Siyasal İslam hep ABD’nin aracı oldu

Bangladeşli aktivist Şehriyar Kebir, ABD’nin İslamı sosyalizme karşı kullanmak için İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana manipüle ettiğini savunuyor. Kebir’e göre, 2000’lerin başından beri daha sık kullanılan “ılımlı” İslam ya da İslamcı “terörist” ayrımları yapay.

Gamze Erbil-
Hakkı Başgüney/soL
Bangladeşli konuğumuz yazar, gazeteci ve sinemacı Şehriyar Kebir Türkiye’den önce Mısır’da bulundu. Sıcak günleri, belgesel çalışması için görüntülemek üzere Türkiye’ye gelen Kebir, Bangladeş, Pakistan gibi ülkelerde İslamcı saldırganlığın nasıl yükseldiği üzerine çalışmalar yapmış.

Bu sıralarda Bangladeş tarihindeki katliamlarla ilgili yargılama süreçlerinde de etkin rol üstlenen Şehriyar Kebir, Laik Bangladeş ve 1971 Savaş Suçluları Mahkemesi Forumu’nun başkanlığını yürütüyor. Kebir, “Siyasal İslam”ın ortaya çıkışını İkinci Dünya Savaşı ertesine kadar götürüyor ve asıl ortaya çıkış nedeninin Sovyetler Birliği ve Sosyalist sistemin oluşturduğu tehdit olduğunu söylüyor.

Buna göre, 2000’li yıllarda “tehdit” ilan edilen “İslamcı terör” ve işbirliği yapılan “ılımlı İslam”, her ikisi de Sosyalist sistemin emperyalizm için oluşturduğu tehdide karşı halkların inançlarını istismar ederek, onları sosyalizm düşmanı ayrı bir güç olarak organize etti. O yüzden Kebir, ABD’nin “ılımlıları” demokrat ya da “aşırıları” düşman ilan etmesinin bir değeri olmadığını savunuyor.

‘Mevdudi’nin Cihatçı İslam yorumuna ısınamadık’
Bangladeş’teki siyasi yaşama nasıl dahil oldunuz? Bize ülkenizin tarihinden kısaca bahseder misiniz?
Üniversitede öğrenciyken, Bangladeş Komünist Partisi’nin öğrenci örgütü olan Öğrenci Sendikası’na üye oldum. Bu benim siyasete girişimin başlangıcı oldu. Sadece ben de değil. Kuzenlerim ve kardeşlerim de komünist grupların içindeydi. Yani bu bir tür aile işiydi. Ve 1971’de Kurtuluş Savaşı başladığında, halen Dakka Üniversitesi’nde Bengal Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenciydim ve kardeşlerimle birlikte Kurtuluş Savaşı’na katıldım. Saygın bir insan olmayı hayal ediyordum ama kurtuluş savaşına katılmak zorundaydım, başka seçeneğim yoktu.

Pakistan İslami temellere dayalı bir ülke olarak kuruldu. Kurucusu (Muhammed Ali) Cinnah’tı. Biz Hindistan’da iktidardaki İngiliz sömürgesine karşı savaşırken, Cinnah birden ortaya çıktı ve Müslümanların ayrı bir ulus olduğunu, Müslümanların, Hindular gibi başka milletlerle birlikte yaşayamayacağını, ayrı bir memleketleri olması gerektiğini söyledi. Böylece 1940’ta ilk kez Pakistan fikri ortaya çıktı. Cinnah önceleri laikti. Hindistan Ulusal Kongresi Partisi’ne üyeydi. Ancak daha sonra İslamcı Müslüman Birliği Partisi’ne katıldı ve Pakistan’ı kurdu. İngilizlerin sömürgeci iktidarı da onun bu görüşünü destekliyordu. Çünkü sömürgecilerin politikası “böl ve yönet”ti.

İngilizler geldiğinde, insanları din temelinde sınıflandırmaya başladı. İşte bu politika Müslümanların ayrı bir ülke, yani İslami bir ülke ihtiyacı duymasına yol açtı. Ve İngilizler bunu memnuniyetle karşıladı. Pakistan doğuşu bu şekilde oldu...

Pakistan’ın kurulmasından sonra Müslüman çoğunluğun büyük bir kısmı Batı Pakistan’da kaldı. Doğu Pakistan ise Bangladeş’ti. Bağımsızlığın kazanılmasının hemen ardından Pakistan’daki yöneticilerin bize sömürge gibi davranmaya başladığını hissettik. Onlar Urduca konuşuyordu, kültürleri bizden oldukça farklıydı. Doğu ve Batı Pakistan arasında bin 900 kilometreden fazla uzaklık vardı. Batı Pakistan’daki yöneticiler Bengallere sömürge muamelesi yapmaya başladı. Ekonomik açıdan, kültürel açıdan baskılar kurmaya başladılar. Ve demokratik haklar için hareket başladığında Pakistan’daki iktidar, Bengallerle Pakistan ve İslam adına savaştı. Hinduları dışladılar. Bu yaygın bir düşünüştü. Ve Cemaat-i İslami de onların safında yer aldı.

Cemaat-i İslami, ilk olarak Hindistan’da 1949’da kuruldu. Müslüman Kardeşler Hasan el Benna tarafından Mısır’da 1928’de kurulmuştu. Cemaat-i İslami’nin kurucusu, Mevlana Mevdudi, Hasan El Benna’dan çok etkilenmişti. Her iki partinin de düşüncesi, hedefi aynıydı: Siyasal İslam. Siyasi ve dini görüşlerinle bir İslam devleti kurmak için iktidarı ele geçirmek, tabii kendi yorumladığın İslamla. Onların İslamı yorumlaması, bizim yorumlamamızdan oldukça farklı. Onların anlayışına göre, sen herhangi bir kişiyi İslam adına öldürebilirsin, başka dinden olanları, inanmayanları öldürebilirsin. Bunu cihat adına yaparlar, ancak Kuran’a baktığınızda bu tür bir cihat anlayışı yoktur. Cihadın anlamı Kuran’da tamamen farklıdır. Ama Müslüman Kardeşler ve Cemaat-i İslami cihadı Kuran’dan çok daha farklı tanımladılar. Pakistan’daki, Hindistan’daki ve Bangladeş’teki çoğu Müslümanların Cemaat-i İslami’yi Müslüman bile saymaz. Çünkü onlar İslama da zarar veriyor. İslam barış demektir, tevazu demektir. Dolayısıyla biz onların İslam yorumunu beğenmedik.

Önce 1970’te genel seçimler vardı. Bengallerin Avam Partisi, Pakistan’ın en büyük partisiydi. Çünkü Bengaller, en kalabalık nüfusa sahipti. Nüfusun yüzde 56’sı Bengaldi. Bengallerin partisi seçimden birinci çıkınca Pakistan’daki yöneticiler iktidardan vazgeçmek istemedi. Ve savaş başladı. Ordu, bir anda, Mart 1971’de halka saldırdı.

Bangladeş’in kurucusu Mucibur-Rahman, Mustafa Kemal Atatürk’e de çok benzer. Bangladeş resmi olarak Türkiye’den sonra ikinci Müslüman laik devlet oldu. Kemal Atatürk din temelli bütün örgütleri yasaklamıştı. Biz de 1972’de aynısını yaptık.

Bangladeş’te 1972’de tarikatların yasaklanmasının baskıladığı bir toplumsal İslam dinamiği var mıydı, sonradan Cemaat-i İslami’nin iktidara gelmesinin bir toplumsal zemini olarak görülebilecek?
Biz Bangladeş’te siyasal İslamın yükselişini orduyla görüyoruz. Pakistan’da ve Bangladeş’te gözlemlediğim iki duygu, çünkü bu ikisi Cemaat-i İslami’nin yuvası, Müslümanların bağlantı noktası. Onlar hep sistem partisi oldu. Cemaat-i İslam her şeye bu temelde tepki gösteriyor, insanların görüşlerini görmezden geliyorlar, hükümetin konumunu görmezden geliyorlar. Sadece “biz Cemaat-i İslami’yiz” diyorlar, bu hiç adil değil, kabul edilemez...
Bu bir tür İslam Kardeşliği. Buna göre, tüm Müslümanlar, siyasal İslamcıdır, İslamın Vahabilik yorumunu izlerler. Bu oldukça katı bir yorumlama. Vahabi İslam her türlü hoşgörüyü reddeder. Demokrasiyi reddeder. Faşist bir felsefeyi teşvik eder. Eğer Mevlana Mevdudi’nin yazdıklarını okursanız, demokrasinin felsefede kategorik olarak farklı bir yerde olduğunu düşündüğünü yazar. Demokrasiyi kafir bir fikir olarak görür. Demokrasinin aksine, faşizmi ve nazizmi savunur. Cemaat-i İslami kurulduğunda Avrupa’da Nazizm vardı. Buna göre sen İslam adına, iktidarı ele almak adına, cihat için savaşmak zorundasın ve herkesi öldürebilirsin. Mevdudi’nin yolu budur, Hasan el Benna’nın yolu budur. Siyasal İslam budur.

11 Eylül’den bu yana İslamcıların bir kısmı “terörist” olarak düşman ilan edilirken, bir kısmı ise “ılımlı” olarak müttefiki oldu ABD’nin. Buradaki sınır nasıl belirleniyor?
Ben hiçbir zaman Amerika’nın İslamcıları ortadan kaldırdığını düşünmedim. Çünkü siyasal İslamın kurucusu ABD’dir. Siyasal İslam kavramını onlar inşa etti, 11 Eylül’den sonra ya da Afgan savaşı sırasında da değil, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından.

Sovyetler Birliği’ne karşı savaşmak için, sosyalizme karşı savaşmak için, bir güce ihtiyaçları vardı. Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde, bu güç İslamcılar oldu. İslamcı gruplara, “bunlar sosyalist, komünist, ateist” dediler. “Dine karşılar. Bize katılın, sizi desteklemeye hazırız. Onlara karşı savaşın.” Sovyetler Birliği’nde, özellikle Orta Asya’da, Müslümanların çoğunlukta olduğu çok fazla bölge vardı.

Pakistan kurulduğunda, onun, bu hedefleri için, Pakistan Güney Asya’da, Ortadoğu’da ve diğer Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerdeki amaçlarını gizlemek için mükemmel bir ülke olduğunun farkına vardılar. Çünkü Pakistan, dünyadaki ikinci büyük Müslüman ülkeydi.

ABD Pakistan’daki iktidarla anlaştı. Pakistan bölgedeki bir CIA merkezi haline geldi. Güney Asya ülkelerinde ve diğer Müslüman ülkelerde egemenliklerini kurmak için Pakistan’ı kullandılar. Yani siyasal İslam, Vahabizm her zaman ABD tarafından teşvik edildi.


Geçen ay Mısır’da olduğunuzu söylemiştiniz, oradaki durumdan bahseder misiniz?
Gittiğimde Mısır’daki laik siyasi partilerle görüştüm. Oradaki önde gelen laik liderlerden biri bana Nasır döneminden bahsetti. Nasır iktidara geldiğinde milliyetçiydi ama tüm diğer siyasi partileri yasakladı, Müslüman Kardeşleri de, Komünist Parti’yi de. Ve onlar hapisteyken, Müslüman Kardeşler’in liderlerinin hapiste her türlü fırsattan yararlandığını, onlara bir tür VIP gibi davranıldığını gördüler. Komünistler ve sosyalistler ise aksine oldukça kötü muamele görüyordu.

Sonra o kendisinin hapiste, Seyyid Kutup ile, yani Müslüman Kardeşler’in Hasan El Benna’dan sonra ikinci önemli ismiyle birlikte kaldığından bahsetti. Ve bana Amerika’nın Seyyid Kutup’u her zaman, 1950’lerde, 60’larda desteklediğini söyledi. Bana ayrıca CIA’nin o günlerde, 1950’lerde Seyyid Kutup’u nasıl teşvik ettiğini anlatan Amerikalı bir yazardan da bahsetti. Yani Amerika, her zaman siyasal İslami destekledi.

Örneğin Suudi Arabistan. Suudi Arabistan her zaman ABD’nin Ortadoğu’daki bir numaralı müttefiklerinden biri olmuştur, 11 Eylül’den önce bile. Ve Suudi Arabistan Pan-İslamcı bir ülkenin modern tasarımıdır, Vahabizme dayanır. Onlar kendi görüşlerini kurmak istiyor, Amerika, Suudi Arabistan’ı, Pakistan’ı ve diğer Müslüman ülkeleri, fikirlerini satın almak ve Sovyetler Birliği’ne karşı savaşmak için kullanmak istiyordu.

Bu, Afganistan’da olduğunda, cihat başladı. Onlar, bunun Afganistan’daki Sovyetler Birliği’ne, Sovyet çıkarlarına karşı savaşmak için en büyük ve tek fırsatları olduğunu gördü. Çünkü (Muhammed) Necibullah, sosyalist ve komünist olmasına rağmen, ilerici bir partinin lideri olmasına rağmen, Afganistan’da Taliban’la, dincilerle uzlaşmaya çalışmak gibi hatalar yaptı.

Afganistan’daki hareketle Cemaat-i İslami’nin bağlantısından bahseder misiniz? Bangladeş’teki süreç nasıl gelişti?
Bir filmimde Necibullah’a karşı yapılan cihadın Afganistan’da nasıl devam ettiğini tüm detaylarıyla inceledim. Bangladeş’teki Cemaat-i İslami, Afganistan’da cihat için savaşanlarla binlerce ortak kökene sahip. Onlar Bangladeş’ten girdiler, Pakistan’da eğitildiler ve Afganistan’da cihat için savaştılar.

Ve geri döndüklerinde, diğer gençleri değiştirmeye başladılar. Gençlere silah eğitimi, ideolojik eğitim sağladılar. Tüm bunlar devam etti. Ve 11 Eylül’den hemen sonra, Bangladeş’te seçimler düzenlendi. Bu seçimlerde Cemaat-i İslami büyük destek kazandı, en çok oy alan milliyetçi sağcı parti oldu. Mecliste çoğunluğu kazandılar.

Ve İslam adına, masum insanları ayrım gözetmeksizin öldürmeye başladılar. Filmlerimde Cemaat-i İslami’nin 2001’den sonra neler yaptığına ayrıntısıyla değindim. Her şey 2001’de başladı. Sadece Hinduları ve Hıristiyanları hedef almadılar, ayrıca benim gibi laik aydınlar da hedeflerindeydi. Seçimlerden hemen bir ay sonra, 2001’de hapse girdim. 


ABD bir yandan demokratikleşmeden bahsederken bir dizi ülkede İslamcıların bu şekilde iktidara gelmesine ya da iktidara geldikten sonra baskıcı yönetimlere dönüşmesine ses çıkarmadı...

20-30 yıl geriye gittiğimizde, çok sayıda Müslüman ülkede laik bir hükümet olduğunu görüyoruz. Endonezya’da, Mısır’da, Türkiye’de, Bangladeş’te, Malezya’da. Hepimiz laik demokrasiye sahiptik. Ama fanatikleri, İslamcıları destekleyen Amerikalılardı. Sonunda İslamcılar güçlü bir hale geldi ve seçimleri kazanmayı başardı.

Müslüman Kardeşler elbette seçimleri kazanmıştı fakat Müslüman Kardeşleri, kim yarattı? Müslüman Kardeşler’in vaftiz babası kim? Sadece Hasan al Benna değil. Sadece Suudi Kralı değil. Eğer bunlar vaftiz babasıysa, CIA vaftiz annesidir.

Bir de AKP’ye bakın. Ne yapıyorlar? Ülkenizi gericileştiriyorlar, diğer ülkelerdeki dinci-gericilere destek veriyorlar. Başbakanınız geçen günlerde Mursi’nin onların cumhurbaşkanı olduğunu söyledi. İdeolojik olarak doğru. Müslüman Kardeşler’in siyaseti onlarınkiyle paralel. Siyasal İslam düşüncesini 1928’de ilk Müslüman Kardeşler yarattı, Mustafa Kemal Türkiye’de bir devrimle laikliği yerleştirirken. Bu sırada Müslüman Kardeşler, Mısır’da Hasan el Benna tarafından kuruluyordu.

Benim görüşüm şu: Amerika, Müslümanların yoğunluklu olduğu ülkelerde laik demokrasi istemiyor. İslamcı hükümetler istiyor. Çünkü bu hükümetler doğaları gereği zayıflar ve Amerika’yla hareket etme eğilimleri gösteriyorlar. Bu yüzden her yerde laik yapıları yok etmeye çalışıyorlar. Esad bir diktatör, bir tiran olabilir ama bırakın Suriye halkı nasıl yönetilmek istediğine karar versin.

Abdullah Gül’e Bangladeş’te kınama
Bangladeş’teki hareketi biraz anlatabilir misiniz? Ne tür sloganlar ön plana çıktı?
Cemaat-i İslami liderlerinin yargılandığı dava devam ederken, buna örgütün, Türkiye de dahil, tüm dünyadaki dostları karşı çıkı. Sizin Cumhurbaşkanınız da “Bu İslami liderleri yargılayamazsınız” dedi. Hükümetimiz buna karşı çıktı ve biz de bu davranışı kınadık. “Bu bizim meselemiz” dedik. Biz kendi suçlularımızı kendi kurallarımıza göre kendi mahkememizde yargılıyoruz. Bu bizim kendi egemenliğimizdir. Biz sizin mahkeme işlerinize karışmıyoruz. Niye bu kadar gazeteciyi tutukladınız bunlara karışmıyoruz. Uluslararası Gazeteciler Derneği bunla ilgileniyor, devletimiz değil.

Sizin hükümetiniz, egemenlik, başkalarına anlayış gibi uluslararası kuralları çiğnedi. Her ülkede mahkemeler özgür olmalıdır. Buna saygı duyulmalıdır.

Bu mahkeme başladığında bir suçluya, soykırımla suçlanmakta olan bir suçluya, mahkeme idam cezası veremedi. Bunun sebebi olarak Cemaat-i İslami’nin baskısını gösterebiliriz. Bu baskılar sonucunda gerekli ceza verilemedi. Bunun üzerine insanlar Şabagat’ta toplanmaya başladılar. Bu grup bir siyasi partiye üye değildi. Facebook üzerinden örgütlenmişlerdi. Ve bu mahkemelerin kararlarını protesto etmekteydi. Cemaat-i İslami yöneticilerinin asılmasını istediler. Bu Cemaat-i İslami’ye karşı bir hareketti. İlk gün 200-300 kişiydiler. Ama günler geçtikçe, binler yanlarında toplandı.

İnsanlar aileleriyle geliyorlar. Hükümete karşı olmadığı için Valilik eylemlere altyapı sağladı. Bu özelliğiyle, Bangladeş’teki eylemler Taksim’den ayrılıyor. Bütün sosyalist, komünist, aydınlanmacı gençlik hareketleri, bu kalkışmanın öncülüğünü yapıyor.