Hollanda Hastalığı ve imalat sanayisinin düşüşü

Sıcak para Türkiye’yi terk ediyor. Ancak esas soru, ihracata yönelik sektörlerde verimlilik artışının kalıcı olup olmadığı. Sıcak para çıkışı sürerken, bu sektörler daha iyi durumda mı olacak daha kötü durumda mı?

Tunç Sipahi

Dış alemden 10 yıldır döviz yağıyor. Bu sayede hanehalkı gırtlağına kadar borçlanabildi, tüketici kredileri inanılmaz bir hızla arttı ve gerileyen özel tasarruflar yatırımların düşmesine neden oldu. Alternatif olarak, Keynes-Kalecki hattında sermaye birikimi-yatırımların dışsal olduğunu, tasarrufların pasifçe uyum gösterdiğini söyleyebiliriz. Yani yatırımlar düşecek ve sermaye birikimi esas olarak arazi üzerinden gidecektiyse, zaten tasarrufa gerek olmayacaktı. Her durumda 1998-2013 döneminde imalat sanayisinin GSYH içindeki payının gerilemesiyle tasarrufların GSYH içindeki payının gerilemesi el ele gitti.

Artık yüzde 4’ü bile bulmadığını düşündüğüm -IMF ölçümü yüzde 3,9- bir “potansiyel büyüme” hızımız var. Potansiyel büyüme hızının ölçümü finans piyasalarındaki aktarım kayışlarından da, gerçekleşen fiili büyüme hızlarından da bağımsız ölçülemez. Yani düşüyor. 2007 yılında yapılan bir çalışmaya atıfla hâlâ yüzde 4,5-5 potansiyel büyüme hızından bahsedemezsiniz. Türkiye’nin düşük büyüme sorunu, düşük katma değerli ve düşük verimliliği olan faaliyetlere dayalı ürünlere yoğunlaşmaktan kaynaklanıyor. GSYH içinde imalat sanayisi payının azalması, büyüme içinde toplam faktör verimliliği (TFV) payının düşüklüğü ile birlikte ele alınmalıdır. İmalat sanayisinin ekonomideki payının artırılması “saf teknolojik ilerleme” haddi ve haliyle TFV’yi artırması anlamına gelmeli.

İmalat sanayisi unutuldu mu?
İmalat sanayisinin yükselişi (oldu mu?) ve düşüşü deseydim daha klasik bir giriş olurdu. Kalkınmanın etapları gibi eski bir kavrama gönderme yapan, ama genelde her modelde kendisine yer bulan bir yaklaşıma yaslanırsak, imalat sanayisinin kalkınmaya paralel bir döngüsü olduğunu söyleyebiliriz. Fakat gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme yaşandığı iddiası abartılı bir iddia. İleri kapitalist dünyada GSYH bileşimi değişti ve üretimin organizasyonu da neoliberal etki sonucu dönüştürüldü. Fakat neoliberal dönemde de ileri ülkeler dünya imalat sanayi içinde ağırlıklarını korudular. Kanada ve İspanya en büyük 15 imalatçı ülke sıralamasında gerilere düşerken ABD, Japonya, Almanya ve İtalya hâlâ ilk 5’te. Çin, Güney Kore, Hindistan elbette dramatik biçimde yükseliyor.

2010 yılında imalat sanayisi katma değeri dünya GSYH’sının yüzde 16’sını oluşturdu ve 2000 yılında 5,7 trilyon dolarken 2010 yılında 7,5 trilyon dolara çıktı. İmalat sanayisi katma değeri 2007 yılında İngiltere, ABD gibi “post-endüstriyel” ekonomilerde bile rekor kırdı tarihsel olarak en yüksek düzeyleri gördü. Ama elbette G7 ülkelerinin imalat sanayisi katma değeri içindeki payı 2000 yılında yüzde 55’ken 2010 yılında yüzde 47’ye geriledi. Aynı dönemde gelişmekte olan ekonomilerin küresel imalat sanayisi katma değeri içindeki payı ise yüzde 21’den yüzde 39’a yükseldi. Gelişmekte olan ekonomiler son 15 yılı iyi değerlendirmiş ve paylarını artırmış görünüyor.

İmalat sanayisinin GSYH içindeki payı azalsa da gelişmiş dünyada önemini korudu ve gelişmekte olan dünyada -özellikle Asya- yükselişe geçti denebilir. Fakat teknoloji şirketlerinin üretimlerini kapitalist metropollerden Hindistan, Çin gibi ülkelere kaydırmış olmaları nedeniyle, dolaylı katkılarının kolay ölçülemediğini ve mesela ABD’de imalat sanayisinin görünenden daha önemli olduğunu düşünebiliriz. Bazı ülkeler -ki onlara gelişmekte olan ülkeler yerine, gelişmekte olan piyasalar (GOP) demek daha doğru- imalatta gerilediler: Türkiye, Güney Afrika ve Brezilya son 20 yılda imalat sanayisinin GSYH içindeki payının 10 puan kadar azaldığı ekonomiler. Brezilya ve Güney Afrika emtia ihraç eden ülkeler. Emtiadaki “süper döngü” fiyatları çok fazla yükseltti. Bu ülkelerde imalat sanayisi dışındaki sektörlerin gelişiminin emtia fiyatlarına bağlı olarak daha yüksek hızda seyretmesi bir bakıma normal.

Türkiye’de emtia yok doğal kaynak da bulmadık. Ama sanki bulmuşuz gibi “Hollanda(lı) Hastalığı” semptomları gösterdiğimiz, yabancı sermaye girişlerinin tasarruflar ve bağlantılı olarak imalat sanayisi üzerinde olumsuz etki yaptığı açık. Türkiye’de 1998-2012 döneminde imalat sanayisinin GSYH içindeki payının gerilemesi hayli dikkat çekici. GSYH verilerine göre 1998-2012 döneminde sanayinin payı yüzde 33’ten yüzde 24’e geriledi. İnşaat hariç bakarsak düşüş yüzde 27’den yüzde 19’a. Sadece imalat sanayisine bakınca GSYH payındaki gerileme yüzde 24’ten yüzde 16’ya. Ciddi bir düşüş.
Amerika’yı keşfedip, altın ve gümüş madenleri bularak zenginleştiğini sanan “fatihlerin” başına gelen, kısmen de olsa, yabancı sermaye girişlerine çok fazla ve çok uzun süre yaslanarak zenginleştiğini sananların da başına gelir mi?

Hollandalılar ve hastalıkları
Tarihi olarak 16. yüzyıl İspanya’sıyla ilişkilendirilen ama ismi 1970’lerde konulmuş olan bir olgudan bahsedeceğim. Ticarete konu olan doğal kaynakların keşfi bazı durumlarda imalat sektöründe istenmeyen sonuçlara neden oldu ve bu olgu 1970’lerde doğalgaz fiyatlarını arttırarak Hollanda ekonomisini etkilediği için Hollanda(lı) Hastalığı (Dutch Disease) olarak adlandırılmaya başlandı.

Kıymetli metallerin veya malların arzının aniden artmaya başlamasıyla hem ticarete konu olan malların hem de ticarete konu olmayan malların tüketimi artıyor, çünkü refah artıyor. Ticarete konu olmayan mallar iç piyasada üretilmek durumunda olduğu için, işgücü ticarete konu olmayan mallar sektörüne kaymaya başlıyor. Ticarete konu olmayan sektörde işgücünün fiziki marjinal verimliliği düşerken, diğer sektörde artmaya başlıyor. Dengede işgücünün marjinal ürün değeri aynı olmak durumunda olduğundan ticarete konu olmayan malların ticarete konu olan mallar cinsinden fiyatı artıyor döviz kuru reel olarak değerleniyor. Ticarete konu olan mallara olan talep olmayanlara olan talepten daha hızlı artıyor ve artan ithalat talebi dış ticaret açığını büyütüyor. Oluşan yüksek ticaret açığı ülkeye giren kıymetli madenlerin devlet tarafından soğurulmayan bölümüyle finanse ediliyor. Bu süreçte ihracat da artabilir ama bu, ticarete konu olan malların üretiminde kullanılan işgücünün azalmasına rağmen veya o sayede böyle oluyor. İstihdam azalması ticarete konu olan sektörde verimlilik artışı olarak yansıyor. Kıymetli maden girişi sürdükçe ve beklentiler bu yönde geliştikçe ülkede hem refah hem de tüketim artıyor.

Bu kadarıyla kalsaydı adına “hastalık” denmezdi. Söz konusu vaka genellikle spesifik faktörlerin varlığıyla, yaparak öğrenmeyle, rant peşinde koşmayla veya beşeri sermayenin, insan kaynaklarının nitelik yitirmesiyle ilişkilendirilir. Yaparak öğrenme süreci patikaya bağlı olduğu için süreçteki kesinti ticarete konu olan sektörde know-how ve üretim yeteneklerinin kısmen kaybına yol açabilir. Ancak bu durumda söz konusu vakaya “hastalık” diyebiliriz.

En önemli gösterge: Aşırı değerli kur
Hollanda hastalığının en sağlam sendromu aşırı değerlenmiş döviz kurudur. Daha da ötesi, İspanya örneğinde reel döviz kurunun oynaklığı da yükselmiş ve oynak hale gelen aşırı değerli kur 25 yıl kadar bu şekilde kaldığı için daha önce çok beğenilen İspanya anakarasının ihracat merkezlerinin mahvına yol açmıştır. Aşırı değerli kur ve sürekli ülkeye akan kıymetli madenler devletin aşırı borçlanmasına yol açtı. İspanya 16. yüzyılda üç kez borçlarını ödeyemez duruma düştü ve sonuncu krizde (1575) iç borçları da ödeyemedi. Sonunda döviz kuru büyük bir hızla devalüe olduğunda ticarete konu olan malların üretiminde sahip olunan know-how kaybedilmiş, daha önce İspanya’nın ihracat yaptığı uluslararası pazarlar başka ülkeler tarafından ele geçirilmiş durumdaydı. İspanya bir daha belini doğrultamadı. Hollanda hastalığı mekanizmasının ancak ve ancak ülkeye giren kıymetli madenler, sürekli gelirde bir artışa yol açtığı zaman işleyebileceği unutulmamalı. Yani refah etkisinin kalıcı olduğunun düşünülmesi lazım. Sonunda Hollanda hastalığı ticarete konu olan malların üretiminde kalıcı bir düşüşe yol açtığı için de bu şekilde adlandırılıyor.

Daha hızlı, daha yüksek
Uluslararası sermaye hareketlerinin serbest olması, döviz kurunu verili bir parasal daralma için olması gerekenden daha değerli hale getiriyor. Ayrıca kur bu durumda daha çabuk cevap verecektir ve “aşırı değerli” konuma daha çabuk geçecektir çünkü sermaye hareketleri gerçek harcamaların (mal hareketlerinin) çok ötesinde bir hızla gerçekleşiyor ve beklentileri de hızla etkiliyor. Yani kur olacağından da fazla değerleniyor ve değerlenme büyük bir hızla gerçekleşebiliyor. Tersten bakarsak, Hollanda hastalığı verili bir para politikası için beklenebileceğinden daha çabuk ve daha yüksek oranda bir cari açığa yol açabiliyor. Üstelik geçici sermaye girişleri bile kamu borçlanma kağıtlarına olan talebi artırıp faizlerin düşüşünü hızlandırabilir ve düşen faiz ortamında yatırım talebi artabilir. Kamu otoritesi döviz kuru koruması politikası uygulayıp doğrudan müdahale yoluyla (açık piyasa işlemleri ve sterilizasyon) veya bütçe fazlası vererek kurun aşırı değerlenmesini önlemeye çalışabilir. Fakat sermaye girişi aşırı boyuttaysa, bu önlemlere rağmen kur hâlâ aşırı değerli kalabilir. İhracat yapan sektörlerin bu yolla korunmaya çalışılması sonuç vermeyebilir. Merkez Bankası aşırı yüklü döviz rezervi taşırken ve değerlenen kurla buradan zarar yazarken, kur fazla değerli, cari açık çok yüksek kalabilir.

Verimlilik artışı kalıcı mı?
Asıl soru ticarete konu olan malları üreten, ihracata yönelik sektörlerde verimlilik artışının kalıcı olup olmadığında düğümleniyor. Yani “sıcak para” çıkarsa veya kıymetli maden akışı biterse bu sektörler daha iyi durumda mı olacak, daha kötü durumda mı? Muhtemelen imalat sanayisinde rekabet gücünü, hatta üretimin kendisini restore edebilmek için zor zamanlar geçireceğiz.