‘Özel sektör aşırı borçlanmasının faturasını emekçilere ödetecekler’

Emekli bürokrat ve iktisatçı Mahmut Kartal, soL Haber için Ali Somel'in ekonomideki kriz tablosuna ilişkin sorularını yanıtladı. AKP iktidarının ekonomik kırılganlıkları bile bile iktidarda kalmak uğruna önlem almadığını söyleyen Kartal, kur ya da faiz artışı, hangisi seçilirse seçilsin on binlerce firmanın iflas edeceğine ilişkin açıklamaların Başbakan ve Merkez Bankası tarafından daha önce…

Ali Somel

Dövizdeki hareketlenmeyle birlikte kriz koşulları ve seçimle birlikte olası sonuçları iktisatçıların gündeminde. AKP-Erdoğan iktidarının ülke ekonomisinde yaşattığı dönüşüme tanıklık etmiş emekli bürokrat ve iktisatçı Mahmut Kartal, konuyu soL için değerlendirdi. Kartal, iktisadi zorunlulukları doğuran siyasal tercihler, sermayenin değişen beklentileri, krizin emekçiler açısından sonuçları ve krizden çıkış olasılıklarına ilişkin tespitlerde bulundu. 

Döviz kurundaki artışla birlikte popüler olarak iktisat politikaları tartışılıyor. Dövizdeki ani fırlamaya faizlerin düşük tutulmasının yol açtığı, bunun da Tayyip Erdoğan’ın iktisat bilgisinin yetersizliğinden kaynaklandığı gibi bir hava yaratıldı. Gerçekten mesele bu kadar basit mi? Bu noktaya nasıl gelindi?

İki senedir bir hazırlık yaptıklarını söylemiştik. Özellikle 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra şunlar oldu: Bir, Türkiye Varlık Fonu’nu kurdular. İki, hazine borcunun ötesinde bir borçlanmaya yönelik fazla para stokunu Merkez Bankası’nda tuttular. Üç, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş ölçüde -bu ibareler Ali Koç’a ve İstanbul Sanayi Odası Başkanı’na aittir- teşvik verildi sermayeye. Dört, Merkez Bankası altın stoklamaya başladı. Beş, Kredi Garanti Fonu’ndan 200 milyar lirayı aşkın bir tutar küçük ve orta ölçekli işletmelere dağıtıldı. Altı, geçen sene referandumla yeni bir devlet rejiminin çerçevesini anayasa değişikliği ile gerçekleştirdiler. Yedi, meclis iç tüzüğünde değişiklik yaparak muhalefeti kısıtladılar. Sekiz, seçim yasasını değiştirerek usulsüzlüğe yatkın bir yapı kurdular. Dokuz, altın rezervlerini artırdılar. 

Nihayet, baskın bir seçime yöneldiler. Son derece sistematik bir iktidarda kalma, onu koruma siyaseti güttüler. Burada bir tür devlet aklı ile bütünleşik bir zamanlama ve program görüyoruz. Ancak, uygulanan ekonomi siyaseti bu planlamayı sekteye uğratma ihtimali yarattı.  

Bütçe açıklarının büyümesi borçlanma ihtiyacını arttırdı. Borçlanmanın artışı, Merkez Bankası’nın halen uygulamakta olduğu enflasyon hedeflemesi siyasetini sıkıntıya sokabilecek bir unsurdur. Türkiye ekonomisi 1989 yılında 32 sayılı sermaye hareketlini serbestleştiren karardan sonra faiz ve döviz kuru ikilemine mahkum olmuştur. İktisat öğrencilerinin iyi bileceği üzere üçlü açmaz denen, sermaye hareketinin serbestleşmesinin karşısında yalnızca faiz ya da döviz kurunu hükümetin belirleyebileceği kuralı nedeniyle hükümet bunlardan birini tercih etmek zorunda kalmaktadır. 

Hem faiz oranının hem döviz kurunun düşebilmesinin bu şartlarda tek koşulu yurtdışından ülkeye sermaye ve fon girişidir. Türkiye’de kamu borçları yüksek olmasa da artmakta, hanehalkları ve özel sektör gerek TL cinsinden gerekse döviz cinsinden borçlanmaktadır. Hanehalkları daha çok TL cinsinden, özel sektör dolar cinsinden borçludur. Dolayısıyla döviz kurunun yükselmesine müsaade etmek döviz cinsinden borçluları, faiz oranlarının artmasına müsaade etmek TL cinsinden borçluları sıkıntıya sokmaktadır. 

‘ERDOĞAN’IN TERCİHİ DÜŞÜK FAİZLE İNŞAAT SEKTÖRÜNÜ KORUMAK’

Son iki senenin genişletici ekonomi politikaları, büyümüş olan cari işlemler açığını patlatmıştır. Buna borçları eklemek gerekir. Faizlerin yükselmesi halinde hanehalklarının borçlarını çevirmesi zorlaşacaktır. Diğer taraftan halihazırda yüksek konut stokunu eritme ihtiyacı vardır. Faiz oranlarının yükseltilmesi konut kredi faizlerini etkileyecek, satışları durduracaktır. Bu da özellikle inşaat sektörünü ve bu sektöre büyük kredi açmış bankaları vuracaktır. Tayyip Erdoğan, tercihini inşaat sektörünü ve yandaş sermayeyi koruma yönünde yapmak istemektedir. 

Bankalar faizlerin yükseltilmesini her zaman istiyor demek doğru değil. Onları için ideal olan faizlerin de kurun da düşük olması, bunun için sıkı para politikası ve buna uygun mali politikanın uygulanması, uluslararası sermayeye güvence verilmesidir. Öte yandan gündemde Halk Bankası’na kesilen ceza haberleri var, Türkiye altınını ABD’den çekiyor haberleri var. Bunların hem iktisadi hem siyasi sonuçları olacak. ABD, Türkiye’nin İran ve Rusya’yla yakınlaşmasından, S-400’leri almasından rahatsızdır. Kıbrıs sorunun çözülmesini istemektedir, Kuzey Suriye’de YPG’yle kontrol ettiği bölgeye Türkiye’nin itirazının sona ermesini istemektedir. 

Yaşanan sürecin bu politik yanı nedir? Hükümet yaşanan krizi önleyebilir miydi ya da nasıl önlemler aldı? 

2000’lerin başında, kabaca 2007’ye kadar uluslararası finansal gelişmeler nedeniyle ucuz ve bol para dönemi yaşanmıştı. Türkiye burada önemli ölçüde borçlanarak bir “lale devri” yaşadı. 2008’deki krizden sonra ise yine krize tedbir olarak dünya merkez bankalarının genişletici para politikaları sonucu bol ve ucuz para dönemi yaşandı. Türkiye bundan da yararlandı, ancak 2013 Mayısı’nda ABD Merkez Bankası tekrar sıkı para politikasına dönüleceğini, faiz oranlarının artırılacağını deklare etti. 

O tarihten itibaren hükümet, uluslararası likiditenin daralacağını ve faizlerin yükseleceğini biliyordu. Buna karşı ekonomide borçlanmaya yol açan ve cari açığa yol açan politikaları sıkılaştırmak suretiyle tedbir alabilirdi. Ama bunu yapmadılar. Çünkü iktidarda kalmak istediler, kendilerine ve yandaş sermayeye ölçüsüz kazanç sağlamak istediler. İktidarda kalmak için 2013 yılındaki Gezi isyanı ve 17-25 Aralık olaylarının da etkisiyle gaza bastılar. 

‘KRİZ, İKTİDARDA KALMAK İÇİN UYGULANAN POLİTİKALARIN SONUCU’

Hükümetin bu arada yaptığı siyasal nitelikteki hamlelerin bunlarla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Referanduma gidilerek Türkiye’nin siyasi yapısını ve devlet yapısını değiştiren bir anayasa değişikliği yapıldı. Bu değişikliğe uygun biçimde ve muhalefet imkanlarını kısıtlayacak şekilde Meclis iç tüzüğü değiştirildi. Seçim Kanunu mühürsüz oyları ve usulsüzleri mümkün kılacak ölçüde değiştirildi. Ve bütün bu süreçlerin sonunda baskın bir seçim kararı alındı.

Bunlar AKP açısından iktidarda kalmanın ekonomik ve siyasal mekanizmalarıydı. Şimdi yaşanan kriz, iktidarda kalmak için uygulanan politikaların sonucudur. Bu süreçte sermayeye sağlanan vergi indirimleri, teşvikler ve diğer olanakların yarattığı israf yüzünden kamu maliyesindeki açık büyüdü. Bu hem ulusal hem uluslararası finans sermayesinin hoşuna gitmedi. Faizlerin yükselmesi yönünde bir basınç yarattı. Bir de onlarda, ekonomik kriz halinde sermaye kesimine devlet tarafından sağlanabilecek desteklerin yetersiz kalabileceği kaygısı yarattı. 

IMF’nin 4. Madde Raporu’nda, kamu-özel işbirliklerinin finansmanına verilen hazine garantilerinin yarattığı riske dikkat çekiliyor. Türkiye’nin bütçe gerçekleşmeleri değerlendirilirken bu garantilerin kapsama dahil edilmesi gündeme gelebilir mi? Hem bu garantiler hem de örtülü harcamalar dikkate alındığında sıkı mali disiplinden söz etmek mümkün mü? Bunun emekçilere yansıması ne olacak?

IMF’nin kamu-özel işbirliği projelerinin finansman garantilerinin yükümlülüklerini kamu maliyesine dahil etmesi IMF’yle yapılacak anlaşma koşulları içerisinde yer alabilir. Ancak anlaşma olmasa da uluslararası sermaye “Ben senin yükümlülüklerini görmek istiyorum” diyebilir. Türkiye’de döviz kuru ve faiz oranlarının ikisinin birden düşmesinin tek koşulu ciddi volümde Türkiye’ye sermaye girişidir. Bunun için sermayeye verilecek güven önemlidir. Güvenin özü sıkı para politikası ve mali politikadır.

Sıkı maliye disiplini bir tek ücretler yönünden uygulanmaktadır. Bir de SGK harcamalarının daha fazla yurttaşlara bindirilmesi konusunda... Geri kalan israf ölçüsündeki yatırımlarda, müteahhitlere yaratılan olanaklarda bir bütçe daraltması söz konusu değildir. Büyük sermayenin temsilcilerinin de belirttiği gibi Cumhuriyet tarihinin en büyük teşvikleri verildi. IMF ile anlaşma yapılsın ya da yapılmasın, sıkı para ve maliye politikası uygulanacak. İşsizlik ve durgunluk olacak, vergi ve zamlar gelecek, ücretler düşecek, krizin yükü emekçi halka bindirecek. 

‘VARLIK BARIŞLARI NEDENİYLE VERGİLER TAHSİL EDİLEMİYOR’

Türkiye’de iki senede bir uygulanan ‘varlık barışı’ ve vergi afları gibi politikalarla özel sektör hiçbir şekilde vergi vermemektedir. Maliyecilerin tahakkuk tahsilat oranı dedikleri bir ölçüt, vergilerin ne kadarının tahsil edilebildiğini gösterir. Bu genelde yüzde 80-85 civarındadır. Son birkaç senedir KDV gibi vergi gelirlerinin üçte birini oluşturan verginin ancak yüzde 55’i tahsil edilebilmektedir. Büyük bir tahsil edememe sorunu vardır. Çünkü mükellefler vergi ödemiyor, iki senedir bir af çıkacak diye bekliyorlar. 

Kredi Garanti Fonu’ndan alınan kredilerin ve devlete verilmeyen vergilerin bir kısmı, küçük ve orta boy işletmeler tarafından cari tüketimlerinin finansmanı, arazi alımı, döviz stoklama gibi yerlere sarf edildi. Yani işletme sermayesi olarak kullanılmadı. Vergiler de öyle. Devletin de bunlara karşı bir yaptırımı yok, devlet sermayeye teslim olmuş durumda. Sonuçta AKP iktidarda kalabilmek son 5 senedir, özellikle 15 Temmuz’dan sonra öyle bir iktisat politikası uyguladı ki kamyonu duvara toslattı. 

Hükümet şimdi seçime giderken varlık barışı ve matrah artırımı nedeniyle bir gelir artışı ummaktadır. Ancak emekli ve yaşlılara yapılacak ödemeler, açıklanan teşvik paketleri, israf ölçüsündeki altyapı projeleri seçimden sonra yeni vergi ve zamları gündeme getirecek. Şu anki ÖTV indirimi de geçicidir. Hem petrol fiyatlarının artışı ve döviz artışı yüzünden hem de kamu maliyesi sıkışması yüzünden ÖTV artışı halka tekrar yansıyacaktır. Seçim sonrasında kamu çalışanlarının ve özel kesimde işçi sınıfı ücretlerinin enflasyonun altında tutulması planlanmaktadır. Bunu IMF de söylüyor, Ege Cansen de söyledi, “Ücretlerin yarısı ödensin” dedi. 

İktisat ve Toplum Dergisi’nin son yuvarlak masası söyleşisinde eski Hazineci Hakan Özyıldız Türkiye’de şirket eliminasyonuna izin verilmediğine dikkat çekti. Hem bu saptama hem de özellikle son aylarda dövizle borçlanmaya sınırlama, borç yeniden yapılandırması ve önemlice bir bölümü kapalı kapılar ardında yürütülen “şirket kurtarma operasyonu”na ilişkin değerlendirmeniz nedir? 

2009’da dünyada kriz patlak verince Türkiye’de kambiyo mevzuatında yapılan bir değişiklikle reel sektörün yurtdışından döviz cinsinden borçlanması kolaylaştırıldı. Bu değişiklik Türkiye’deki reel sektörün aşırı ölçüde döviz cinsinden borçlanmasının önünü açtı. 

Bugün ödediğimiz faturanın bir kısmı buna bağlıdır. Bu siyasetten 2013 Mayısı’ndan itibaren vazgeçilebilirdi ancak devam edildi. Ne zamana kadar? 2018’in Mayısı’na kadar. 2018 Ocak ayında gene kambiyo mevzuatında kamu-özel işbirliğiyle bazı yatırım projeleri dışında 15 milyon dolar ve altındaki borçlanmaları engelleyen bir değişiklik yapıldı, düzenleme Mayıs başında yürürlüğe girdi. Ancak artık çok geç kalınmıştı. 

‘SERMAYENİN İÇ DENGELERİ TAMAMEN TAHRİP EDİLDİ’

Bu değişikliğin Türkiye’de yurtdışında borcu olan firmaların yurtiçindeki döviz piyasasına talebini artıran bir etkisi oldu. Firmalar ana parayı ödemeden faizleri ödeyerek borç çeviriyordu, bu kaynak kesilince yurtiçine döndü talep. Nihayet baskın seçimle birlikte yandaş firmalara “süper teşvik” adı altında 135 milyar dolar teşvik açıklanması, artı emeklilere ve yaşlılara yönelik 24 milyar lirayı bulduğu söylenen maaş artışları vaad edilmesi finans kapitali çileden çıkardı. Zaten emeklilere maaş artışı ortaya çıktıktan sonra kurdaki artış daha da hızlandı. 

Başbakan’ın açıklaması var, “Biz Kredi Garanti Fonu’yla para dağıtmamış olsaydık 30 bin şirket iflas ederdi” diye. Bundan birkaç sene önce Ali Babacan ve Erdem Başçı’nın döviz kurunda ciddi bir artışın Türkiye’de 10 bin civarında firmayı bir hafta içinde iflasa sürükleyeceğine ilişkin Tayyip Erdoğan’a yaptıkları sunum Merkez Bankası sitesinde bulunmaktadır. Dolayısıyla faizi tutup döviz kurunun artışına izin verseler de, tersinden faizi yüksek tutup dövizi aşağı çekseler de, bu borç stokuyla özel sektör ve hanehalklarının iki ucu kirli değnek durumunda kalacağı açıktır. 

Şunu da eklemek gerekir. Türkiye’de sermayeye teşvik politikaları AKP döneminde genellikle nötr uygulanırken büyük kamu ihaleleri özellikle yandaş sermayeye peşkeş çekildi. Son çıkan Esra Çeviker Gürakar’ın Kayırma Ekonomisi adıyla Türkçe’ye çevrilmiş kitabında, büyük kamu ihalelerinin nasıl TUSKON ve MÜSİAD’a peşkeş çekildiği anlatılıyor. Teşvik siyasetinde genelikle sermayenin bütün kesimleri faydalanmıştır. Ancak geçen sene çıkarılan bir yasayla teşvik politikaları da yandaş sermayeye özgü olacak selektif bir şekilde uygulanmaya başlanmıştır. Bir yetki kanunuyla proje bazında teşvik verme imkanı getirilmiştir. Negatif ayrımcılık yapılarak yandaş sermayenin önü açılmaktadır. Bununla sermayenin iç dengeleri tamamen tahrip edilmiştir.

Daha önce AKP’yi bir yönetme krizi yaşadığı halde güvenlik bürokrasisinin desteğini alarak ayakta kaldığını söylemiştiniz. Bu geçerliliğini koruyor mu?

Tayyip Erdoğan İngiltere’ye giderken yanında Genelkurmay Başkanı’nı götürdü. Basından okuduğumuz kadarıyla Türkiye’nin yeni devlet ve idare sisteminin yerleşmesi için zaman istedi. Bu sistemin yerleştirilmesi, Devlet Bahçeli’nin de açıklamalarında sık sık yer almaktadır. Yeni devlet düzenini oluşturabilmek için bir yetki kanunu çıkarılarak KHK’larla uzun süredir hazırlığı yapılan yapılanmalara hızlıca gidileceği bellidir. 

Bu çerçevede güvenlik bürokrasisinin AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a desteğinin devam ettiğini düşünebiliriz. Dağılmış bir toplum ve dağılmış bir devlette kendilerince beka sorunu olduğu düşünen Kürt meselesi, bölgesel sorunlar, ekonomik kriz gibi konularda devletin merkezileştirilmesi ihtiyacı egemenlerce hissedilmiştir. Ancak bu aslında Tayyip Erdoğan meselesinin ötesinde bir şeydir. Güvenlik bürokrasisinde Fethullahçı kadrolar tasfiye edilmiş olmasına rağmen homojenlik olmadığını düşünüyorum. Devletin restorasyonunu AKP’nin ve Erdoğan’ın değil yeni bir ekibin gerçekleştirmesi gerektiğini düşünenler de var. 

‘DEVLET TOPLUMUN EN DİNAMİK KESİMLERİNDEN KOPMUŞTUR’

AKP karşıtı toplumsal muhalefet, 2007’de Cumhuriyet mitingleriyle başlayan, 2013’de Gezi isyanıyla, 2014’de Güneydoğu isyanıyla, 2015 seçimleri ve 2017 referandumu sonuçlarıyla giderek büyümekte ve güç kazanmaktadır. Bunlar birbirleriyle bağdaşması mümkün olmayan unsurlardan oluşsa da büyük kentlerde, gençlerde, vasıflı işgücünde, serbest meslek kesiminde, kadınlarda, Kürtlerde, Alevilerde hatta liberal orta sınıflarda tecessüm eden bir muhalefete dönüşmüştür. Devlet, toplumun en aktif ve dinamik kesimlerinden kopmuştur. 

Eninde sonunda Tayyip Erdoğan’ın, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Devlet Bahçeli’nin ve Doğu Perinçek’in istikbali yoktur. Şu anda Türkiye’de Gramsciyen anlamında bir organik kriz yaşanıyor. Bu bir devlet krizi olarak tezahür ediyor. Söz konusu toplumsal kesimler ile mevcut devletin siyasi ve ideolojik çizgisi arasında bir makas oluşmuştur, bu uzun süre sürdürülemez. 

Düzen içi muhalefet AKP ve Erdoğan’ı krizle ilgili eleştirirken bir alternatif olarak Merkez Bankası’nın özerk olması gerektiğini söylüyor. Buna karşı TKP ‘Merkez Bankası’nın özerkliğini talep etmek yüz kızartıcı bir tutumdur. Merkez Bankası’nın özerkliği demek, ülke ekonomisinin tamamen uluslararası piyasaların denetiminde olmasını istemek demektir’ açıklaması yaptı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Merkez bankasının bağımsız olması demek, emekçi halktan bağımsız olması, finans kapitale bağımlı olmasıdır. Bu konuda Korkut hocanın yazdıklarına bakılabilir. Türkiye’de krizin kaynağı finansallaşma değil kapitalizm kendisidir, kriz kapitalizmin krizidir. Finansallaşma bir ara sonuçtur. 

Türkiye iktisat politikaları setleri Türkiye’nin bağlı olduğu uluslararası sistemin paralelinde gelişmiştir. 1960-80 arasında sabit kur, kambiyo denetimi, gümrük vergilerinin ve kotaların bulunduğu kontrollü bir kalkınma dönemiydi. Kamu ekonomik kurumlaşması açısından bu dönemde Devlet Planlama Teşkilatı Türkiye’de hegemon konumdaydı. Maliye Bakanlığı’yla Merkez Bankası yakından irtibatlıydı ve Hazine teşkilatı Maliye Bakanlığı bünyesindeydi. 

İkinci büyük dönüşüm diyebileceğimiz 1980’de neoliberal yönelimden itibaren bu siyaset bir bütün olarak terk edildi. Buna paralel olarak devletin vergi yerine borçlanma siyaseti nedeniyle Maliye Bakanlığı’ndan ayrılan Hazine teşkilatı ve borç siyaseti ön plana çıktı. 2000’lerin başından itibaren ise neoliberalizmin ikinci dalgasıyla birlikte para politikası egemen hale geldi. Diğer bütün ekonomi politikaları, maliye, gümrük, dış ticaret, borçlanma politikaları vs para politikasına tabi hale getirildi. Bu dönüşümle birlikte Merkez Bankası hegemon ekonomik kurum haline geldi. Halen bu sürecin içindeyiz. 

‘YA SOSYALİZM YA FAŞİZM’

En son ekonomi, maliye, kalkınma ve gümrük bakanlıklarını kapatıp tek bir bakanlık altında birleştirme planından söz ediliyor. Ne düşünüyorsunuz?

Manyaklık. Daha önce söylemiştik, modern devlet Weberyen anlamda bir kurum-kadro-kural bütünlüğüdür. Türkiye devleti modern bir devlet olmaktan çıkmıştır. Kurumlar dağılmış, kadrolar ehliyetsizleşmiş, kuralları yok edilmiştir. Eski bir şiirde dendiği gibi “Camlar şikest olmuş, meyler dökülmüştür.”

Bu “büyük dönüşüm”le yalnız ekonominin değil toplumun da tamamen piyasaya tabi hale getirildiği bir sürecin sonundayız. Polanyi’den hatırlıyoruz. Böyle bir toplumun da devletle birlikte çözüleceğini biliyoruz. Buradan ya sosyalizm çıkar ya faşizm.