Hollanda Türkiyeli İşçiler Birliği’inden entegrasyon açıklaması

Hollanda′da 1974 yılından itibaren aktif çalışma yürüten Hollanda Türkiyeli İşçiler Birliği Türkiyelilerin ve diğer yabancıların entegrasyon sürecini değerlendiren bir açıklama yayımladı.

Entegrasyon başlığı ile yayınlanan açıklama metni şöyle:

Birlikte Yaşayabilmek için Ortak Çaba Harcamak!...

Toptancı ve kolaycı yaklaşımlar yerine soruna daha gerçekçi ve bilimsel bir özenle yaklaşmakta yarar vardır.

John G. Saxe'in değişik bir çok çevirisi olan "Kör adamlar ve Fil" şiiri, bir file dokunarak önün ne olduğunu anlamaya çalışan körlerle ilgilidir. Şimdiye kadar bu şiir, bir çok araştırmacı tarafından, değişik gözlemlere dayanılarak oluşturulan farklı algılama ve izlenimleri görüntülemek için kullanılmıştır.

Şiirde, filin karnına dokunan birinci kör önün bir duvar olduğunu ileri sürer. Dişine dokunan ikinci kör, onun bir ok olduğunu savunur. Filin hortumunu yakalayan üçüncüsü onu bir yılanla karşılaştırır. Dizine dokunan dördüncüsü bir ağaç gövdesi olduğuna karar verir. Kulağını tutan beşincisi, filin bir yelpaze olduğunda ısrar eder. En sonunda altıncısı filin kuyruğunu eline alır ve onun bir halat olduğunu iddia eder. John G. Saxe'a göre, sözkonusu kişilerin kendi deneyim ve gözlemlerini birbirlerine aktarmak için bir araya geldiklerinde ortaya nasıl bir karmaşanın çıkacağı artık okuyucuya kalmış bir şeydir.

Son yıllarda, Batı Avrupa ülkelerindeki göçmen işçilerin bulundukları ülkelere uyumu konusundaki tartışmalar da biraz körlerin fili kendi gözlemlerine göre nasıl algıladıklarına benzemektedir. Özellikle yetmişli yılların ikinci yarısından itibaren başlayan tartışmaların günümüzdeki aldığı biçimlere bakarsak, entegrasyon kavramından herkesin ne kadar farklı şeyler anladığını gözlemek daha da kolaylaşır.

Gerçekten de yetmişli yılların ikinci yarısından itibaren yapılan değişik araştirmalar, o zamana kadar misafir oldukları düşünülen göçmen işçilerin artık kalıcı olduklarını göstermeye başlamıştır. Geri dönüşlerini sürekli olarak erteleyen, geleceklerini geldikleri ülkelerden çok çalıştıkları ülkelerde gören, bu yüzden ailelerini bulundukları ülkelere getirmeye başlayarak, kendi dilleri, kültürleri, alışkanlık ve gelenekleriyle oralarda dikkat çeken azınlık gruplar oluşturan göçmen işçiler, şimdiye kadar bir çok politik, ekonomik, sosyal ve akademik tartışmanın konusu olmuşlardır. Entegrasyon konusu da bu kalıcılık eğiliminin belirginleşmesiyle ortaya çıkan bir tartışmadır.

İlk başlarda bilimsel meraklara dayanan akademik tartışmalar özellikle ekonomik bunalımların yoğunlaştığı dönemlerde, büyük ölçüde oy kaygılarına dayanan politik bir özellik kazanmıştır. Göçmen işçilerin varlığını hep gelip geçici bir olgu olarak gören politik kurumlar, bunun böyle olmadığı anlaşılınca, konuyu kendilerine göre tanımlamaya ve büyük şeçmen kitlelerini ürkütmemeye özen gösteren önlemler aramaya koyulmuşlardır. Zaman zaman çok sert biçimlerde yürütülen tartışmalara taraf olanlar, entegrasyonu çoğu kez körlerin fili algıladıkları gibi anlamışlardır.

Kimileri kılık kıyafet gibi biçimsel konuları ön plana çıkarmışlar, kimileri dil ve eğitim sorununun önemini vurgulamışlardır. Kimileri kültürel farklılıkları entegrasyonu yavaşlatan bir etken olarak ele almışlar kimileri de entegrasyon konusuna özellikle islam dinini sorgulayarak yaklaşmışlardır. Bu tartışmalarda aldıkları konumlara uygun olarak da herkes kendine göre bir entegrasyon modeli önermiştir.

Farklı kültürlerin varlığından ve bunların eşitliğinden yola çıkan görüşler genel olarak azınlıkların kendi kimliklerini koruyarak entegrasyonu savunan çok kültürlü bir toplum modeli önermişlerdir. Azınlıkların varlığını, onların kültürlerini, gelenek ve alişkanlıklarını bir tehdit unsuru olarak algılayan muhafazar milliyetçi akımlar çok kültürlü toplum modeline karşı çıkarak, toplumu ayakta tuttuklarını düşündükleri - somut olarak ne olduklarını kendilerinin de tanımlayamadığı- değer yargıları ve normları entegrasyonun zorunlu koşulları olarak ileri sürmüşlerdir. Bunun yanında yabancı düşmanı aşırı milliyetçi ve ırkçı akımlarsa yabancıları bir an önce sınır dışı ederek onlardan kurtulmak gibi çağ dışı bir düşünceyi savunagelmişlerdir.

Önerilen bu modellerin en iyi niyetlisinde bile göze çarpan belirgin özellik entegrasyon sürecinin çok farklı değişkenlerden oluşan karmaşik yapısını gözden kaçıran yaklaşımlarıdir. Örneğin bazan göçmenler, bazan yabancılar, bazan da etnik azınlıklar olarak adlandırılan topluluklar türdeş bir grup olarak ele alınmakta ve ona göre önlemler önerilmektedir. Bu gruplara ait oldukları düşünülen bireylerin her birinin birlikte yaşama sürecinin farklı bir aşamasında bulundukları, çok değişik deneyim ve bilgi birikimine sahip oldukları, geleceğe ilişkin beklentilerinin temel doğrultusu çoğu kez gözden kaçırılmaktadır. Örneğin Batı Avrupa ülkelerinde büyük grupları oluşturan Türkiye'den gelen göçmenlerin bir bölümü bulundukları ülkelerin toplumlarına çoktan entegre ölmüşlar, uyum sağlamışlardır. Bir bölümü bu sürecin farklı aşamalarını yaşamaktadırlar. Bir bölümününse zaten ne uyum sağlamak gibi bir sorunu ne de niyeti vardır.

Entegrasyon politikaları ancak bu süreçlerin özelliklerini kavradıkları, o süreçleri harekete geçiren dinamikleri hesaba kattıkları ölçüde başarılı olabilirler. O nedenle toptancı ve kolaycı yaklaşımlar yerine soruna daha gerçekçi, ve bilimsel bir özenle yaklaşmakta yarar vardır. Çünkü entegrasyon konusunda doğru çözümler üretebilmek içın öncelikle onu doğru kavramak, entegrasyonun gerçekleşmekte olduğu çevreyi doğru analiz etmek gerekir.

Uyum politikaları konusunda şimdiye kadar ve halen de yapılmakta olan yanlışlıklardan birisi, azınlık gruplarıyla toplumun diğer kesimlerini, sanki çıkarları birbirlerinden çok farklı, aralarında uzlaşmaz çelişkiler bulunan, bu yüzden de birbirleriyle sürekli olarak çatışan gruplar olarak ele alan düsüncedir. Bu hem yanlış hem de tehlikeli bir tutumdur. Azınlık gruplarıyla toplumun diğer kesimleri arasında farklı çıkarların yol açtığı bir çelişki ve çatışma sözkonusu değildir. Muhafazakar, milliyetçi veya yabancı düşmanı çevreler tarafından, gerilim ya da çatışma olarak gösterilmek istenen şey, çoğu kez bilgisizliğe ve inatçı önyargılara dayanan, asıl olarak da sağlıklı bir iletişimin kurulamamasından kaynaklanan sorunlardır. Aksine aynı toplumsal sınıf ve katmanlara ait bireyler olarak bu insanların arasında ortak çıkarlar söz konusudur.Çünkü onlar etnik kimliklerinin yanında, hatta ondan da daha çok, fabrika işçişi, kamu görevlisi, işveren, bilim adamı, öğrenci, sanatçı v.s. dir. Bu konumları onları karşı karşıya değil yanyana getirmektedir. Gerçekte bu alanlar çatışmadan çok uyumun toplumsal altyapısını oluşturan, daha çok kafa yorulması, çaba harcanması gereken alanlardır.

Degişik ülkelerde azınlıkların uyumu ile ilgili alınan kararların ve yürürlüğe konulan önlemlerin en önemli açmazlarından birisi de bunların bir çok açıdan tek taraflı önermelere ve pratiğe dayanmasıdır. Bu güne kadar tanık olduğumuz uygulamalarda uyumun gerçekleşmesi için azınlık grubu üyelerinin neleri yapmaları gerektiği altalta sıralanmış, aksi takdirde söz konusu olabilecek yaptırımların bir dökümü çıkarılmıştır. Deyim yerindeyse konu yalnızca azınlıkları ilgilendiren bir yükümlülük olarak görülmektedir.

Değişik ülkelerde azınlıkların uyumu ile ilgili alınan kararların ve yürürlüğe konulan önlemlerin en önemli açmazlarından birisi de bunların bir çok açıdan tek taraflı önermelere ve pratiğe dayanmasıdır. Bu güne kadar tanık olduğumuz uygulamalarda uyumun gerçekleşmesi için azınlık grubu üyelerinin neleri yapmaları gerektiği altalta sıralanmış, aksi takdirde söz konusu olabilecek yaptırımların bir dökümü çıkarılmıştır. Deyim yerindeyse konu yalnızca azınlıkları ilgilendiren bir yükümlülük olarak görülmektedir. Oysa bir çok azınlığın bir arada birlikte yaşamak zorunda olduğu ülkelerde konu toplumun bütününü ilgilendiren bir biçimde ele alınmalıdır. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, uyum sürecinin bir grup olarak değil bireysel olarak algılanan, değerlendirilen, yaşanan bir süreç olduğudur. Hiç kuşkusuz aynı mekanlarda birlikte yaşamaktan doğan alişkanlık ve gelenekler, bunun yarattığı sosyal kontrol, bu süreci hızlandıran ya da yavaşlatan bir rol oynamaktadırlar. Ama bunlar bu sürecin bireysel olarak yaşanan bir süreç olduğu gerçeğini değiştirmez.

Çünkü bu sürece katılan herkes yalnızca farklı bir geçmişe sahip değildir. Aynı zamanda farklı bir bilgi ve deneyime sahiptir. İçinde yaşadışi koşulları kendine göre algılamaktadır. Çevresiyle ilişkileri farklıdır. Geleceğe ilişkin farklı beklentileri vardır. Gerekli olan bu süreci zorlaştıran ekonomik, sosyal ve psikolojik zorlukları iyi niyetle ve kararlılıkla ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Uyumun sağlıklı bir biçimde gerçekleşmesine olanak sağlayacak uygun bir iklimin yaratılmasıdır. Çünkü azınlık üyeleri ne kadar çaba harcarsa harcasınlar, eğer toplumun büyük bir bölümünde genel bir isteksizlik, duyarsızlık ya da yabancı düşmanlığı, aşırı milliyetçilik ve ırkçılık biçiminde yansıyan toplumsal dışlayıcı bir tutum söz konusuysa uyum çabalarının başarıya ulaşmasını beklemek aşırı bir iyimserlik olur. Unutulmamalıdır ki entegrasyon birlikte yaşayabilmek için ortak çaba harcamaktır .

Ama Nasıl?

Bunun birinci yolu başka kültürleri bulaşıcı bir hastalık olarak ondan uzak durmak yerine onları kendi tarihsel sürekliliği ve gelişme aşamalarına uygun özgünlügü içinde ele almaktır. Hiç bir kültür mükemmel ve tamamlanmamış değildir. Zaman zaman kendi kültürlerinin ne kadar üstün olduğunu ileri sürenlere, hangi unsurların bu üstünlügü sağladığı sorulduğunda bir çoğu maalesef herhangi bir yanıt verememektedir. Hatta bu konuda çok iddialı olanlar bile demokrası, insan hakları, kadın erkek eşitliği gibi yalnızca bir kültüre ait olmayan genel ilkeler saymaktadırlar. Hiç kuşkusuz bu ilkeler bir kültürün gelişme aşmasını göstermekleri açısından önemlidir. Batı kültürü diye tanımlanan kültür uzun bir savaşımdan sonra, hem de yine kendine ait olan politik ve dinsel sistemlere karşı yürüttügü mücadelelerin sonucunda bu ilkeleri içselleştirmiştir. Ve bu bir kültürün sağladığı çok önemli bir gelişmedir. Ancak bu başka kültürleri küçümsemek ya da karalamak için bir gerekçe değil onları daha iyi anlayabilmek için bir araç olmalıdır. Çünkü başka kültürlerde de bu ilkeleri yaşama geçirebilmek için yoğun bir savaşım verilmektedir. Ancak daha önce de değinildiği gibi bu gelişmenin sonucunu bizim bireysel isteklerimiz değil, bu mücadelenin çerçevesini oluşturan objektif koşullar belirlemektedir. O nedenle farklı kültürlere, eleştirsek bile onları dışlamadan, onları anlamaya çalışarak yaklaşmak gerekir. Böyle yapabilirsek vur abalıya diye sürekli onları suçlamak yerine, ortaya çıkan gerilimlerin nedenlerini daha iyi anlayabiliriz.

Örneğin Kuzey Afrika ya da Asya ülkelerinin henüz feodal bir toplumsal düzenini yaşayan kırsal bölgelerinden gelen insanların gelişmiş kapitalist bir ülkede yaşayabilecekleri sorunları anlamak daha kolaylaşır. Türkiye gibi ülkelerin geri kalmış kırsal bölgelerinden gelen ve Batı Avrupa ülkelerinin büyük kentlerinin gettolarında toplumdan genel olarak dışlanmış bir biçimde yaşamak zorunda kalan insanlardan beklentilerimiz de buna uygun olur.

Bu kısır döngüyü kırmanın ikinci yolu ise kültürleri değişmeyen sabit bir veri olarak değil onları sürekli değişen bir olgu olarak görmektir. Bu değişimin daha az sorunlu ve sağlıklı bir biçimde gerçekleşmesi için onları dışlamak yerine varolan diğer kültürlerle bütünleşebilmeleri için gereken, sosyal ve fiziki çevreyi yaratabilmektir. Bunun için de şimdiye kadar başarısız ölmüş eğitim, iş ve konut politikalarını yeniden gözden geçirmek gerekir.

Bu kısır döngüyü aşabilmenin ve entegrasyon çabalarını başarıya ulaştırabilmenin bir başka yolu da hoşgörü ve saygıdır. Ancak hoşgörü hoşumuza gitmeyen bir şeyi görmezlikten gelerek olup bitenlere ilgisiz kalmak değildir. Öyle olmamalıdır. Hoşgörü karşılaştığımız sorunları kızmadan, kırıp dökmeden sabırla onlara çözüm arama çabasıdır. Böyle bir çabaysa karşı karşıya bulunduğumuz sorunları çözebilmek için daha iyi bir bilgi donanımı ve kararlılığı gerektirmektedir. İçinde yaşadığımız koşulları değiştirebilmek için kendimizi de değiştirme istencini zorunlu kılmaktadır.

Çok kültürlü bir toplum elbette mümkündür. Ancak bunun yolu kendi kültürümüz ve kimliğimiz dediğimiz şeylerde direnerek değil, onları da değiştirerek olanaklı olabilir. Bu değişim zorunluluğu yalnızca göçmenler için değil toplumu oluşturan her kesim için gereklidir. Üstelik bu bazılarının ileri sürdügü gibi salt bir özveri sorunu değil, herkesin barış içinde yaşadığı, daha güvenli ve daha gelişmiş bir toplum yaratabilmek için bir görevdir de…

Hollanda Türkiyeli İsçiler Birliği

(soL - Hollanda)