Bahar Kimyongür'den 'Suriye'ye farklı bir bakış'

Yazar Bahar Kimyongür'ün 15 Kasım'da yayınlanan makalesi, Suriye konusundaki medya çarpıtmalarına dair önemli veriler sunmakta. Ayrıca, Kimyongür, Suriye muhalefetinin mezhepçi tutumunu da açıklıkla göstermektedir.

http://www.michelcollon.info/Un-autre-regard-sur-la-Syrie.html?lang=fr

Egemen basının insanüstü çabası sayesinde, Batılı kamuoyu Suriye “devrim”inin, aslında Suriye’yle uzaktan yakından ilgisi olmayan “takdimi güzel” çehrelerine alıştı. Bassma Kodmani, Bourhane Ghalioun, Abdelbasset Sayda ya da hatta Georges Sabra, bizim kançılaryalarımızın bostan korkulukları (ç.n.: “Homme de paille” esasen korkuluk anlamındadır, ancak bir deyim olarak “hasmının konumunu iradi olarak çarpıtarak uslamlama yapan kimse” anlamına gelmektedir.), isyanın hakiki protagonistlerini (ç.n.: Yunanca “prot”: birinci, “agonist”: yarışçı. Oyunun başkişisi, kahramanı anlamında.) gizlemeye hizmet ettiler, ilahi misyonuna düşman olan Suriyelilerin katledilmeleri çağrısını yapmasıyla tanınmış olan Adnane Arour gibi. Gerçekte, Arour’un tarafında, sekter terörizmi ve soykırım vaazlarını destekleyen, ülkenin içinde ya da dışında faaliyet göstermekte olan bir sürü vardır.

Başlangıçta, Suriyeli halk hareketi, meşru bir program savunmaktaydı: hidrokarbür fiyatlarının düşürülmesi, rüşvete ve yolsuzluğa son, temel besin maddelerinin finansmanının devlet tarafından karşılanması, ifade özgürlüğü, olağanüstü halin kaldırılması, tüm siyasi mahkumlara özgürlük, işkenceye son.

Bizim için, ilerici militanlar için, Suriye toplumunun, yavaş yavaş kendi has eşitlikçi ülkülerine “sosyal piyasa ekonomisi” adına ihanet eden (bkz. 2005’teki 10. Baas partisi kongresi) bir özgürlük katili devlet tarafından ellerinden alınmış olan hakları barışçıl bir biçimde talep etmek için sokağa inmeleri, nasıl bir mutluluk kaynağıydı.

Nasıl da haksızlığa karşı öfke duyduk, biz demokrat militanlar, düzen güçleri tarafından işkence edilmiş ve makineli tüfekle taranmış göstericileri görünce, bilhassa Deraa’da.

Nasıl da şaşırdık, yoktan var olan ve nereye gittiği bilinmeyen bir silahlı ayaklanmanın hızla yürütüldüğünü görünce, biz tehlikeye aymış militanlar.

Bu radikalleşme, o denli talihsizce gerçekleşmişti ki, rejimin kabile reislerini ve “kraldan çok kralcı” diğer küçük şefleri izole etmek için devlet başkanının otoritesine dayanmasından ötürü göreli olarak etkili olan bir reformcu dinamiğin hizmeti altına girmişti.

Sokağın sesini dinleyerek, Suriye devlet başkanı, AFP’nin 20 Mart 2011 tarihli bu resmi açıklamasının doğruladığı gibi (http://www.lexpress.fr/actualites/1/actualite/syrie-sanglant), baskının sorumlularının peşlerinin bırakılmayacağı, mahkemeye çıkarılacakları sözünü verdi, ki Deraa’nın Humus’un yöneticilerini, Faysal Kaltoum’u ve Iyad Ghazal’ı görevden uzaklaştırdı.
Fakat tam da bu sırada, pek çok kentte gösterici, polis ve asker ölümleri yaşandı, bu kentlerin arasında Deraa, denetlenemez bir şiddet döngüsüyle, kaygı uyandırıyordu.

Açıkça görülebilir bir biçimde, provokatörler polise ateş etmek için, kitlesellikten yararlanıyorlardı.

Tam olarak bu anda, batının kameraları sesi ve görüntüyü kestiler, bize, beceriksizce aşikar addedilen ve Soğuk Savaş’ın en kötü dönemlerine yaraşırca bir “hikaye anlatma (storytelling)” servis etmek için.

Londra merkezli Al Quds Al Arabi gazetesinin 24 Mart 2011 tarihli sayısında, biri muhalefetin, öteki hükümetin olmak üzere, iki farklı anlatım sunuldu:

“Görgü tanıkları, düzen güçlerinin 23 Mart’ta, muhaliflerin komuta merkezi olan bir camiye saldırıda bulunduğunu ve en az onbeş kişinin ölümüne sebebiyet verdiğini aktarıyorlar. Ama rejim olayların başka bir biçimde gerçekleştiğini ileri sürüyor, bu cami içine cephane yerleştirmiş olan bir silahlı çeteyi bir ambülansa ve polis memurlarına ateş açmakla suçluyor.”

AFP, aynı şekilde aktarıyor, muhaliflerin anlatımını es geçerek:

“Yetkililer çatışmayı bir “silahlı çete”ye isnat ettiler, bu çeteyi dört kişiyi öldürmüş olmakla ve Deraa’daki al-Omari camiinin içine mühimmat depolamakla suçlayarak.”

Batıda, hiç kimse “rejimin propagandası”na tenezzül etmedi. Dolayısıyla şu görüntüler sansürlendi:

http://sana.sy/fra/51/2011/04/08/340769.htm
http://sana.sy/fra/51/2011/04/24/343186.htm
http://sana.sy/tur/236/2011/04/13/341257.htm

“Suriye baharı”nın patlak vermesinden henüz üç hafta kadar sonra, 8 Nisan 2011’de, Ouest-France gazetesi erdemlilik taslayarak şunu sorgulamaktaydı: “Deraa’da rejim güçlerinden 19 ölü ve 75 yaralı”.

Korkunç savaşın asker kurbanlarının kalbine saplanmış olan bu küçük sorgulama noktası, bizim yazı kurullarımızın ruh halini açığa vuruyordu: onlara göre, Suriye bir polis devletiydi, devletin yayın organları zorunlu olarak yalan söylemekteydi.

10 Nisan 2011, Deraa kargaşasının başlayışından henüz üç hafta kadar sonra, Baniyas’ta Lazkiye’yi Tartous’a bağlayan otoyolda bir askeri konvoya pusu kuruldu.

Hükümet yanlısı Addounya kanalında iki gün sonra görüntüleri yayınlanan bu saldırıda, dört askerin öldürüldüğünü ve kırk beşinin yaralandığını öğreniyoruz.

Batılı yayın organları bu katliamı, göstericilere ateş etmeyi reddetmiş olan askerlerin infazı kisvesi altında sundular (bkz. Sharmine Narwani, Questioning the Syria “Casualty List”, Al Akhbar, 28 Şubat 2012)

Resmi Suriye basınından ve bağımsız olarak kayıt yapan birtakım kişilerden öte, hiç kimse, Batı’ya göre, basitçe, var olmayan bu yönetime sadık kalan insanların cenazelerinin görüntülerini bize göstermedi.

Soruşturmayı yürüten Suriyeliler, pek kısa zamanda, vaktiyle askeri savcılık ve devlet başkanı yardımcılığı makamlarında bulunmuş olan Abdelhalim Khaddam’ın bu saldırıdaki parmağını buldular.

Baniyas’ın yirmi beş kilometre yakınında bulunan bir kıyı kenti olan Jableh doğumlu Khaddam 2005’te, Lübnanlı başbakan Rafiq Hariri tarafından cömertçe armağan edilen Parizyen sarayına yerleşmek için partisini bırakmıştı.

Bu silahlı saldırı Khaddam’ın Suriye sahnesine, açıkça sekter olan bir “devrim”in destekçisi kılığında ani ve şiddetli dönüşünün göstergesiydi.

Burada söz konusu olanın Suriye rejiminin zehirlenişi olduğunu düşünülebilir.

Oysaki, rejim karşıtı İtalyan gazetesi Repubblica için Alix Van Buren tarafından 12 Nisan 2011’de gerçekleştirilen bir mülakatta yaman rejim karşıtı muhalif Haytham Al Maleh, Khaddam’ın yoluna (ve böylelikle, Bachar’ın amcası, savaş suçlusu, epey zamandır yoldan çıkmış olan ve Körfez ülkelerinin müttefiki olan muhalif Rifat Al Assad’ın yoluna) işaret ediyordu: http://www.repubblica.it/esteri/2011/04/12/news/dissidente_siriano-14823...

Nefret duacıları ve Khaddam’a yakın olduklarından şüphelenilen ve hareketin içine sızan kimseler, Suriyeli demokratik hareketi toparlayıp ondan istifade etmeye çabaladılar, batılı yayın organları yek vücut olarak iktidar tarafının manipülasyonlarına karşı yaygara koparttılar. İktidarı kendi çıkarı uyarınca “azınlıkları araçsallaştırmak” için mezhep çekişmesinin tohumlarını ekmekle suçladılar.

Aslında, “Arap baharı”nın henüz onuncu gününde, 25 Mart 2011’de, Khaddam’ın memleketi olan Jableh’teki Ebu Bekir As-Siddiq camiinin önünde toplanan kalabalık, şöyle bağırmaktaydı: “Şiilere hayır. Ne İran, ne Hizbullah.”

Silahlı gruplar camileri komuta merkezi ve silah deposu olarak kullanmaya dair düzenbazca fikre sahiptiler ve böylelikle ayaklanma karşıtı mücadeleyi daha dayanıksız kılmaktaydılar.

Selefi şeyh tarafından geçtiğimiz yaz Halep’te bir camiide ateşlenen kalaşnikof, dini alanın askerileşmesi görüngüsünü gayet güzel resmediyor.

Yavaş yavaş, meşru taleplerine gölge düşüren, tarihin lağımından çıkmış farklı sloganlar cuma gösterilerinde yükseliyor: “Aleviler tabuta, hıristiyanlar Beyrut’a”, “Barışçılız, barışçılız, Alevilerin kökünü kurutana dek”, “Kahrolsun demokrasi, şeriat istiyoruz”.

Her gün, islamcı hareketin ve Şii ve Alevi “heretiklik”lerin yolunu benimseyen yeni silahlı gruplar ortaya çıkıyor: Ebu Obayda Cerrah, Muaviye ibn Ebu Süfyan, Yezid ibn Muaviye, Chimr Ibn Jawhan...

Burada, Adnane Arour (ünlü kasap vaizin adı) taburunun, Rastane’da, Mart 2012’de kuruluşunun ilanı.

Niyetleri kesindi: Suriye’deki azınlıkları, bilhassa kafir ve Şii ajanı kabul edilen Alevileri yok ederek ülkeyi sıkıntıdan kurtarmak, “Israil’e reddiye cephesi” olarak da adlandırılan Şam-Tahran-Hizbullah eksenini nihayete erdirmek, Suriye’de bir Sünni emirlik inşa etmek ve şeriat dayatmak.

Kalkışmanın bu sekter rengini anlamak için, 2000’li yıllarda hüküm sürmekte olan siyasi iklimi hatırlatmak bu noktada uygundur.

O dönemde, dükkan vitrinlerinde, evlerin ön cephelerinde, arabaların ön camlarında ve de hatta siyasal ya da kültürel geçit törenlerinde Hizbullah’ın sarı bayrağı, Filistin ve Suriye bayraklarının yanında dalgalanmaktayken, Hizbullah hareketinin genel sekreteri Hasan Nasrallah’ın fotoğrafı Suriye’de her yerde, Beşar Esad’ınkinin yanında yer almak onuruna erişmekteydi.

Ve pekala yerinde nedenlerle: Suriye tarafından destek görerek, Hizbullah, çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu Lübnanlı yurtsever hareket İsrail’e karşı umulmadık iki zafer kazandı 25 Mayıs 2000’de Güney Lübnan’ın siyonist işgalden kurtarılmasına ön ayak oldu, Temmuz 2006’da, “33 gün savaşı”nda İsrail Savunma Ordusu’nu bozguna uğrattı.

Şam güvenlik hücresinin üç yüksek sorumlusunun ölümüyle sonuçlanan suikastın ertesi günü taraftarlarına yaptığı konuşmada, Hasan Nasrallah, Hizbullah’ın zaferlerinde Suriye’nin merkezi rolünü vurguladı.

Lübnan direnişinin İsrail’e karşı bu ikinci zaferi pek çok bakımdan umulmadıktı.

Gerçekten de, Hizbullah’a ve Suriyeli müttefikine karşı intikamı üzerine kafa patlatmakta olan İsrail, 2005’te, Suriye’nin bir aşikar düşmanına, Lübnanlı-Suudi başbakan Rafiq Hariri’ye karşı düzenlenen akıllıca bir saldırı ile, Suriye birliklerinin geri çekilmesini sağladı ve Hizbullah’ı zayıflatmayı başardı. Suriye’nin, “Sedir Devrimi” denilen CIA operasyonu lehinde Lübnan’dan çekilmesi, Tel-Aviv’in müttefiklerine, Riyad’a ve Washington’a, bilhassa gelecek oğul Hariri’nin ve selefi destekçilerine, Suriye tarafından boşaltılmış bölgeyi, özellikle de ülkenin çoğunluğu Sünni olan kuzey tarafını işgal etmesine imkan verdi.

2005’ten bu yana, Saad Hariri ve Suriyeli selefist Naji Kanaan gibi yancıları gizliden gizliye Şam hükümeti ve Hizbullah ile tecessüm eden Suriye-Lübnan anti-siyonist direnişine karşı mezhepsel nitelikle hakiki bir savaş başlattılar.

Hatta Hasan Nasrallah’a suikast girişiminde dahi bulundular. Batıda, hiç kimse, Saad Hariri’nin “bling bling” (ç.n.: gösterişli, şatafatlı) ve çok uslu imajına gölge düşürmemek için bu suikast girişiminden bahsetmiyor.

Birtakım Suriyeli Sünni vaizler Nasrallah’ın ve Esad’ın geliştirdikleri kardeşliğe epey olumsuz baktılar.

Körfez uydu kanallarının Şii karşıtı söylemlerinin nüfuzu altında kalarak, Hizbullah/Şam dayanışmasını yalnızca mezhebi olarak yorumladılar ve bunu Sünni karşıtı bir tehdit gibi gösterip ajitasyon yaptılar.

Fatah Al Islam gibi El Kaide’ye yakın silahlı gruplar, tam da Suriye’nin içinde “Şii ajanlar”a karşı cihatı sürdürmek için para, silah ve cephane yardımı aldılar. Hizbullah karşıtı mücadelelerini Suriye topraklarına da taşımak için bu fırsattan yararlandılar.

Bu demektir ki mezhep kartı Şam’a karşı savaşan mücahitleri silah altına almak için en etkili araç oldu. Gerçekten de Baas rejiminin Şii ajandası yürütmekte olduğu yalanını yaymak Tripoli’nin ya da Akkar’ın, mirasından mahrum kalmış Sünni gençliğini harekete geçirmek için yeterliydi.

Burada söz konusu olanın salt propaganda olmadığını belirtmek gerekiyor çünkü ABD ve İsrail emperyalizmine karşı mücadelesinde maceracılığı ve pragmatizmi karıştıran Baas rejimi hiçbir zaman sekter şart koşmamıştı. Şam Hamas’ı (Sünni) siyasal, iktisadi ve askeri planda destekledi. Nüfuzu çoğunlukla Sünni olan Filistin’in davasını savunmuştu ve savunmaya devam ediyordu. 1999’da Baasçı Suriye Hamas’ın SDF’sine, Amman’dan, Ürdün’ün başkentinden henüz kovulmuş olan Khaled Mechaal’a, hiçbir Arap liderin onu istemediği bir dönemde kapılarını açmıştı.

70’li yıllardan itibaren ve bazen kendi varoluşunu tehlikeye atarak, Şam, Japonya’nın Kızıl Ordu’suna, Türkiye devrimci soluna (THKP-C, Devrimci Sol, DHKP-C) ve de hatta esasen Sünni olan ve işgalci ABD’ye karşı Irak ulusal direnişine pek çok Şii ya da Alevi olmayan silahlı gruba yataklık etti ve onlara silah sağladı.

Bu zorunlu parantezin ardından, esas meseleye geri dönelim, bizim yayın organlarımız tarafından otantik ve kendine özgü bir devrim olarak sunulan şu ünlü “Suriye baharı”na.

Suriye muhalefeti bu savaştan ABD yanlısı Sünni güçler ve dünyanın bağlantısızlar dediği ülkelere (İran, Çin, Venezuela, Küba, vs.) çok mezhepli (çoğunluğu Sünni olan) yurtsever güçler arasındaki bu savaşın nüfuzu altında kalmaması mümkün değildi.

Aşırı sağa doğru dolup taşmış Suriye demokratik muhalefeti nihayetinde Körfez petrol monarşilerinin hesabına çalışan faşist dinciler için iş görür hıyarlık hizmeti vermeyi reddedenler ve hiçbir şeyin Baasçı diktatoryadan daha kötü olamayacağını düşünenler olarak ikiye bölündü.

Birkaç aylık yayın engelinin ardından, birtakım batılı gazeteciler nihayetinde Cihatçı grupların varlığından endişe etmeye başladılar, ama, naiflikten ya da çıkarlarını düşünerek, bu grupları Özgür Suriye Ordusu’ndan (ÖSO) ayrı birimler olarak ve hatta Suriye gizli servislerinin ayaklanmayı değersizleştirmek için yarattığı gruplar olarak tasvir ettiler.

Oysaki, kalkışmanın başından beri, pek çok cephede bu gruplar ve ÖSO arasında bir ortak yaşam yerleşmişti, her ikisi de savaşçıları seferber etmek için tükenmez dini kaynaklara ve Sünnici mağdur propagandasına bel bağlamaktaydılar.

Daha kötüsü, ÖSO, doğrudan, Muhammad Badi’ Moussa ve soykırım yanlısı iletilerle nifak tohumları eken diğerleri, özellikle de şişko yanaklı Mohamed Zuhair Sıddık gibi vaizler tarafından verilen fetvalardan talimat almaktaydı.

Aşağıdaki sözlerde görebileceğimiz üzere, şeyh Muhammed Badi’ Moussa, Arour’un alter egosu, Al Hekma Televizyonunda (14 Mart 2012) bu topluluğa haksız yere isnat edilmiş olan katliamlara misilleme olarak Alevi kadınların ve çocukların katline çağıran bir fetva verdi:

“Özgür Suriye Ordusu’ndan kardeşlerimiz, sürgündeki ulemaya, Alevi köylerine saldırıp saldıramayacaklarına dair bir dizi soru yolladılar. Onların bizim kadınlarımızı ve çocuklarımızı öldürdükleri gibi bizim de kadın ve çocuk öldürmemize müsaade veren bir fetva talebinde bulundular. Çünkü keskin nişancılar Alevi köylerinden gelmekteler ve boş gezen Müslüman kadınların tecavüze uğradıklarını ve Alevi köylerine doğru götürülmek üzere kaçırıldığı biliniyor.”

Şeyhe göre, “bilgin”ler, diplomat rolünü oynadılar.

“Sabredin. Önce bir uyarı gönderin. Suriye’nin bir iç savaşın, bir mezhepler arası savaşına sürüklenmesini istemiyoruz.”

Ama hemen ardından gelen cümlede, soykırım tehdidi açık ediliyor:

“Aleviler biliyorlar ki onlar ülkede azınlıklar ve bütün mezhepler onlardan nefret ediyorlar ve kurtulmak istiyorlar. Rejimi savunmak onların pek de çıkarına olacak bir şey değil.”

Hedefleri bile belirtiyor:

“Humus’un çeperindeki (...) Zahra, Eqrima, Nouzha köyleri”

Suudi kanalı Safa TV’de Muhammad Al Zoghby’nin verdiği vaaza ne demeli?

“(...) Ya Allah, Esad ailesini ve bütün destekçilerini öldür. Ya Allah, bu küçük pis tarikatı yok et. Onları yok et ve bedenleri yak. Bunlar Yahudi ajanıdır. Hepsini öldür. Ve bütün Suriye halkına söylüyorum: Eğer zaferiniz için cefa çekmiyorsanız erkek değilsiniz. Bu imansız mücrimlerden intikamınızı almadığınız müddetçe haklarınızı alamayacaksınız. Suriye halkı, paranla, dilinle, ruhunla bu inançsızlarla mücadele et. Bu bir ilahi savaştır. Bu sebepten Ibn Taymiyya şöyle diyor: ‘Nusayriler Yahudilerden ve Hıristiyanlardan daha imansızdırlar’. Suriye halkı, işte benim vardığım sonuç: Bilmelisin ki bu imansız mücrimlere ve onların halkına karşı cihat bir dini sorumluluktur. Ve kazanacaksın. Suriye halkı, bu kafirlere karşı acımasız ol. Suriye halkı, şimdi, gerçek düşmanını tanıyorsun.”

Sarkozy’nin ve selefist Arour’un ahbabı Mohammed Zuhair Sıddık tarafından verilen fetvaya ne demeli?

Lübnan’ın başbakanı Rafiq Hariri’nin 14 Şubat 2005 saldırısında katledilmesinin ardından, Zuhair Sıddık davasından dönmüş bir Suriyeli istihbarat görevlisi olarak sahneye çıktı.

Lübnan için özel yetkili mahkemenin yürüttüğü soruşturma kapsamında, Sıddık, içlerinde iki ülkenin başkanlarının, Beşar Esad’ın ve Emile Lahoud’un ve aynı şekilde Hizbullah üyelerinin de bulunduğu Suriyeli ve Lübnanlı pek çok yüksek sorumluyu Hariri cinayetinin planlayıcıları olmakla suçladı.

Fakat hakkında yürütülen bir soruşturma, Sıddık’ın gerçekte hiçbir zaman Suriye’nin herhangi bir istihbarat servisinin şefi olmadığını ve Suriye’ye, Lübnan’a ve Hizbullah’a karşı tanıklıklarının topyekun hikaye olduğunu açığa çıkardı.

Çevrilen dolabın anlaşılmasıyla, Lübnan adaleti, Sıddık’ın yalancı tanıklıktan tutuklanacağını resmen duyurdu.

Fransa’ya iltica etti. 13 Mayıs 2008’te, izini kaybettirdikten sonra Birleşik Arap Emirlikleri’nde, yasal olmayan yollardan ülkeye giriş yapmaktan ve sahte pasaport kullanmaktan ötürü kısa süreli olarak hapis tutuldu.

Salıverilmesinin ardından düzenlediği basın toplantısında, bizzat Nicolas Sarkozy’nin elinden sahte Çek pasaportu edindiğini doğruladı.

Görünen o ki kolları pek çok yere uzanan bu adamın Adnane Arour adında bir ahbabı vardı, sapkın topluluklara, bilhassa Alevilere kıymayı ve etlerini köpeklere vermeyi salık veren Suriyeli selefist vaiz.

Dört yıl sonra, Kahire’de Suriyeli muhaliflerin toplantısına davet edilir ve kendisini “özgür” Suriye’nin müstakbel devlet başkanı olarak gören Suriyeli muhalefetin tarihi yöneticisi
Haytham Al Maleh ile tanışır.

Al Maleh ile Avusturyalı televizyon kanalı SBS Dateline için mülakat yapan bir gazetecinin filme aldığı görüntülerde, seksenlik militan, onu Hariri soruşturması kapsamındaki karanlık iştiraki nedeniyle kuşkusuz pek güvenilir olmamakla suçlayarak Sıddık’ı soğuk karşılıyor.

Sıddık öfkeleniyor ve epey şaşırtıcı bir çıkış yapıyor, Beşar Esad’ın Suriyesine ve Hizbullah’ın egemenliğindeki Lübnan hükümetine karşı kine tutkuyla adanmış biri olarak.

Maleh’e, “Hariri’yi kim öldürdü?” diye soruyor. Yaşlı muhalif, “Bilmiyorum” diye yanıtlıyor.
“Başta, Israil.”

Sıddık bu konuda başka hiçbir şey söylemiyor. Al Maleh’i tehdit ediyor ve sonra gidiyor.

Mohammed Zuhair Sıddık’ın “devrimin şeyhi”nin ahbabı olduğu ortaya çıkıyor.

Sıddık’a telefonla ulaşılıyor ve kendisi Baasçı hükümetin suçlarına istinaden Alevilere karşı öfkesini kusması için doğrudan davet ediliyor. Rastane’ın “şahinler”ine askeri talimatlar vermek için Arour’un radyo yayımını kullanıyor. Ve şöyle ilan etmek için: “Öldüreceğiz, öldüreceğiz. Bütün Alevi köylüleri öldüreceğiz. Subaylarını öldüreceğiz. Analarını ağlatacağız”.

Muhalefetin eline geçmiş sokaklarda kimi zaman epey genç göstericiler Al Nosrah Cephesinin bayrağını omuzlarına alıp dalgalandırarak Usame Bin Ladin’e besledikleri duygudaşlığı gösteriyorlar.

Kurban bayramı gibi dini bayramlar bile selefist devrimlerini kutlamak için bir fırsat.

İdlib’de düzenlenen bir mitingde, hükümet yanlısı yayın organları tarafından Suudi vaizler olarak sunulan iki genç ajitatör “Nusayrileri parça parça etme” iradelerini haykırıyorlar. Tekdüze sesle dini şarkı okuyarak kesme hareketinin taklidini yapıyorlar. Son olarak da molla Ömer’e ve Talibanlılara selam çakıyorlar:

Oraya pek yakın bir yerde, cephede, mezhepsel temizlik yoluna devam ediyor: salt dini aidiyetleri temel alınarak şabbiha (rejimin milisleri) olmakla suçlanan kadınlar ve erkekler ölüme mahkum ediliyor.

http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=b1ieZKsFkVA

Burada da, Şii olduğundan şüphelenilen bir adama ölesiye işkence ediliyor.

http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=BkK5JxYtc80

Sonuç

Bunu anlamış olmalıyız, Suriye’de, bizi ilgilendiren tüm çatışmalarda olduğu gibi, yayın organları bizim olayları görme biçimimizi şekillendiriyor.

Bu ülke kaynaklı bilgiler bize oldukları halleriyle tedarik edilmek yerine, tedarikçilerimizin ahlaki ilkeleri ya da ideolojik kısıtlarının süzgecinden geçirilerek sunuldu.

Böylece, “Suriye baharı”nın ilk patlak verdiği dönemde çatışmanın askerileşmesi bizden tamamen saklandı.

Muhalefetin propagandası çekincesiz kabul edilirken, malum sebeplerden ötürü itibarı iyi olmayan Suriye hükümetinin olayları aktarımı toptan reddedildi.

Seçkin gazeteciler, rejimin hanesine yazacak olayları örtbas etmek için, onun propagandasına kurban gitmemek için, ülkeye gitmeyi reddettiler.

Buna karşın, yine aynı gazeteciler muhalefetin propagandacılarına dönüşmekte beis görmediler, hatta her gün sivillere saldırıda bulunan ve savaş suçları işleyen bir kampın güçlendirilmesi çağrısını yapabildiler.

Daha dün, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), Ras Al ‘Ayn’da Suriye Ordusu’ndan 70 askeri rehin aldı ve infaz etti, ardından onları toplu mezara gömdü, pürneşe, bahtiyarca. Bir Türk televizyon ekibi oradaydı ve bütün bunları kaydetti.

Kendisine demokrat diyen birtakım militanlar ve bazı ana akım gazeteciler ayaklanmaya yakınlık duymayan Suriye gözlemcilerini ve uzmanlarını, Baas rejiminin ajanları ya da propagandacıları olmakla suçladılar.

Bunun adı entelektüel terörizmdir ve göz korkutmadır.

Bir Türk atasözü şöyle diyor: “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.”

Bu beyefendilerin suyuna gitmeyeceğiz, özgür ve bağımsız medya bizim onuncu köyümüzdür. Ve dokuz köyün sakinlerine kapımız açıktır.

Bahar Kimyongur
13 Kasım 2012
(Syriana, la conquête continue yazarı, ed. Investig’Action & Couleur Livres, 2011 ve Suriye’ye Müdahaleye Karşı Komite - CIS sözcüsü)

Çeviri: Serkan Sönmezgil

(soL - Haber Merkezi)