Gündelik hayatı ayakları üzerine dikmek

Bu yazı, soL Portal'ın Eleştiri Noktası köşesinde Efe Peker'in “Kapitalizm Engels Tanımaz!” başlıklı makalesinden yola çıkılarak kaleme alınmıştır.

Kapitalizm, mevcut statükosunu korumak ve yaşatmak için gerçekliğin dünyasını değil de, “kendi hayalindekine benzer bir dünyayı yaratmak” ve bu dünyayı empoze etmek adına sayısız yola başvurur. Bu yolların en etkileyici unsurlarından biri de, kuşkusuz her biri birer “beyin iğfal şebekesi” gibi çalışan reklamlardır. Peker, söz konusu makalesinde bir reklam örneklemesinden yola çıkarak anlatmış bize, kapitalizmin gerçekliği kırma ve onu kendine benzetmeye çalışma serüvenini.

Kendisi de başlı başına bir meta olan meta satış aracı reklam gündelik hayatımıza yazınsal, işitsel ve görsel her iletiyi kullanarak girer ve bu yolla gündelik hayat gerçekliğimizi kırmaya çalışarak bize, 'mükemmellik' izdüşümlü hayali bir dünya sunar. Bu sunum aracılığıyla bize satmaya çalıştığı şey-meta her ne olursa olsun yaptığının özü değişmez: Gündelik hayatı manipüle etmek.

Henri Lefebvre “Modern Dünyada Gündelik Hayat” adlı kitabının ilk cümlesine “Diyelim ki…” diyerek başlar ve bizi 1900’lü yılların başına çağırır. Lefebvre, bizi çağırdığı o yıllara ilişkin ikinci bir “diyelim ki…” ekleyerek net bir gün de kurgular ve “16 Haziran” der. 1900’lü yılların başında bir 16 Haziran günü…

Şimdi Milli Kütüphane’deyiz. İncelemeye başlıyoruz o yıllara ait günlük gazeteleri. Oldukça ağırlıklı kısmı sıradan haberler ve reklamlarla dolu sayfalar... Peki, biz bu sayfalarda ne buluruz? Lefebvre’e göre hem birçok şey hem de pek bir şey değil.

Peki, bu sayfaların arasından o yılın (o yıl artık kendini kesinlemiştir Lefebvre’nin zaman diliminde: 1904…) 16 Haziranı’na denk düşen gününden yola çıkarak gündelik hayata dair hangi verileri elde ederiz?.. Yine hem birçok şey hem de pek bir şey değil.

Milli Kütüphene’den çıkar ve Lefebvre’in ardından yine Lefebvre’in bizi çağırdığı o 1904’ün 16 Haziran gününe gider ve bir kitabın sayfaları arasında yol almaya başlarız. Bu sayfalarda karşılaştığımız “Mr. Bloom adlı birisi, karısı Molly ve arkadaşı Stephen Dedalus”un hayatlarını gözlemler, gözlemlerken onları daha yakından tanır ve bu tanıma aracılığı ile gazete sayfalarında yazılanlardan oldukça farklı bir 16 Haziran 1904’ün gündelik hayatına dair izlenimler ediniriz.

Peki, kimdir bu insanlar?.. Hafızamızı biraz zorladığımızda özellikle Mr. Bloom hiç de yabancısı olmadığımız bir isimdir aslında. Evet, bu insanlar James Joyce’un “Ulysses” adlı romanının baş kahramanlarıdır.

Joyce, “Ulysses”te İrlanda Dublin’de yaşayan ve işi, çalıştığı gazeteye ilan-reklam almak olan Mr. Bloom özelinde 16 Haziran 1904 gününü, o 24 saatlik zaman dilimini kelimenin tam anlamıyla en ince ayrıntısına inene dek anlatır.

Lefebvre, bu insanların hayatlarının Joyce tarafından “titizlikle ayrıntılandırılarak anlatılması”nın hem bir tesadüf hem de tesadüf olmadığını söyler.
“O 16 Haziran günü öylesine ayrıntılandırılarak anlatılmıştır ki, Hermann Broch’un ifadesiyle ‘evrensel gündelik hayat’ın simgesi haline gelmiştir” diyen Lefebvre, devamında “gündelik olanın edebiyat alanında aniden belirivermesini büyük bir özenle incelemek gerekir. Bu olgu daha çok, gündelik hayatın edebiyat, yani dil ve yazı aracılığıyla düşünce ve bilincin alanına girmesidir” saptamasında bulunur.
Orijinal basımı 1922 yılına denk gelen ama hikayelendirilmesi açısından 1904’te karşılığını bulan ve 16 Haziran 2009’da 105. yılını kutlayan “Mr. Bloom günü” merkezli “Ulysses” romanı, hiç kuşkusuz dünya edebiyat tarihi içinde başka, bambaşka bir anlatım biçiminin ilk ve aynı zamanda en yetkin örneğidir. Sırf bu yüzden bile bu roman, ayrıca ele alınması gereken bir öneme sahiptir.
Ama bu yazıda değil…
Lefebvre, anlatımına “Ulysses” üzerinden devam ederken şu önemli tespitte bulunur: “Gündelik olan epik bir görünüme, maskelere, kostümlere ve dekorlara bürünmüş olarak sahneye çıkar.”

Lefebvre’in bu tespitini, reel gündelik hayatı inceler-sorgularken bir nirengi noktası olarak alabiliriz.

Düşünsel olarak Aydınlanma Çağı’na, politik olarak Fransız Devrimi’ne ve ekonomik olarak da Sanayi Devrimi’ne yaslanan modernite, kapitalist ilişkiler sistemi içerisinde gündelik hayattaki yansımasını, tam da Lefebvre’in yukarıdaki tespitinde bulur.

Konuya ilişkin diğer dayanak noktamız ise, Marx’ın şu tespitinde karşılığını bulur: “Her ideolojide insanlar ve onların ilişkileri, bize, camera obscura’daymış(*) gibi başaşağı görünüyorsa, bu görüngü de, tıpkı, nesnelerin, gözün ağ tabakası üzerinde ters durmasının doğrudan fiziksel yaşam sürecinden ileri gelmesi gibi, onların tarihsel yaşam süreçlerinden ileri gelir.”

Marx “Kapital”e, “Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği ‘muazzam bir meta birikimi’ olarak kendini gösterir” cümlesi ile giriş yapar ve yapıtta, kapitalist üretimi analiz ederken, işe tek bir metadan başlar. Bunun nedeni, kapitalist toplumun başaşağı duran görüntüsünden kaynaklanır. Kapitalist pazarın vitrininde duran ve gündelik hayatımızın vazgeçilmez unsurlarındanmış gibi görünen binbir çeşit meta, aynı zamanda bize, insanın insan olarak var olmasını sağlayan vazgeçilemez temel şeyler olarak da görünür. Bu gizemli görünüş biçiminde meta, insanın ürettiği bir şey değil insanı üreten, nesnel bir niteliğe sahip olan bir ‘şey’miş gibidir.

Marx, emek ürünlerine meta olarak üretildikleri anda yapışıveren bu niteliğe, “fetişizm” adını verir ve metalar iki nedenle fetişist bir karakter taşır. İlk olarak, insan emeğinin ürünü olan metalar, insana hükmeden, varlığını ne şekilde sürdüreceğini insana buyuran nesnelermiş gibi görünürler. Bir başka ifadeyle, insanlar, gündelik hayatlarını idame ettirebilmek için kendi yarattığı metaların emri altına girerler. İkinci olarak, çalışan insanlar arasındaki ilişki, nesneler arasında ve bu dolayımla nesnelerle insanlar arasında bir ilişki görünümü kazanırlar.

Bu, ideolojik bir başaşağılık durumudur aslında. Fakat bu başaşağılığın, insanın zihninde oluşmuş bir başaşağılık olmadığına dikkat edilmelidir ve bu durum tam da, Slavoj Zizek’in imlediği şeydir: "Metalar, kapitalizm koşullarında insan ilişkilerini belirliyormuş gibi görünmezler ama bunu fiilen yaparlar.”

Örneğin ABD’de, Amerikalıların ihtiyacından fazla şeker üretildiği için, Türkiye’nin Güneydoğusu’nda şeker fabrikaları kapanır ve bu fabrikalarda çalışan kadın ve erkek işçiler, Antalya sahillerinde Amerikalı (belki de şu “fazla şeker üretimi”nden şikayetçi Amerikalı) turistlere hizmet etmeye başlayarak farklı bir gündelik hayata angaje olurlar.

Ya da örneğin Kadıköy Moda'daki herhangi bir dükkandan herhangi bir gömlek alan kişi, bu gömleği almakla Çukurova’da pamuk toplayan genç kızlarla ve Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki izbe ütü atölyelerinde terleyen genç erkeklerle ilişki kurmuş olduğunu ve bu ilişki üzerinden de o insanların gündelik hayatlarına dolayımlı da olsa bir müdahalede bulunduğunu aklına dahi getirmez. Ama aklına getirmese bile, aslında reel gündelik hayatta bu, o kişinin gömleği aldığı andan itibaren o gömlekle ilintili diğer tüm kişilerin gündelik hayatında şu veya bu derecede bir müdahil özne olduğu gerçekliğini ortadan kaldırmaz.

O halde gündelik hayatı “tarihsel yaşam süreçleri” içinde ele alıp, onu tüm maske, kostüm ve dekorundan sıyırıp gerçekliğin sahnesine indirmek öncelikle, camera obscura’dan görünen bu başaşağılığı ayakları üzerine dikmekle olanaklı hale gelebilir.

(*): Camera obscura: İğne deliği kamera. Bu kamera yalnızca karanlık bir kutudan ibarettir ve bu kutunun bir tarafında iğne ucu büyüklüğünde bir delik vardır. Konudan gelen ışık ışınları bu delikten geçerek karşı taraftaki ekran üzerine düşer ve o konunun ters bir görüntüsünü oluşturur.

Nedim Serkan Durak