‘Sermayede ve devlet siyasetinde üç bloku birden idare etme kurnazlığı baskındı’

‘Şimdiye kadar hem TÜSİAD’ın açıklamaları hem devlet siyasetinde bu üç bloku birden Türkiye’nin idare etmesinin akılcı olduğu şeklinde kurnazca bir değerlendirme vardı. Bu şekilde hareket edildi son birkaç yıldır. Ancak şimdi seçim yapmaya zorlanılıyor.’

soL - Ankara

Emekli bürokrat, iktisatçı Mahmut Kartal ile 10 Ağustos’ta TL'nin yüksek oranlı değer kaybıyla belirginleşen ekonomik kırılmayı, peşi sıra gelen “borç yeniden yapılandırması yönetmeliği” başta olmak üzere yeni düzenlemeleri, rahip Brunson’ın iadesi üzerinden su yüzüne çıkan ve yeni bir aşamaya evrilen Türkiye-ABD gerilimini, Türkiye’nin üç blok arasındaki pozisyonunun eksen değişikliğine dönüşme ihtimalini konuştuk. 

Kartal, “devlet reel sektörü desteklese, reel sektör rantla yollarını ayırsa, bütün bunlarla birlikte rejim demokrasiye dönse” gibi bir çerçevede özetlenebilecek akıl yürütmelere karşı burjuvazi ve devletin lümpenleştiği saptamasını yapıyor. Başka kısıtların yanısıra sermayenin yapısı, sermaye-devlet ilişkilerindeki köklü dönüşüm nedeniyle de “sosyal liberal” önerilerin bugünün kriz önerileri içinde hiçbir zemininin bulunmadığına dikkat çekiyor. 

Son bir ay içinde ciddi gelişmeler oldu. Berat Albayrak’ın epey tartışmalı Yeni Ekonomi Modeli açılımı, Pastör Brunson pazarlığıyla tetiklenen kriz, dövizdeki fırlama ve yeniden Berat Albayrak’ın bu defa yatırımcılara vaatlerde bulunarak süreci kontrol altına almaya çalışması... Biz sondan başlayalım. 15 Ağustos’ta “Finansal borçların yeniden yapılandırması yönetmeliği” çıktı. Bu yönetmelik bir tür “borç konsolidasyonu” olarak görülebilir mi? Kamu nasıl bir mekanizmayla bu süreçte rol üstlenebilir?

Bu yönetmelik esasında bankalarla reel özel sektör arasındaki ilişkiyi düzenlemeye çalışıyor. Bankalar ve özel sektör arasındaki borçların yeniden yapılandırılmasına ilişkin çerçeve sunuyor. Burada öyle sanıyorum ki her iki taraftan da fedakarlık istenecek. İlk bakışta özel sektörün özel sektörle ilişkisi gibi görünüyor. Yeniden yapılandırmada kamu bir rol oynayacak ama nasıl olacağı belirsiz. Burada kamu fonlarının kullanılması ihtimali var. Sermaye “sen de bu işe katıl” diyebilir. 

Halihazırda demiş olabilir mi?

Olabilir. İşsizlik Fonu, Kredi Garanti Fonu, Varlık Fonu’nun rolü olsun demiş olabilirler. Bir kısmını örtülü ödenekten bile sağlayabilirler. Bu konuda sol çok uyanık olmalı, halkı bilgilendirmeli, bu süreci dikkatle takip etmelidir. Çünkü krizle birlikte müthiş bir psikolojik harp başladı, iktidar vatan-millet edebiyatı yapıyor, muhalefet arkasına diziliyor. Solun emekçilere bu krizin sorumluluğunun sermayede olduğunu ve krizin yükünün hangi mekanizmalarla aktarıldığını teşhir etmesi çok önemli. Sol bu yükün devlet ve sermaye tarafından emekçilere ödetilmesinin mekanizmalarını sergilemeli. Çünkü mesele vatan-millet değil sınıf meselesidir. 

Kriz dönemlerinde bir elenme ve tekelleşme yaşanır. “Aynı gemideyiz” dense de gemi batarken kimileri filikalara atlar, kimileri boğulur. Sermaye sınıfı bu açıdan yine de bütünlük içinde hareket etme eğiliminde görünüyor. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu bazı şirketlere dair iflas listelerinin gezdiğini, birilerinin kara listeler oluşturduğunu söyleyerek tepki gösterdi. 

Krizin yükü emekçilere bindirilecek. Öte yandan yeniden yapılandırmada bazı gruplar diğerlerine karşı daha fazla kollanacak. Bu hükümetin hiçbir kuralı nesnel olarak uygulama imkanı yoktur. Ama her durumda bankalar ve özel sektör, devlet katkısına göz dikmiş durumdadır. Eninde sonunda Türkiye’ye ciddi volümde sermaye girişi olmadığı sürece bu sorunun kısa vadede çözümü mümkün değildir.

‘TÜSİAD VE TOBB MUHTIRA VERDİ’

Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yeni sistemin ekonomi örgütlenmesi şekillendiriliyor, daha önce konuşmuştuk. Şu anki fotoğraf nasıl bir işleyiş mekanizması olacağını gösteriyor? Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın açıkladığı ve içi boş olduğu için eleştirilen Yeni Ekonomi Modeli patronların övgüsüne mazhar oldu. Nedir yeni olan?

Son mülakatımızdan beri çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ve genelgeleriyle Hazine ve Maliye Bakanlığı ekonominin yapılanmasında merkezi bir yer edindi. TÜSİAD ve TOBB Başkanı beş maddelik bir muhtıra verdiler: Bir, sıkı para politikası izle. İki, sıkı maliye politikası izle. Üç, yatırımcılara güven ver. Dört, Avrupa Birliği’ne yaslan. Beş, ABD ile problemleri çöz. Bunları yapacaklar. Dolaylı vergileri artıracaklar. Nitekim akaryakıtta Özel Tüketim Vergisi’ni (ÖTV) artırdılar. Büyük kamu yatırım harcamalarını, yap-işlet-devret projelerini askıya alabilirler. Döviz cinsinden devletin alım garantisi verdiği projelerde pazarlığa “kendi adamlarıyla” oturabilirler. Bazı sosyal harcamaları kısabilirler. Kamu personel ücretlerini daraltabilirler. Geniş kapsamlı bir tasarruf tedbirine yönelebilirler. Ama bu krizden gerçekten çıkışın kendileri açısından tek bir yolu var. Uluslararası yatırımcıya siyasi ve ekonomik olarak güven vermek. Türkiye devletinin 1980’den beri temel stratejisi de budur zaten. 

Berat Albayrak kamu harcamalarını azaltacağız dedi ama kur, faiz, enflasyon üçlüsüyle birlikte bütçe açığı da artacak. Yıl sonunda gerçek anlamda “ikiz açık” göreceğiz. Özellikle bütçe açığı ve maliye politikaları boyutunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Maliye politikası yapısı gereği para politikası kadar kısa vadeli değildir. Açığı göreceğiz, doğru, alabilecekleri önlemler bunlar. Ama esas Orta Vadeli Plan ve Orta Vadeli Mali Planı açıkladıklarında netleşir, büyük sermaye de onları bekliyor. 

‘ÇÖKÜŞÜ ERTELEDİLER’

Geçtiğimiz günlerde Hazine ve Maliye Bakanlığı reel sektöre banka kredilerini kullandırma şartlarıyla ilgili yeni tedbirler açıkladı. Ardından ortalık karıştı, söz konusu tedbirlerin Türkiye Bankalar Birliği’nin (TBB) tavsiyeleri olduğu düzeltmesi yapıldı. Dikkat çekici olan, kur artışı nedeniyle limit aşımı oluşan kredilerde limit aşımı dikkate alınmayacak ve kredi kapama talebi yapılmayacaktır, deniyor. Diğer yandan kur etkisi ile teminat değeri risk tutarını karşılamada yetersiz kalan krediler için firmalardan ilave teminat talep edilmeyecektir, deniyor. Yani bir yandan borçları yeniden yapılandırırken diğer yandan borçlanma koşullarını daha fazla esnetiyorlar.

Teminatsız kredi vermek zimmet demektir. 2001’de yapılan değişiklikle teminatsız kredi veren banka görevlileri zimmet suçu işlemiş sayılıyordu. Bir süre önce bu kuralı gevşettiler. Banka battığı zaman ne olacak? Devlet aracılığıyla teminat verilmiş oluyor. Devlet bunu söyleyerek bankaların ve özel sektörün karşılıklı taviz vermesini istiyor. İflas eden şirketleri bu şartlarda bankaya dayatmak, bankayı zorlamak, açıkça cebirdir. Sorunu ertelemek olur.

Şimdi kuru tutmak için faizleri uçurdular. Bu da başka bir sorun. Bu faiz düzeyinden borç ödemeleri nasıl olacak? 

Döviz kurlarındaki bir sıçrama ve oynaklık bir kapitalist piyasa ekonomisinin temel davranışını imkansız hale getirdi: Fiyatlama yapamadılar. Fiyatlama bir kapitalist piyasa ekonomisinde çok önemlidir. Hiçbir mali ve reel varlık fiyatlanamaz hale getirdi. Bu sistemi çökertmek üzereydi. Bayramdan birkaç gün önce Hazine ciddi volümde, 1,5 milyar lira civarında iki yıllık değişken faizle borçlandı. Bir oturumda yüzde 28 faiz verdiler. Bu yıl başında yüzde 14’tü. Bilfiil faizleri yükseltmiş durumdalar. 

Bunun sonucunda kamu bütçesinde faiz yükü artar. Bu da finansal yatırımcıların işine gelir. Uluslararası yatırımcılara, bankalara tahvilleri satıyorlar, gösterge tahvili deniyor, bu çok önemli bir parametre. Bankaların özel sektöre kullandıracağı kredileri kısıtlayıcı bir yanı var. Buradan kazandıkları parayla zararlarını telafi edip reel sektörü desteklemek için elleri biraz rahatlayabilir. Vaatleriyle tam çöküşü ertelediler, ama Türkiye kucaktadır.

‘ULUSLARARASI KRİZE EKLENECEK BİR EKONOMİK KRİZE HAZIRLANILDI’

“Ankara Yaklaşımı”, yukarıda sözünü ettiğimiz yeniden yapılandırma yönetmeliğiyle belli ölçüde somutlanmış oldu. Fakat “İstanbul Yaklaşımı”nın gündeme geldiği 2001 krizinde 6 milyar dolarlık bir yeniden yapılandırmadan bahsediliyorken şimdikinin 100 milyar doları bulabileceği düşünülüyor. Bu kaynağın sadece kamu fonlarıyla karşılanması da zor görünüyor, öyle değil mi?

Nihayetinde bu fonların kaynakları, birincisi, sıkı para ve maliye politikasıyla elde edilecek mali fazlaya bağlı. İkincisi, eninde sonunda yurtdışından sermaye girişine bağlı. Çünkü tutar çok büyük. Yurtdışından gelecek kaynaklar konusunda piyasada çeşitli söylentiler var. Almanya’dan, Katar’dan bazı Orta Asya ülkelerinden önemli ölçekte para girişi olacağı söylentileri dolaşıyor. Diğer tarafından Trump’ın döviz cinsinden borçlanmada Türkiye’de yarattığı sıkıntı Avrupa’ya da darbe vuruyor. Çünkü Türkiye’nin temel alacaklıları Avrupa bankaları, İspanya, Fransa, Almanya’dan bankalar.

Döviz krizinin Türkiye ekonomisiyle ilgili yapısal bir soruna, dışa bağımlılığına dayandığını biliyoruz. Ancak dövizin fırlamasını siyasi manipülasyonla açıklıyorlar. Bu kadar basit olmasa da krizin siyasi bir arka planı vardı. Bunun hem içeride hem dışarıda emarelerini takip ediyorduk. Şimdi kura yansıyan krizin siyasi iktidar tarafından bir sürpriz gibi karşılanması ne kadar inandırıcı?

Sosyal medya hesaplarında, ekonomi gazetelerinde yazılanlardan şunu anlıyoruz: Devletin geçen sene bütçe açığının çok ötesinde borçlanmış olması, iki sene evvel hiçbir kurala tabi olmayan Türkiye Varlık Fonu’nun kurulmuş olması, Anayasa değişikliği, Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinin erkene alınması, bazı büyükşehir belediye başkanlarının tasifye edilmesi, Aydın Doğan medyasına el konması, Kredi Garanti Fonu’ndan 200 milyarın üstünde para dağıtılması, ve ABD’de bulunan altın rezervlerinin İsviçre ve İngiltere’ye taşınması bugünlere yönelik bir hazırlıktı. Bunlar, yaşanmakta olan uluslararası siyasi krizin üzerine eklenecek bir ekonomik krize yönelik hazırlık yapıldığını gösteriyor. Altın rezervleri muhtemelen Halk Bankası’na kesilecek ceza nedeniyle ABD’nin el koymasından korkulduğu için kaçırıldı. Bir ek yapmak gerekirse, ABD’nin elinde hâlâ şöyle bir araç var; Türkiye F-35’lerin bedelini ödedi ancak uçaklar teslim edilmedi, bunlara Halk Bankası’na kesilecek cezanın karşılığı olarak el konabilir.

‘TÜRKİYE ÜÇ BLOK ARASINDA GERİLMİŞ DURUMDA, ABD ‘YERİNİ SEÇ’ DİYOR’

Türkiye’yi ABD merkezli ittifakın dışında süpürecek adımlardan kaçınmak gerektiği yüksek sesle dile getirenler var. Erdoğan bunu kullanarak ikili oynuyor. Bir yandan geçtiğimiz ay BRICS’in toplantısına katıldı ve bu topluluğun T’si olabiliriz dedi. Diğer yandan kur krizinin patlak vermesinden sonra Türkiye’nin ABD’yle tarihsel müttefiklik ilişkisinin bozulabileceği mesajları verdi. Türkiye’nin ABD emperyalizmine bağımlığı bu kadar kolay bir yön değiştirmeye izin vermez, Türkiye sermaye sınıfı da buna razı olmaz. Ancak Erdoğan’ın bu çıkışlarının tamamen kendi tabanına dönük üfürmeler olmadığı açık. Bir kriz döneminden geçiyoruz ve krizler böyle manevra alanları doğuruyor. Mesele bunun oluşabileceği şartları öngörmek...

Türkiye, Amerikan projesi, Avrupa Birliği ve Rusya-Çin-İran bloku arasında gerili kalmış durumda. Bir yandan bunlar arasındaki çelişkilerden yararlanıyor diğer yandan onların çelişkisi kendi bütünlüğünde gerilimlere yol açıyor. Henüz karar veremiyorlar. Bu üç blok arasındaki gerilim, Türkiye’nin ekonomisini, askeri yönelimlerini belirliyor. Erdoğan’ın konumu "3. Abdülhamit konumu"na benziyor. Ama bu emperyal bloklar arasındaki gerilim giderek şiddetlenmekte ve esasen ABD Türkiye’ye “yerini seç” demektedir.

Abdülhamit de dönemin egemenlerinin çıkarları doğrultusunda bir arayışı temsil ediyordu. Bu durumda mesele Erdoğan’ın değil Türkiye sermaye sınıfının bölgede ABD’ye tamamen iliştirilmiş bir politika dışında pazarlıkçı bir yönelime sahip olması...

Türkiye devleti ve sermayesi çok tüccardır. Erdoğan onlara çok uygundur. Hem devlet hem büyük sermaye, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde Irak’a müdahale etmemenin iyi, Suriye’ye müdahale etmenin felaket sonuçlar yarattığını gördü. Ayrıca Kürt meselesinde ABD’ye olan güvenini kaybetti, temel çelişkilerden biri de budur. Bu yüzden ABD’nin İran’a yönelik yaptırımlarına ve müdahalesine katılmakta gönülsüz davranıyorlar. 

Örneğin Rahip Brunson olayında Rahip’in casus olduğu açıktır. Ancak bu sözünü ettiğim üç bloklaşma arasındaki gerilim çerçevesindeki bir nüanstır. Şimdiye kadar hem TÜSİAD’ın açıklamaları hem devlet siyasetinde bu üç bloku birden Türkiye’nin idare etmesinin akılcı olduğu şeklinde kurnazca bir değerlendirme vardı. Bu şekilde hareket edildi son birkaç yıldır. Ancak şimdi seçim yapmaya zorlanılıyor. Kasım ayı başında İran’a petrol ve doğalgaz yaptırımları gündeme gelecek, Türkiye ne yapacak? Rusya’dan S-400’leri alacak mı yoksa satıp ABD’den Patriot mu alacak? Kurnazlık akıllılık demek değildir. 

Sizce devletin hangi koşullarda ittifak ilişkisinde belirsizlikler giderilir?

Birincisi, büyük ölçekli bir yatırım ve sermaye girişine bağlı. İkincisi, Kürt meselesinde tam destek verilmesine. Üçüncüsü, kendi siyasi sınırları içinde askeri üsler de dahil olmak üzere taviz vermesine. Dördüncüsü, diğer bloka karşı aktif rol üstlenmesine bağlı.

‘KRİZDEN SOSYAL LİBERALİZM ÇIKMAZ’

Ekonomik düzeyde krizden çıkışla ilgili tartışmalar yürüyor. Reformcu tutumuyla bilinen ABD’li iktisatçı Paul Krugman, sabit kur, sermaye hareketlerinin kontrolü, borç ödemelerinin reddi, dalgalı kur rejiminden vazgeçilmesi gibi “kamucu” denebilecek müdahale araçları önerdi. Pek çok liberal burjuva iktisatçısı bu topa girdi. Yalnız Krugman Arjantin’in 2001 krizindeki tutumunu önerirken hükümetin ne zaman durması gerektiğini bilmesi gerektiğini, kriz kontrol altına alınır alınmaz geleneksel politikalara dönmek gerektiğini ancak Türkiye’nin bu konuda güvenilir olmadığını söyledi. 

Liberallerin bu dönemde devlet müdahaleciliğini önermeleri ilginç. Diğer yandan bu öneriler dahi sermaye cephesini tedirgin etmeye yetiyor, nitekim Berat Albayrak bu tartışmaların önüne geçmek için yatırımcılarla toplantısında serbest piyasa işleyişine dokunmayacaklarını defalarca dile getirmek zorunda kaldı.

Bir kere şunu söylemek istiyorum. CHP içinde Krugman kadar sosyal demokrat olan tek bir kişi bile yoktur. Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı 13 maddelik paket bunun yanından bile geçmiyordu. Bu aslında 2008 krizi patlak verdiği zaman liberal diye bilinen ama Türkiye standartlarında sosyal demokrat sayılabilecek iktisatçıların çizgisidir. Joseph Stiglitz, Paul Krugman gibi iktisatçılar kapitalizmin kamu düzenleme ve denetlemelerini yeniden kurumlaştırması gerektiğini, krizin yükünün az gelişmiş ülkelere ve yoksul halk tabakalarına yıkılmaması gerektiğini, dolayısıyla bir tür “yeni New Deal” uygulanması gerektiğini ileri sürdüler. 

Stiglitz 2010’da BM çerçevesinde uzman komisyon başkanıyken yayınladığı raporda, daha sonra da Eşitsizliğin Bedeli kitabında Amerikan toplumunda olup bitenleri iyi açıklıyordu. Krugman da sürekli “yeni New Deal”den bahsediyor. Ama bu adamların dedikleri gerçekleşmedi. Sistem bütünüyle ülkelere kendi başınızın çaresine bakın demeden böyle bir iktisat politikası izlenemez. Üstelik bir hegemonya savaşı var, buradan onların istedikleri gibi bir sosyal liberalizm de çıkmaz. Krizde rekabet şiddetlenir. Sermaye sınıfı uluslararası düzeyde şiddetlenmiş rekabetin yükünü kendi emekçi sınıflarına bindirecektir.

‘BURJUVAZİ VE DEVLET LÜMPENLEŞMİŞTİR’

Türkiye’de krizden çıkış için “devlet reel sektörü desteklese, reel sektör rantla yollarını ayırsa, bütün bunlarla birlikte rejim demokrasiye dönse” gibi bir çerçevede fikir yürütenler var. Bir nevi yumuşak geçişle kriz kontrol altına alınarak bir devlet idaresi öngörülüyor. Devlet ve sermaye arasındaki ilişki bu şekilde yeniden düzenlenebilir mi?

Türiye’de hem küçük, orta ve büyük sermayenin hem en geniş kesimleriyle halkın devletle arasındaki ilişkide bir dönüşüm gerçekleşmiş bulunuyor. Burada sermaye de halk da devlete ilişkin yükümlülüklerini yerine getirmeyi bırakmıştır. Devletin de bunu zorlayabilecek imkanları tükenmiştir. Bir, iki senede bir vergi affı çıkarılması buna işaret etmektedir. İki, adli ve idari para cezalarının ödenmemesi buna işaret etmektedir. Üç, imar affına 4 milyon kişinin başvurduğu gazetelerde yer almıştır. Halk imar mevzuatına da uymamaktadır. Dört, halk devletin askeri yükümlülüğüne de uymamaktadır, bu yüzden sürekli askerlik affı çıkarılmaktadır. Bunlardan toplumda lümpenleşmenin arttığını gözlüyoruz. 

Sermayenin giderek lümpenleştiğini görüyoruz. Örneğin Türkiye’nin en büyük ilaç sanayicisi olan Eczacıbaşı, ki Türkiye’nin en önemli burjuva ailelerinden birisidir, ilaç fabrikalarını kapatıp fabrika arazilerini rezidans ve AVM yapmıştır. Bu lümpenleşme devlet kadrolarına da sirayet etmiştir. Lümpen devlet ve lümpen burjuvazi doğmuştur. Türk-İslam sentezi denen anakronik ideolojinin kültürel ve sosyal tabanını bunlar oluşturmaktadır. Bunlar bugün siyasal olarak egemendir. Burada devlet hem sermaye hem halk karşısında güçsüzdür, gücü bir avuç solcuya yetmektedir. Yurttaşlık bilinci çökmüştür. Burjuvazinin sanayi, kalkınma gibi bir perspektifi ortadan kalkmıştır. Bunun yeniden gerçekleşmesi çok büyük siyasi ve ekonomik travmalara bağlıdır. 

‘SOL KENDİ PROJESİNİ ORTAYA KOYMALI’

Sizce böyle bir travma yaşanacak olsa muhalefet krizden çıkışa önayak olabilir mi?

Türkiye düzeni tarihinin en büyük krizini yaşıyor. Bu kendini devlet krizi olarak gösteriyor ama ekonomik, ideolojik, her boyutta yaşanıyor. Düzen muhalefetinin AKP ve Erdoğan’ın arkasında hizalanmış olması geçici bir hegemonya hissi vermiş olsa da Gramsci’den biliyoruz ki her hegemonya bir maddi ödüne dayanır. Örneğin Kılıçdaoğlu o kadar yıprandı ki o tabanın sola kaymasından, radikalleşmesinden korkuluyor. Bir yandan çok kullanışlı, diğer taraftan tabanında belli bir kopuş riski gözleniyor. İyi Parti’de ise bir liberal-milliyetçi mücadelesi sürmektedir. Tepede Meral Akşener’den partiyi liberal bir çizgiye yöneltmesi için bir beklenti var, ama taban ve orta alt kadrolar bu transplantasyona reziztans göstermektedir. Bu kriz ve arkasından izlenecek acı reçete politikası mevcut hegemonyayı hızla dağıtabilir. Bu hegemonya boşluğuna düzen içinde bir alternatif görünmemektedir.

Emekçi sınıflar üzerinde ciddi bir ideolojik kuşatma var. Emekçiler liberalizm ve milliyetçilik-muhafazakarlık arasına sıkıştırılıyor...

Kapitalizmin uzun tarihinde yaşadığı uzun dalgalar var. Ekonomilerin geliştiği, bütünleşmelerin arttığı, finansal sermayenin çok yayıldığı bir dalga boyunda daha çok liberal değerlerin, kozmopolit değerlerin egemen olduğunu görüyoruz. Ama sistem krize girdiği zaman bu defa savaş riski artmaktadır ve milliyetçi ideoloji güçlenmektedir. Biz şimdi bu aşamayı yaşıyoruz. '80’lerden 2008’e kadar olan dönem kabaca bir liberal dönemdi. Sistem krize girdi, hegemonya mücadelesi ve savaş riski ortaya çıktı. Dünyanın her yerinde milliyetçi ve ona eklemlenmiş muhafazakar değerlerin güçlendiğini görüyoruz. Ama özü itibariyle ikisi de burjuva ideolojisidir. Sadece burjuvazinin farklı dönemlerdeki çıkarlarını dile getirir.

Bir eğilim olarak kapitalizm hangisinin hegemonyası altında krize girdiyse diğeri eliyle restore edilmeye çalışılıyor. Ancak krizden çıkış olmadığı için bu ideolojilerin de kuvvetli bir tutunurluğu yok aslında. Kriz derinleştikçe bu ideolojiler arasında geçişkenlik artıyor, emekçileri düzen içinde tutma imkanları tükeniyor. 

Burada tekraren belirtmek istediğim bir konu var. Türkiye’de orta sınıflar, serbest meslek erbabı, vasıflı emekçiler, beyaz yakalılar kabaca liberal ideolojinin egemenliği altındadır. Köylülük, mavi yakalı işçiler ve lümpen proleterya Türk-İslam sentezinin egemenliği içindedir. Sol aynı şiddetle her ikisiyle de mücadele etmelidir. Farklı toplumsal katmanlara iki ideolojinin de farklı düzeylerde nüfuz ettiğini dikkate almalıdır. Bunu yaparken kendi farkını, iddiasını, değerlerini, projesini ortaya koymalıdır. Nâzım’ın dediği gibi sol “rüzgar gibi cesur” olmalıdır...

Son olarak, dünyanın önemli anti-emperyalist iktisatçılarından Samir Amin’i kaybettik. Korkut hocamız değerini anlatan güzel bir yazı yazdı. Sizin de eklemek istediğiniz bir not var mı?

Samir Amin aydınlanma geleneğine bağlıydı, asla liberalleşmedi. Fransız eğitiminin de rolü var bence bunda. Bu yüzden Mısır’da İhvan rejimine en ağır eleştirileri yöneltmiştir. Amerika’nın ve İngilitere’nin İhvan’ı desteklemesini hem emperyalist bir proje olduğu için hem de kendi aydınlanmacı kökü nedeniyle reddetmiştir. 20. yüzyılın en aklı başında Maoistlerinden biriydi. Tezleri içerisinde vergi ve haraca bağlı çalışmalarını hatırlıyor bizim kuşak, bunlar tartışmalı olmakla birlikte küreselleşmenin emperyalizmin bir biçimi olduğunu ısrarla vurgulaması önemlidir. 

Teşekkür ediyoruz.