Türkiye IMF’ye borcunu kapattı! Ama nasıl?

AKP hükümetinin IMF’ye olan borcu kapatmak ve kamu borcunun toplam içindeki payını azaltmak ile övünmesi, borca-dayanmaksızın büyüyemeyen, büyüdüğünde ise istihdam yaratamayan bir ekonomi inşa eden bir iktidar için önemli bir “başarı” olsa gerek.

Nilgün Erdem - soL

20. yüzyıl sonunda finansal birikim rejimine geçmiş olan kapitalist sistem, bu rejimin ihtiyaç duyduğu bütün düzenlemeleri hayata geçirmektedir. Bu çerçevede borç-alacak ilişkileri, finansal piyasalar ve bu piyasalarda işlem gören finansal araçlara ilişkin düzenlemeler ilk sıralarda yer aldı. Artık devletlerarası veya uluslarüstü kurumlardan borçlanmanın yerini kontrollerden arındırılmış, “bütünleşmiş” uluslararası sermaye piyasalarından borçlanmanın alması gerekliydi. Böylece yüksek spekülatif kazançlar elde etmeyi mümkün kılacak türden borç-alacak ilişkileri sağlanabilecekti. Borca-dayalı finansal genişleme süreci, ortaya çıkan riskleri de düşünmek durumundaydı. Kreditörler alacaklarını garanti altına almalı, kayıplarını başkalarına devretmeliydi. Finans kapitalin tüm bu ihtiyaçları çerçevesinde, devletin siyasal egemenlik yetkileri de seferber edildi. Devlet, bir yandan ekonomi politikalarını spekülatif kazançları garantileyecek şekilde dizayn etmeli, öte yandan borca-dayalı bu finansal yapıdan kaynaklanan riskleri elimine etmeliydi. Yaşanan finansal/reel krizler ile birlikte daralan ekonomik kapasiteler, artan işsizlik ve alacaklılara verilen güvenceler ile kayıpların transferi, toplumsallaştırılması gerekliydi. Devlet garantisi altına alınmış bu süreç, pek çok ülkede yaklaşık son yirmi yıldır bilhassa özel kesimin astronomik düzeyde borçlanması ile sonuçlandı.

Sanayi ve istihdam hedefleri terk ediliyor
2001 yılında kabul edilen 4651 sayılı yasa ile TCMB’nin temel amacının fiyat istikrarı olduğu belirlendi. Yasanın krizin hemen ardından çıkarılması, Türkiye ekonomisinin sermaye girişlerine bağımlı yapısında krizin yarattığı kesintiyi giderebilmek için uluslararası finans çevrelerinde “güveni” yeniden inşa etme çabasının önemli olduğunu göstermekteydi. Türkiye için özellikle sermaye hesabının serbestleştirildiği bir ortamda, enflasyon hedeflemesi ile para politikası araçlarını kısıtlayan ve siyasal iktidardan “bağımsızlaştıran” merkez bankası düşüncesi, esas olarak finans kapitalin ihtiyaçları ve tercih ettiği iktisat politikaları doğrultusunda sanayileşme ve tam istihdam gibi amaçların terk edildiği “yeni” (neoliberal) anlayışa işaret etmekteydi. Bu çerçevede enflasyon hedeflemesi ile sınırlandırılan para politikası da yüksek faizlere yol açarak bu fonlar için yüksek arbitraj kazançları üretmekteydi.

Sermaye girişleri ve cari açık
Finansal küreselleşme kapitalist birikim sürecinin tıkanıklıklarını aşma doğrultusunda hız kazandı. Buna paralel bir şekilde, siyaseti para politikasından ayıran bağımsız merkez bankacılığında para politikasının, “teknik esaslar” temel alınarak “tarafsız” uzmanlar tarafından belirlenebileceği ve düşük enflasyonun da finansal balonların ortaya çıkma olasılığını azaltacağı iddia edilmekteydi. Üstelik fiyat istikrarı, ekonominin makro büyüklüklerini olumlu etkileyerek ekonomik gelişmeye de katkı yapacaktı. Fakat sermaye girişleri başlangıçta yurtiçi büyümeyi hızlandırırken, sonrasında TL’nin değerlenmesiyle ihraç malları sektöründe kârların azalmasına neden olarak uzun dönemli büyümeyi olumsuz etkileyecek, diğer yandan cari açıkların genişlemesine yol açtı. Kısaca, sermaye girişlerindeki artışlar çoğu zaman tasarruf, yatırım, mali ve dış denge, döviz kurları, istihdam ve ücretler gibi anahtar makroekonomik büyüklüklerin uzun dönemli, sürdürülebilir seviyelerinden sapmalarına yol açarken, hızlı sermaye çıkışları da finansal krizlere ve giderek reel ekonomideki daralmalara neden oldu.

Para politikası kuru dengelemek için kullanıldığı zaman, ciddi ikilemler söz konusu olur. Aşırı sermaye girişi nedeniyle kurun değer kazanmasını engellemek için rezerv birikimi zorunluluğu ortaya çıkar. Bu ise likiditeyi artırarak ekonominin daha çok ısınmasına neden olur ve muhtemelen banka sisteminde kırılganlıklar yaratır. Rezervlerdeki artışı açık piyasa işlemleri yoluyla dengeleme çabası ise genellikle yüksek faiz oranına, mali açıkta bir artışa ve daha da çekici hale gelen arbitraj kazançlarına yol açar. Ayrıca rezerv birikimi ile dışarıdan borç alınan paranın merkez bankası kasasına koyulup karşılığında borç senedi satılmasının ekonomiye önemli yükler getirdiği gözlenir. Uluslararası piyasalardan alınan borcun maliyeti, rezervlerin kazanacağı faiz gelirinden çok daha fazla olur. Özetle dışarıdan gelen kaynağın parasal genişlemeye yol açmasını engellemek, hem kamu kesimi hem de genel olarak ekonomi açısından maliyetli olur. Para politikasının karşılaştığı bu ikilemin temel nedeni, iç talebi yavaşlatmak için gereken politika önlemlerinin arbitraj kazançlarını arttırarak dışarıdan spekülatif sermaye girişlerine neden olmasıdır.

Dolayısıyla iç dengeyi sağlamaya dönük uygulamalar yüksek dış borçlanma ile dış kırılganlığa katkı yapmaya başlar. Bu nedenle dünyada yaşanan bunalımın ağırlaşması ile birlikte 2010 yılının sonundan itibaren TL’nin diğer paralar karşısında değer kaybına uğramaya başlaması, enflasyon hedeflemesine dayalı programın geleceğini ve bağımsız merkez bankacılığı uygulamasının “finansal istikrar”a katkı yapacağı iddiasını tartışmalı kılmaktadır. Buna ilave olarak, yüksek faizler de finansal hesaplarda baskıyı artırmakta ve likidite sıkıntısı ile borç problemini ağırlaştırmaktadır.

Bu gelişmeler ile bankalar ve firmaların iflasları döviz kurunun kredibilitesini azaltmaya katkı yaptığı için, artık yüksek faiz oranları da kısa vadeli dış krediler için yetersiz olmakta, kriz ve daralma kaçınılmaz hale gelebilmektedir. Kısacası finansal küreselleşme süreci, sermaye hareketlerinin denetlenmesi seçeneğini dışarıda bırakarak bir yandan finansal istikrarsızlığı biriktirirken, diğer yandan da yatırım, büyüme ve istihdam yaratmayı amaçlayan para ve kur politikalarının uygulanmasını devre dışı bırakmıştır.

Borca dayalı birikim
Sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ile birlikte ortaya çıkan borçlanmaya dayalı iktisadi yapı, şirketlerden, bankalara ve hane halklarına kadar yaygılaşırken ulusal tasarruf oranları hızla aşınmaktadır. Türkiye’nin ulusal tasarrufları yaklaşık olarak 1990’lı yıllarda yüzde 23’lerin üzerinde iken, 2000’li yıllarda yüzde 17’ye, 2010 yılına gelindiğinde ise yüzde 13’ler seviyesine gerilemiştir. Bu aşınmanın önemli kısmı beklendiği gibi özel tasarruflardaki düşüşten kaynaklanmıştır. Finansal genişleme bağlamında yüksek borçlanma konut piyasaları aracılığı ile sağlanabildiği için hane halklarının başta konut olmak üzere tüketici kredilerinde önemli bir artış söz konusu olmuştur. Türkiye’de hane halklarının yükümlülüklerinin gayri safi yurtiçi hasılaya oranı, özellikle finans piyasalarına ilişkin “gerekli” düzenlemeler eşliğinde 2005 yılından sonra hızla artış sergilemiş ve 2011 yılına gelindiğine yüzde 16 seviyesine ulaşmıştır. Dolayısıyla bankacılık kesimi, tüketim ve konut piyasasında ortaya çıkan balonların finansmanında önemli bir rol üstlenmiştir. Bu nedenle “kentsel dönüşüm” ile ilgili bütün düzenlemelerin borca-dayalı finansal birikim rejiminden bağımsız düşünülmesi imkânsızdır.

Türkiye ekonomisinin dış sermaye girişlerine bağımlı ve yüksek borçlu yapısı, dışarıdaki olumsuzluklardan yoğun bir şekilde etkilenmesine yol açan kırılgan bir yapı ortaya çıkarmıştır. 2002 yılında 130 milyar dolar olan dış borç, günümüzde yaklaşık 100 milyar doları kısa vadeli olmak üzere 330 milyar doları aşmıştır. Dış borcun GSYH’ye oranının artmamış olması ise gelirin daha hızlı artıyor olmasından değil, büyük miktardaki sermaye girişlerinin TL’yi aşırı değerlendirmesi sonucu dolar cinsinden gelirde ortaya çıkan kur farkından kaynaklanmaktadır. Buna ilave olarak günümüzde kamu kesimi borcunun toplam dış borç içerisinde yaklaşık yüzde 33, özel kesim borcunun ise yüzde 67’ler seviyesinde olması, tek başına kamunun borçlanma açısından başarısı olarak düşünülemez. Bir başka ifade ile özel sektörün kısa vadeli borçlanması, finansallaşma sürecine paralel olarak Türkiye’de de hızla artmıştır. Ancak bu nihai olarak kamu kesiminin iyi yönetildiği ve hatta kamu yükünün hafiflediğini gösteren bir olgu değildir. Küresel finans piyasaları, kredi/borç veren servet sahibi özel kesimin, borçlular kriz ve iflasa sürüklendiği zaman bu alacakların devlet güvencesi altına alınması talebini büyük ölçüde zorunlu kıldığı için, borç esas olarak kamunun borcuna dönüşmektedir. Bir başka ifade ile yukarıda belirttiğimiz gibi kontrolsüzce yabancı piyasalardan borçlanan özel kesim borçları nedeniyle kreditörler açısından ortaya çıkan kayıp ve zararlar, özel kesim borçlarının toplumsallaştırılması ile borçlu ülke yurttaşlarına ve özellikle ekonomik daralma sonucu işsiz kalanlara yüklenmektedir. Bu koşullara ilave olarak, uluslararası “kredibilitesini” sürdürebilmesi için birincil fazla vermesi beklenen devletin üretim ve sabit sermaye yatırımı yapmadığı ve kamu hizmetlerinin büyük bir kısmını taşeronlaştırdığı hatırlandığı takdirde, AKP hükümetinin IMF’ye olan borcu kapatmak ve kamu borcunun toplam içindeki payını azaltmak ile övünmesi, borca-dayanmaksızın büyüyemeyen, büyüdüğünde ise istihdam yaratamayan bir ekonomi inşa eden bir iktidar için önemli bir “başarı” olsa gerek! Ekonomik başarıyı gölgeleyenler ise malum çevreler: “Gezi Direnişi”ne katılanlar ve daha da önemlisi bu direnişin arkasındaki lobiler!..