Naziler’den Fransa’ya Avrupa ve Müslümanlar

Charlie Hebdo katliamı, elbette Batı için bir “besle kargayı oysun gözünü” durumu... Fakat sanıldığının aksine Batı, İslamcı kargayı beslemeye Afganistan’da değil, Avrupa’nın tam göbeğinde başlamıştı. Fransa, birkaç yıl önce kendi elleriyle ülkedeki Müslüman nüfusu Müslüman Kardeşler’in kollarına bırakmıştı.

Yiğit Günay

Paris’te Charlie Hebdo ofisinde girişilen katliamın ardından Avrupa/Batı ve İslamcılık ilişkisi yeniden sıcak bir tartışma konusu oldu.

Yurtdışındaki sol ve alternatif basında çıkan makalelerde en fazla yanıt aranan sorulardan biri, olayın bir “blowback”, yani “besle kargayı oysun gözünü” durumu mu, yoksa bir “false flag”, yani gizli bir odağın kamuoyunu yanıltıp kışkırtmak üzere tasarladığı bir sahte bayrak operasyonu mu olduğu...

11 Eylül’ün yaşandığı bir dünyada, kimse bu sorunun peşinden gidenleri “komplo teorisyenliği”yle suçlayamaz! Dünyamız, en politik insanlarca bile tahayyül edilemeyecek komplolara şahit oldu.

Olayın bir sahte bayrak operasyonu olabileceği yönündeki kuşkular, en fazla, olayın yaşanma biçimine odaklanıyor. Tüm uzmanlar, Kouachi kardeşlerin hareket ve harekat tarzının tipik bir İslamcı militandan ziyade, profesyonel bir özel tim mensubuna benzediği görüşünde: yürüyüşleri, başarılı kaçış planları... Bu profesyonelliğe rağmen kaçarken kullandıkları araçta kimlik kartlarını unutmaları...

Kouachi kardeşlerin ABD ve Fransa istihbaratıyla ilişkisine dair çok fazla bilgi ayyuka çıkmış durumda zaten. Eylemin üçüncü şüphelisi olarak ismi basına servis edilen Hamid Murad’ın, iddia edildiği gibi iki kardeşin kaçarken bindikleri aracın şoförü olduğu iddiasının kolaylıkla çürütülmesi gibi detaylar da akıllarda soru işareti bırakıyordu.

Yaşanan katliam bir sahte bayrak operasyonu muydu? Bugünden kestirmemiz zor.

Peki bir “besle kargayı oysun gözünü” durumu var mı?

Hiç tereddüt etmeden, elbette var diyebiliriz.

Hem çok pratik anlamda, hem de daha ideolojik anlamda.

İdeolojik anlamda İslamcı gericiliğin yükselişinde ve Avrupa ve dünyanın kalanındaki Müslüman ülkelerde özellikle yoksul kitleler arasında büyük destek bulmasında, kapitalizmin son bütünlüklü modeli diyebileceğimiz, 1980 sonrası uygulamaya sokulan sivil toplumculuğa, çokkültürlülük kavramına, postmodernizm teorilerine, neoliberal iktisata yaslanan ve Avrupa Birliği’nde özellikle cisimleşen liberal demokrasi modeli, politikayı ulusal, etnik, dinsel, kültürel, cinsiyetle ilgili ve diğer kimlikler üzerinden yürüyen bir alan haline getirdiği için İslamcılığın önünün açıldı.

Pratik anlamda İslamcı gericiliğin yükselişinde Batı’nın rolü denildiğindeyse ilk akla gelen ve sık tekrar edilen, “Yeşil Kuşak projesi”.

Yeşil Kuşak projesi, Soğuk Savaş yıllarında emperyalizmin Sovyetler ve sosyalist blokun sınırları etrafında, özellikle Ortadoğu ve Orta Asya’da İslamcı kümelenmeler yaratarak sosyalizmin ilerleyişini engelleme stratejisinin adıydı. Suudi Arabistan parayı bastırıyor, tüm Arap coğrafyasından toplananları CIA eğitiyor, Afganistan’da Usame bin Ladin komutasında savaşa sokuyordu.

Sonrası, genel hatlarıyla, bilindik hikaye... Taliban Afganistan’da iktidara geldi, El Kaide tüm dünyada palazlandı, her yanından devasa boyutuyla ürkütücülük fakat ardında bıraktığı soru yığınıyla beceriksizlik akan 11 Eylül saldırısı yaşandı, “teröre karşı savaş” adıyla emperyalizm dünyanın her tarafını yangın yerine çevirdi, kaos süreklilik kazandı ve yeni bir model yaratmak için araç olmaktan çıkıp bölgeyi sürekli kargaşa halinde tutma hedefiyle amaç haline geldi, Arap Baharı’nın ardından İslamcılar bir kez daha bu kaos üretiminin temel aktörleri olarak görev icra etti...

Dediğimiz gibi, bilindik hikaye...

Fakat, işin bir de daha az bilinen tarafı var.

Batı’nın Müslümanları ve İslamcılığı siyasi amaçlarla kullanma çabalarının başlangıcı ne Soğuk Savaş ne de Yeşil Kuşak projesi.

Başlangıç sıcak savaş ve Naziler.

ALMAN BİR TÜRKOLOG: VON MENDE
Fiziken epey gösterişsiz, 1.70 boylarında ve çelimsiz, yüzü yuvarlak, dişleri çarpık, fakat açık sarı saçları ve şehla olmasına rağmen mavi gözleriyle “Ari ırkının tipik görünüşü”ne sahip olmasıyla o günlerde eşitler arasında bir adım öne çıkan bir adam, Gerhard von Mende.

Bir “azınlık”tı: 1904’te Letonya’daki Alman azınlığın evladı olarak dünyaya gelmişti. Ataları, Baltık kıyılarına yerleşip doğu-batı ticaretine egemen olarak zenginleşen Alman şövalyelerdi. Birinci Dünya Savaşı’nda silahlarını diğer ülkelerin işçilerine değil, kendi patronlarına çeviren Bolşevikler iktidara gelip onun babasını da vurduğunda, ailesiyle birlikte Almanya’ya göçtü.

23 yaşında Berlin Üniversitesi’ne kaydolduğunda yaşı bir dezavantajdı belki ama Rusça bilmesi, hırsı ve çalışkanlığı, Türkoloji kürsüsünde Orta Asya’nın Müslüman halkları üzerine çalışan von Mende’nin akademide hızla yükselmesini sağladı.

O yükselirken, Naziler de yükseliyordu. Von Mende, kaderini Nazilerle birleştirdi. Akademi dünyası, hırslarını tatmin etmesine yetmiyordu: İstihbarata geçti. 22 Haziran 1941’de, Nazi savaş makinesi Sovyetler Birliği’ni işgal ettiği gün, von Mende de Ostministerium’da, İşgal Edilen Doğu Toprakları Bakanlığı’nda çalışmaya başladı. Orta Asya ve Kafkaslar’ın Müslüman halkları arasından işbirlikçiler devşirip, on binlerce Sovyet vatandaşını Nazi üniformaları içinde savaşa sokma planı, büyük oranda von Mende’nin başarısıydı.

Savaş bitip Naziler Kızıl Ordu botları altında ezildiğinde, ABD ve İngiltere Soğuk Savaş hazırlıklarına çoktan başlamıştı. Dünkü müttefik Sovyetler, bugün başdüşman ilan ediliyordu. Dünkü başdüşman Naziler, artık bugünün müttefikleri olabilirdi.

Binlerce Nazi yetkilisi gibi von Mende de kendini bu yeni savaşın cephelerinde buldu. Artık Batı Alman istihbaratındaydı ve işi bir kez daha Müslümanlar’dı. Savaşın ardından Nazilerle işbirliği yapan on binlerce Müslüman Sovyet vatandaşı, tutuklanacakları için ülkelerine dönememiş ve Almanya’daki kamplara sıkışıp kalmıştı. Von Mende önce bu kişileri kamplardan kurtarıp Alman vatandaşı olmalarına yardımcı oldu, ardından da Müslümanlar arasında örgütlenmeler yaratıp, Alman dış politikası kapsamında, Almanya’nın “doğuda kaybettiği toprakları geri alma” hayaliyle bu örgütlerden yararlanmaya başladı.

1950’lerde henüz yeni müttefik ve süpergüç ABD, siyasal İslam’dan yararlanmanın potansiyellerini kavrayamamıştı. Von Mende’yse komünizme karşı Müslümanlardan yararlanmayı kafasına koymuştu. En büyük projesini bu dönemde ortaya attı: Münih’te bir cami inşa edilecek, bu cami Batı’daki ilk cami olarak Avrupa Müslümanlarının merkezi haline gelecek, caminin başına da Alman istihbaratına çalışan bir imam getirilecekti.

Sonra... Sonrası çok karışık. CIA işe dahil oldu, farklı İslamcı gruplar arasında rekabet başladı, Nazi formasyonunda geçmiş İslamcı liderler Müslüman gençlik arasında etki yaratamayınca boşluğu Müslüman Kardeşler örgütü doldurdu. Müslüman Kardeşler’in parlak Avrupa sorumlusu Dr. Said Ramazan Vaşington’da CIA’yle masaya oturdu, Alman çizgisindeki imamların darkafalı olduklarına, komünizme karşı savaştan çok Almanya’nın çıkarlarına odaklandıklarına, kendilerininse tüm İslam aleminde örgütlenerek baş düşman olarak komünizmi hedef alacaklarına dair uzun bir söylevden sonra Amerikalıları kendilerini desteklemeye ikna etti. Cami von Mende ve Alman istihbaratının kontrolünden çıktı, Müslüman Kardeşler ve CIA’in eline geçti.

FRANSA: 1950’LERE DÖNÜŞ
2005 yılında Paris’in  4 milyonluk Müslüman nüfusunun yaşadığı varoş mahalleleri ayaklanmalar sonucunda alev alev yanarken, Hervé Terrel, Fransız İçişleri Bakanlığı tarafından Fransa’nın Müslümanlarla ilgili politikalarını geliştirmekle görevlendirilmişti.

11 Eylül sonrasıydı ve soru basitti: Karşımızdaki kişi terörist mi, değil mi? El Kaide teröristti ve –şu aralar– kötüydü, peki iyi olan kimdi?

Terrel’in kafası, Fransa’nın önündeki doğru stratejinin ne olduğu konusunda çok netti: Müslüman Kardeşler’den yararlanmak.

Fransa devleti, ülkedeki Müslümanların sesi olacak bir kurum yaratmak üzere 2003’te Müslüman İnanışın Fransız Konseyi’ni kurdu. Ancak bir sorunları vardı: Laik gelenek nedeniyle nüfus sayımlarında dahi Fransız vatandaşlarına dinleri sorulmuyordu, ama kurumun ülkedeki tüm Müslümanları temsil etmesi isteniyordu.

Terrel ve diğer görevliler, “zekice” bir çözüm buldular: Temsiliyet, camiler üzerinden sağlanacaktı. Cemaat temsilcilerini camilerde seçecek, her bir camiden çıkacak delege sayısıysa, caminin büyüklüğüyle orantılı olacaktı.

Bu çözümün “zekice” olmasının sebebi, Körfez monarşilerinden akıtılan para sayesinde muazzam bir finansal güce sahip olan Müslüman Kardeşler’in, ülkedeki tüm büyük camileri kontrol ediyor olmasıydı.

Bulunan bu çözüm sayesinde Konsey’e UOIF hakim oldu. UOIF, Said Ramazan’ın kurduğu Cenevre İslam Merkezi’yle bağlantılı grupların kısaltmasıydı ve Müslüman Kardeşler şebekesine dahildi. Fransa devletinin eliyle, anketlere bakılırsa ancak yüzde 5’i düzenli olarak Cuma namazı kılmaya giden Fransa’nın Müslüman halklarının temsiliyeti, Müslüman Kardeşler örgütüne devredildi.

Sonra? Sonrası, bilindik hikaye...

Sonrası, Charlie Hebdo katliamı.


* soL Dergisi'nin 18-24 Ocak 2015 tarihli 24. sayısında yayımlanmıştır.