerek giderirler.
Açıkçası ikincil cins derin ve asli kod olarak toplumsal zihnimize yerleşmiş, en fazla kadın düşmanlığını yine kadınların yaptığını hatırlarsak bu hakim zihniyet ve erkek kültünün bekası her yerde karşımıza çıkıyor.

Türban mevzuuna ne diyorsunuz peki, özgürlük kıstası olarak değerlendirenler var, kadının örtünmesine içi acısa da aynı zihniyetteki erkek okuyabiliyorsa kadın da üniversitede olabilmelidir diyeni var, siz nerede duruyorsunuz bu konuda?
Türban konusu günümüzde özgürlükler hiyerarşisinin(!) en üst sırasına yerleştirildi, diğer özgürlük taleplerini yok sayan bir özgürlük talebi en fazla kendini yaralar, tutarlılığı zedelenir. Şimdi özgürlük kavramının bütünlüğü kültürel, etnik, dini kimliklerle baştan aşağı çatlatıldığını ve tarafların birbirlerinin özgürlük talebini hiç umursamadan özgürlük "militanlarına" dönüştüğünü izliyorum.

Kimse başkasının "özgürlük" dayanışmasına hesapsızca ahlaki olarak omuz veremiyorsa imtiyazlı grubun özgürlüğü bütün toplumsal ve siyasi alanı işgal ediyorsa sıkıntılı durumlar var demektir.

Ayrıca türbana özgürlük süreç boyunca kelli felli, iktidar erbabı siyasetçilerin dilinde hamasiyatla tüketilerek bir kadın özgürlüğünden çıkalı çok oldu. Ayrıca siyasi angajmanlarını kollayarak seçilmiş bir "özgürlüğü" savunmak sadece vicdani ve ahlaki sınırlarımızı ele verir, bizim için hazindir.

Yazılarınızın düğüm noktası için “emek ekseni” demek çok yanlış olmaz sanıyoruz, iş kazaları, asgari ücret, hayatın her alanına sinen piyasa irrasyonalizmi… Hatta bir yazınızda mevsimlik işçileri konu edindiğinizi anımsıyoruz, ölüm mevsimi yazdır demiştiniz, referandumdan önce anayasa için emek’siz anayasa kavramını kullanmıştınız… Çok alışkın değiliz köşelerde bunları okumaya. Nasıl bir kitle takip ediyor sizi, yordayabiliyor musunuz az çok?
Yazılarda sistemin "yok" saydıklarının, "görünmez" kılınanların sesini taşıma gayretindeyim, birilerinin de bunu yapması ve egemen gündemi kırması gerekiyor, popüler-magazin içeriklere rağbet fazla, kesinlikle çok okunuyor ama tabii çok kişi de bunu yapıyor.
Okuyucu olarak kendimin medyaya böyle sorgulayıcı bakışım hep oldu, “ya diğerleri, onlar nerede?” sorusunu epey sordum sonra yazma serüveni başlayınca da "o zaman kendin yaz" dedim.

Her akşam eve dönüşümüzde ‘mevcut düzenin kimbilir hangi kirliliğine alet oldum, bulaştım, kimlerin hakkının çiğnedim bugün’ sorusunu sormalıyız. Çünkü girift kollarıyla sizi markette, bankada, yolda hayatınızın herhangi bir anında bir zulme ortak eden dünyada yaşıyoruz.
Sesini duyuramayanları yazılara ne kadar taşıyabildiğimi bilmiyorum, kendimi öyle ölçme imkanına ve mesafesine sahip değilim ayrıca metinlerin serüveni çok değişik seyredebilir, bilemeyiz. Ama ele almaya çalıştığım konuları yazarken içimden geçen duygular aklımı açıyor kesinlikle, içime dert olanı yazarken yazıya olan inancımı da büyütüyorum. Bu da bana iyi geliyor.

Dilim çetrefilli de olsa da zaman zaman, anlaşıldığım da bana iletiliyor değişik kesimlerden okuyuculardan.

Gündemi sormadan geçmeyelim, CHP bir kurultay yaptı, malum, CHP’nin bekleyeni, “ümit besleyeni” her daim çoktur. AKP gaza basmaya devam ediyor, BDP’nin özerklik talebi ortada duruyor, öte yandan düzenin dışında bir yerlerde, alternatif bir arayış var. TKP kendini solda tarifleyen tüm öznelere –ki bunu %42’lik bir toplam şeklinde genişçe ifade ediyor- bir cepheleşme çağrısı yayınladı... Sizce neler bekliyor Türkiye siyasetini önümüzdeki günlerde, soldan bir enerjinin yükseleceğine inanıyor musunuz?
Öncelikle siyasi alanı kapatan kutup siyasetinin yıkılması iktidar ve muhalefetin karşıtlık üzerine kurdukları popülist politikaların hiçbir toplumsal muhalefeti sokmadıkları siyasi alana geçen yıl Tekel İşçileri girdiler, bu yıl öğrenciler girmeye çalışıyorlar. Bununla ilgili siyasi aktörlerdeki tedirginliği izliyorum, toplumsal muhalefeti, sosyal hakları, kimlikler üstü yurttaşlık hakları ve somut insan problemlerinin bu siyasi alana gelmesi gerekiyor. İnsanların artık GSMH'dan ben neden bu kadar pay alıyorum ya da çocuğumun güvencesiz çalışma koşullarına mı teslim ediyorum'u sorun etmesi gerek.

Kimlik siyasetleri, etnik milliyetçilikler neoliberalizmin toplumsal sınıfları yukarıdan bölen çelişkili bilinç yaratan stratejisine çok uygun işletildi.

Siyaset alanında Türk, Kürt, Alevi, Sünni, muhafazakar, laik, ulusalcı, küreselleşmeci, sivil, asker bütün kimlik tabelalarıyla bitmeyen popülizmle sürdürülüyor, bu karşıtlıklar birbirlerini bilerken tam da neoliberal politiklar için bereketli toprak oluyor ve buralara emekçi, öğrenci, kadın, engelli, eşcinsel kimse sokulmuyor.

Türkiye'yi dünya ölçeğindeki dönüşümlerden ve yaklaşmakta olan siyasi iklimden bağımsız değerlendiremeyiz. Kapitalizm artık "krizlerle" yüksek karlılığını sağlıyor ve bizde küresel ekonomik coğrafyanın göbeğindeyiz. Kapitalist dünyanın sürüklendiği yerdeyiz ve öyle çok ego-sentrik algılarla kendimizi kandıramayız.

Türkiye'nin siyasi geleceği küresel sistemdeki devinimlerle çok yakından ilgili.

Teşekkür ederiz...

(soL - Kadın)