Halkı susuz bırakacaklar

Tahir Öngür: Akarsular özelleştirilmemeli.

soL (HABER MERKEZİ) soL yazarlarından Jeoloji Yüksek Mühendisi Tahir Öngür, su politikalarını belirleme ve su planlama yetkisinin yerelleştirilmesi ile geçtiğimiz hafta gündeme gelen akarsuların özelleştirilmesi girişimlerinin halk sağlığı ve kamusal yarar açısından sonuçlarına ilişkin sorularımızı yanıtladı.

soL: Geçen hafta gerçekleştirilen, akarsu ve göllerden elektirik üretimi için özel yatırımın önünü açan yasal düzenlemeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tahir Öngür: Bu düzenlemeler uygulamaya geçtiğinde, toplumsal sonuçları hemen hızla gözlemlenemeyecek. Uygulamaların yoğun olarak gerçekleşmesi planlanan bölgelerde, örneğin Artvin'in belli bölgelerinde yaşayan insanlar, haklarının neler olacağı, nasıl düzenlemeler ve uygulamalarla karşılaşacakları konusunda sözleşmelerdeki ayrıntıları hiç bilmiyorlar. Henüz düzenlemelerde bir netlik yok.

Yapılanların doğaya, ekolojik dengeye olan etkileri ise daha da uzun vadede kendisini gösterecek. Her şeyden önce, o bölgede yaşayan insanların bugüne kadar kullandıkları sular üzerindeki hakları, bir şekilde ticarileştirilmiş ve özel şirketlere bağışlanmış olacağından, küresel iklim değişikliğinden ötürü yağışların azaldığı bölgelerde, halk ile özel şirketlerin hak ve çıkarları çatışmaya başlayacak.

Aynı havza üzerine zincirleme tesisler yapıldığında, yağışlar, çevredeki orman varlığı, canlı yaşam yani tüm ekoloji etkilenecek. Ulaşım sistemlerinde değişiklikler yapılası gerekecek ki, halk bundan da rahatsız olacak. Bölgedeki istihdamı artıracak değişiklikler de değil bunlar. Yani o bölgeye getireceği tek şey, sadece iş makinesi ve yabancı insanlar olacak.

soL: Su tüketimi açısından bakarsak, akarsu ve göllerin özelleştirilmesi, tarım ve hayvancılık için gerekli olan suyun nasıl sağlanacağı konusunda kaygı uyandırıyor.

T. Ö. : Diyelim ki akarsuyun bir noktasında özel bir tesis var. Bu noktanın yukarısında kalan kısımda neler olup biteceğine dair bir netlik yok düzenlemelerde. Kullanıcıların belirlenmiş haklarının korunacağına ilişkin bir ifade var, ama bu ifadenin pratik bir karşılığı yok. Bugüne kadar "kullanıcıların belirlenmiş hakları" açısından, sudan halkın yararlanmasına dair yasayla güvence altına alınmış bir "hak" zaten yok. Bu bakımdan bu yönetmelik bir dayanaktan yoksun.

Diyelim ki akarsuyun bir noktasına bir özel tesis yaptınız ve suyu tutmaya başladınız. Akarsuyun aşağısındaki insanlar, "bizim de kullanım haklarımız var" diyerek itiraz ettiler. O anda onların yeraltı ya da yerüstü sularını kullanım haklarını güvence altına alan bir düzenleme yok.

Örneğin, açılmış olan kuyuların çok azı yasal, çoğu belgesiz. Akarsulardan yararlanmak için köylünün yaptığı kanal ya da arklar da çok basit ve yasal olarak kaydı olmayan uygulamalar. Bu nedenle şu anda halkın kullanım haklarının güvence altına alınması için getirilen düzenlemeler çok yetersiz.

Şu an üzerine konuştuğumuz, DSİ ile özel yatırımcılar arasında yapılacak anlaşmaların sonuçları. Bir de şu an hazırlanmakta olan bir yasa var ki, onun sonuçları çok daha ciddi ve olumsuz bu anlamda. Orada, sulamaya ilişkin uygulamaların özelleştirilmesi gündeme getiriliyor ki, asıl onun sonuçları çok daha vahim olacak.

soL: Hidroelektrik santralleriyle enerji eldesi doğal kaynakların kullanımı açısından nasıl değerlendirilebilir? Bu denli yoğun uygulandığında sonuçları nasıl olur?

T. Ö. : Aslında hidroelektrik santralleri, doğayı kirletmeden, enerjiyi dönüştürebilme olanağı sağlar. Ve kendi içinde dönüşümü olan bir kaynağı, suyu kullanır. Bu anlamda sorunlu bir teknoloji değildir. Ancak, hidroelektrik santrallerin yapılacakları havzanın su tutma kapasitesi ve beslenebilme olanakları açısından çok iyi incelenmesi ve planlanması gerekir. Burada, o bölgenin yerel halkının da enerji üretiminin sonuçlarından yararlanacak olmasını gözetmek bence önemli. Artvin'de, Kemah'ta ya da Tokat'ta yapılması planlanan santrallerin hiçbirinin, bölge halkının bu üretimden nasıl yararlanacığına dair bir öneri ya da düzenlemesi bulunmuyor. Bölge halkını dikkate alan bir yaklaşımın olmadığı çok açık.

Demin de belirttiğim gibi, asıl mağduriyet suyun kullanım haklarının özelleştirilmesi aşamasında yaşanacak. Akan suları bölüm bölüm özelleştirecekler ve tarımsal sulamada kullanılacak olan suyu şirketler alacak. Sözde, o suyun kullanımına ilişkin hizmetleri de çiftçiler şirketten alacaklar. Böyle bir özelleştirme adımı, çok büyük çatışmaları, belki de can kayıplarını beraberinde getirecektir.

soL: Kullanım sularının özelleştirilmesi, sonuçları açısından kaygı verici. Ancak, ilk anda akılda uyanan olumsuz etkilerin ötesinde neler olabilir sizce?

T. Ö. : Şöyle bir örnek açıklayıcı olacaktır sanırım çocukluğum Marmara Bölgesi'nde küçük bir kasabada geçti. "Reji" denilen bir yer vardı. O arsada top oynanırdı. Tütün üretimi başladığı zaman Osmanlı'da, bir Fransız şirketine vermişler tütün üretim haklarını. Ve şirketin bir muhafız ordusu varmış, kaçak tütün eken olursa halktan, ürüne el koyup, tarlaları yakarlarmış. Net bir rakam verilemese de, pek çok insan da o muhafızlar tarafından yaralanmış ya da öldürülmüş.

Şimdi, buna benzer örnekleri aslında Güney Amerika'nın belli bölgelerinde de görüyoruz. Suyun kullanım hakları ve dağıtımı özelleştirildiğinde, tarlasına kuyu açan köylü suç işlemiş sayılabiliyor, hukuki açıdan. Sulama suyunun bu tip bir özelleştirmeye konu olması durumunda, su sunum hizmeti almaya parası, gücü olmayanlar, çaresizliğe terk edilmiş olur. Demin sözünü ettiğim gibi zor kullanımları da yaygınlaşacaktır.

soL: Hem sudan enerji eldesi hem de suyun kullanım ve sunum hizmetlerinin özelleştirilmesi, aynı zamanda yabancı sermayenin de söz hakkı elde etmesi demek. Ülkemizin dışa bağımlılığı açısından nasıl yorumlanabilir suyun özelleştirilmesi?

T. Ö. : Dünyanın neresinde suyun özelleştirilmesiyle ilgili bir uygulama varsa, orada, yakın zamana kadar üç büyük şirketin adı geçiyordu. İkisi Fransız, biri Belçikalı. Son zamanlarda bir de Amerikan şirketi katıldı aralarına. Bu şirketler, ya doğrudan ya da yerel ortaklıklar aracılığıyla çok büyük paylar alıyorlar bu paylaşımdan. Türkiye'de de bu tip gelişmelerin gündeme geleceğinden şüpheniz olmasın.

soL: Avrupa ülkelerindeki uygulamalara baktığımızda, Fransa'nın suyun dağıtım hizmetlerinin özelleştirilmesi açısından başı çektiğini görüyoruz. Ancak, bir dizi olumsuz sonuç nedeniyle son zamanlarda yeniden kamulaştırmaya yöneldiler. Biz tersine, hızlıca özelleştiriyoruz.

T. Ö. : Bunun örnekleri aslında dünyada pek çok yerde var. Dediğiniz gibi Fransa'da, özellikle İtalya'da. Halkın örgütlenmesiyle oluşan kooperatifler el koyuyor suya. Güney Amerika'da, Afrika'nın belli bölgelerinde. Çok tipik örnekler bunlar. Çünkü uzun dönemde sürdürülebilirliği olan bir özelleştirme modeli, uygulanması mümkün değil, özellikle su söz konusu olduğunda. Değişik biçimlerde, özellikle de direnişler karşısında başarısız olmuş bu girişimler ve terk edilmiş. Buna karşı su yönetiminde yeni yöntemler öneriliyor. Yerel halkın kullanım haklarının ve kazanımlarının gözetildiği, katılımlarının sağlandığı kooperatif benzeri yapılanmalar. Bolivya'da, Venezuela'da, Arjantin'in belli bölgelerinde geçerli bu söylediklerim.

Bizde Antalya'da bir süre denenmişti suyun özelleştirilmesi. Ancak, şirket ikinci zam döneminde su fiyatlarını yüzde 134 artırmaya kalkınca, belediye kabul etmemek durumunda kalmış diyebiliriz. Tahkime gidilmiş, dava sonucunda da özelleştirmeden vazgeçilmiş. Su, kapitalizme kâr konusu olmak için uygun bir alan olarak görünmüyor. Çünkü sonuçları o denli vahim oluyor ki, özelleştirme yaklaşımının arkasında uzun süre durmak mümkün olamıyor.

soL: Ankara Belediyesi'nin Kızılırmak, İstanbul Belediyesi'nin Melen Çayı projelerini nasıl değerlendirirsiniz?

T. Ö. : Kentler büyüdükçe, özellikle iyi planlanmadıklarında, artan su gereksinmesinin nasıl karşılanacağı önem kazanıyor. Bunu karşılamak için değişik yollar aranması kaçınılmaz. Bu anlaşılabilir bir sorun ve arayıştır. Ancak, çözümün bir rant alanı, rant fırsatı olarak görülmesi kabul edilemez.

Büyük kentler, çevre bölgelerin su kaynaklarını deyim yerindeyse sömürmekteler. Bu, havzalar arasında su taşıma tercihi, kentleri sürekli büyümeye teşvik eden bir uygulamadır aynı zamanda. Suyun bol olduğu bir İstanbul'da nüfus artışını engelleyemezsiniz. Şimdi, İstanbul'a Melen suyundan içme suyu getiren Japon projesi, İstanbul'un 2020'de 40 milyona çıkacağı hesabı üzerine kurulu.

Geçenlerde yapılan bir sempozyumda, kişi başına kullanılan su miktarlarını ölçen bir çalışmadan söz edildi. Kişi başı su tüketimi 80 litre. Ama Melen Projesi henüz tasarım aşamasındayken, kişi başına 250-300 litre su tüketildiği "varsayıldı". Bu sonuçta Melen Projesi gerekli görülsün, inşa edilsin diye hazırlanan bir tuzaktır. Çok büyük kazançlar sağladı buradan, pek çok özel şirket. Bir Japon firması kredi sağladı. Onlar için bir ticaret alanı. Müteahhit firmalar açısından, hattın geçeceği yerlerdeki inşaat faaliyetlerini yapanlar, boru satanlar, döşeyenler açısından, büyük bir rant kaynağı oluşturulmuş oldu. Aslında en önemli ve nereden bakıldığını en iyi gösteren nokta sonunda "arıtma tesisi" yapmayı "unuttuklarını" fark ettiler. Projede bu temel nokta "unutulmuş".

soL: Bu da ayrı bir rant alanı olacak kuşkusuz.

T.Ö. : İlginçtir, Dünya Bankası ile Dünya Yaban Yaşam Vakfı bir rapor yayınladılar 2004 yılında. Dünya'nın 105 kentinde su yönetimi nasıl yapılacak diye. 6 kenti de ayrıntılı incelemişler. Bu ayrıntılı incelemeye tabi tutulan kentlerden biri de İstanbul. İstanbul'da tüm doğal su havzaları ve ormanlar zarar gördüğünden, su ancak, atık suyun kimyasal ve biyolojik anlamda arıtılmasıyla sağlanabilirken, New York çevresindeki ormanlar korunuyor ve 1.5 milyar dolara arıtma gerektirmeyen su sağlanabiliyor. İstanbul için gerektiği öngörülen arıtmalı sistem 6-7 milyar dolar.

Havzaların iyi planlanmasıyla İstanbul'da da çok daha düşük maliyete çözülebilir su sorunu. İstanbul şu an kullandığı suyu sağlayacağı havzalara zarar vererek, daha uzaktan, daha pahalı ve kötü su getiriyor. Metrekübü 1,5 dolara Karadeniz suyunu kullanılabilir kılmak mümkünken, biz metrekübüne en az 4 dolar vererek çok daha düşük kalitede bir su kullanıyoruz.

Ankara'daki Kızılırmak Projesine gelirsek... Önce bir bunalım yaratıldı. Sonra basın aracılığıyla iyice büyütüldü. Arkasından da akıldışı projelerle çözüm üretmeye "çalışıyorsunuz", durum özetle budur. Ankara'da DSİ'nin başka su sağlama projeleri varken, muhtemelen Ankara Belediyesi kendisi yönlendiremeyeceği için bu projeleri uygulamaktan kaçınmış ve Kızılırmak'tan su sağlamayı tercih etmiştir. Çünkü tüm inşaat ve müteahhitlik hizmetleri Ankara Belediyesi tarafından belirlenmiştir Kızılırmak Projesi'nin.

Kızılırmak konusunda önemli nokta, suyun barındırdığı kimyasal yüktür. Çünkü biyolojik kirlenmeyi kolaylıkla ortadan kaldırmak mümkün. Oysa kimyasal kirlenme, özellikle ağır metaller, tarımsal ilaçlar söz konusu olduğunda çok daha vahim sonuçlar doğurur. Bu tür maddelerin sudaki varlığı kolaylıkla sıradan analizlerle ölçülemez. Bu ölçümlerin sürekli yapılıyor olması gerekir. Kızılırmak, hem tarımsal bölgelerden hem de otoyol çevresinden geçen bir akarsu. Bu nedenle kimyasallar açısından çok önemli riskler barındırıyor.

Arıtma için belirtilen "iyon değiştirme" gibi yöntemler, sadece suyun sertliğini değiştirmeye yöneliktir. İçinde barındırdığı kanser yapma etkisi yüksek kimyasal atıkları ne yazık ki ortadan kaldırmaz.

soL: Türkiye'nin neredeyse bir "barajlar ülkesi" olması, su yönetimi açısından nasıl değerlendirilebilir?

T. Ö. : Barajları bir proje tuzağı olarak nitelemek gerek. Bir barajın yapılması, özellikle yanlış projelendirilmişse, bir termik santral kadar sera gazı salabiliyor. Ayrıca, hiçbir zaman, iddia edildikleri kadar verimli değiller. Genellikle fizibiliteleri abartılarak yapılan projeler. Atatürk Barajı örneğin yüzde 40 kapasiteyle çalışır. Çünkü diğer bölgelerdeki santrallerin kesintisiz çalışmaları gereklidir.

Bunun ötesinde, ülkemizde bir hayli geriye çekilen sıtma gibi hastalıkların, özellikle baraj bölgelerinde yeniden sıklıkla karşımıza çıktığını görüyoruz.
Ayrıca önemli miktarda tarım arazisi ve yaşam alanı sular altında kalıyor. Peki, bu neden tercih ediliyor olabilir? Çünkü müteahhitlik açısından çok önemli bir rant alanı. Bu nedenle özellikle tercih ediliyor. Oysa, gerek ekolojik ortama gerekse toplumsal yapıya etkileri hemen hemen hiç tartışılmıyor.