Munch’un “Çığlık”ı gerçekte kimindir?

Genel anlamıyla nevroz, “korkular ve korkulara karşı oluşturulan savunma mekanizmaları ile çatışmalı eğilimleri uzlaştırma çabalarının ortaya çıkarttığı psikolojik düzensizlik” olarak tanımlanır. Diğer insanlar, kendi toplumsal kültürlerinin gerektirdiğinden daha fazla acı çekmezken nevrotik insan, değişmez bir şekilde diğerlerinden daha fazla acı çeker ve yine değişmez bir şekilde, yaşadığı tüm çelişikliliklere karşı yarattığı savunma mekanizmaları için aşırı bir bedel öder.

Bu tanımlamayla bağıntılı olarak, Dostoyevski’nin, gerçek dünyadan kendini soyutlamış bir insanın iç çatışmalarını ve hezeyanlarını konu alan “Yeraltından Notlar”ındaki “Ben hasta bir adamım…” diyerek hikayesini anlatmaya başlayan kahramanda, tüm kitap boyunca ve giderek artan oranda nevrotik semptomların ipuçlarını görmemek mümkün mü?

1863 doğumlu Edvard Munch’un, 1864 yılında basılan “Yeraltından Notlar”ı okuyup okumadığını bilemeyiz ama eğer okuduysa, o kahramanda, birçok insana kıyasla kendinden daha fazla şey bulmuş olduğu (çünkü Munch, bir nevrotikti) kesindir.

Çevresindeki dünyayı, dünyada olagelenleri betimlemek yerine, sanatı aracılığıyla iç dünyasını ve arzularını dışa vurmayı tercih eden Munch’un resimlerindeki hummalı enerji ve fırtınalı duygular onu duygusal çarpıtmalar ve abartılı renklerle anlatım gücünün altını alabildiğine çizmeyi amaçlayan Dışavurumculuk’un doğal kurucuları arasına yerleştirdi.

Munch, 1893 tarihli “Çığlık” tablosunu çizmesine neden olan olayı günlüğünde şöyle anlatır: “İki arkadaşımla beraber yürümekteydim. Bu sırada güneş batmak üzereydi ve gök, kan kırmızı renkteydi. Yoruldum ve tırabzanlara dayandım. Arkadaşlarım ise yürümeye devam ettiler. İşte tam o sırada doğanın çığlığını duydum.”

Munch’a göre o an çığlık atan kendisi değil, doğadır ve o sadece, doğadan geldiğini öne sürdüğü (ya da sandığı) bu çığlığı resmetmiştir.
Ciddi anlamda etkilendiği Van Gogh gibi Munch da, hayatı boyunca peşini bırakmayan nevrozlarını anlatabilmek için ürkütücü bir görsel dil geliştirdi. Bu dilin, Munch eserlerindeki en net örneği olan “Çığlık”ın temel özelliği ise, bu derin yabancılaşma ve kabus hissini şok edici bir dolaysızlıkla vermesi oldu.

Aslında kompozisyon oldukça basit ama etkileyicidir: Köprü ve tırabzanın güçlü ama aynı zamanda o güçlülüğün etkisiyle ortaya çıkan tedirgin edici köşegeni, suyun ters köşegeni ile tam bir zıtlık içindedir. Ufuk çizgisi nispeten yüksektedir ve o da oldukça güçlü vurgulanmıştır. Ana figür sağlam (belki de tüm figür-motifler içinde en güçlü) şekilde resmin merkezine oturtulmuştur.

Dehşetli ve bir o kadar da rahatsız edici kırmızı, yeşil ve sarılar gökyüzünü doldurur. Renklerin bu rahatsız ediciliği, kuşkusuz doğaya aykırılıklarından kaynaklanmaktadır ve bu aykırılık içinde ana figürün umutsuzluğu, dehşetin asıl çarpıcılığını ve bu çarpıcılık üzerinden de asıl metaforu oluşturur.

Resme konu olan mekan, ağırlıklı olarak Norveç kıyılarına özgü fiyord oluşumlarından birisi olan Oslo Fiyordu’dur. Fiyord, denizden bakıldığı zaman düz bir kıyı olarak görünen ama içerideki gölete gizli bir kanalla bağlı olan doğa oluşumudur ve Oslo Fiyordu, sanki Munch’un da içindeki görünmez gizli kanalları açığa çıkarmak ister gibidir.

Ama buna izin vermez Munch ve neredeyse şekilsiz bir manzara koyar önümüze. Manzara, kelimenin tam anlamıyla kaosa sürüklenen bir dünyayı çağrıştırır.

Munch, “bu kaos yüklü dünyanın insanları da ancak böyle olur” dercesine kurukafaya benzeyen bir yüz, sabit bakan oyuk ve çökük gözlerle resmeder ana figürünü.

Eğer Munch’un günlüğünden haberdar olmasak, çığlık atanın ana figür olduğunu ve o çığlığın etkisiyle doğanın böyle bir tepki verdiğini zannedebiliriz. Oysa günlük bize, tam tersini söylüyor. Çığlık, doğadan gelmiştir ve ana figürümüz bu çığlık karşısında kulaklarını kapatarak umarsızca ondan, onun kaotik cehenneminden kendini korumaya çalışmaktadır.

Evet, ana figürümüz Edvard Munch’tan başkası değildir.

Ve ana çelişki de işte tam buradadır.

“Çevresindeki dünyayı, dünyada olagelenleri betimlemek yerine, sanatı aracılığıyla iç dünyasını ve arzularını dışa vurmayı tercih eden” bir anlayış, bir noktadan sonra istese de istemese de bireyselliğin, soyut bireyselliğin kulvarında yol alan bir forma dönüşür.

Bu form, her ne kadar ilk bakışta, bireyin özgüllüğünün-“özgürlüğü”nün ifadesi gibi görünse de bu ancak (Marx’ın tanımıyla) “soyut bireysellik varlıkta özgürlük değil, varlıktan özgürlüktür”e karşılık gelir.

Varlıktan özgürlüğün çıktısı ise, ister nevrotik ister “normal” tabanlı olsun, sonsuz çıkışlı gibi görünen ama aslında her çıkışın sonunda bir çıkışsız sokakla karşılaşılan tam bir çıkışsızlık metaforu üretmekten başka bir şey yapamaz.

Özne, “varlıktan özgürlük” sanal beliti altında kaldığı sürece, “varlıkta özgürlük”e varamamanın (ki, varmak istememe özgürlüğünü kullanma “özgürlüğü”ne de sahip olabilir) açmazıyla önünde sonunda karşılaşmaya mahkumdur.

“Çığlık” tablosu yaratıcısından bağımsız olarak, handiyse ilk sergilenmeye başladığı andan bugüne dek gerek ülkemizde gerekse de dünyada, bireyin değil, o birey üzerinden toplumsalın çığlığı olarak algılanıp kabul görmüş ve bu kabulle beraber, yine yaratıcısından bağımsız bir özne niteliğiyle “varlıkta özgürlük”ün simge eserlerinden biri olmuş ve safını Munch’tan (soyut bireysellikten) yana değil, toplumsalın “açmazlar mahkumiyeti”nin zincirlerini kırma savaşımından yana belirlemiştir.

Serkan Durak