İranlı kadınlar neden türbandan nefret etme noktasına geldi?

Ahlak polisinin soluğunu her adımda enselerinde hisseden İranlı kadınlar, türbandan nefret etme noktasına geldi. İranlı gazetecinin aktardığı deneyimler, kadınların yaşadığı sıkışmışlığın ne noktada olduğunu gözler önüne seriyor.

İran'da kadınların giyim tarzına uygulanan İslami devlet baskısı, yıllar geçtikçe daha çok ülkenin muhafazakar tabanını sakinleştirme çabası haline geldi. İngiliz Guardian gazetesinin muhabiri, kişisel repertuarından bu durumu resmeden hikâyeleri paylaşan bir haber kaleme aldı.

8 AYLIK BEBEK İÇİN 'BACAKLARINI ÖRTÜN' MESAJI 

Yaz yaklaştıkça Tahran polisi ülkenin İslami giyim kanunlarına uymayanlara uyguladığı baskıya bir kez daha başladı. Bu yıl alışılmış üniformalı ahlak polisinin yanı sıra söylentilere göre yedi bin gizli ajanın da görev başında olduğu bildiriliyor.

İranlı muhabir Deniz Hasanzade Ajiri şöyle aktarıyor; "Ben İslam Cumhuriyeti'nin ilk yıllarını bilmiyorum ama giyim kanunlarını ihlal edenlere "protesto etmekten" hapis cezası verilmesi çok yaygın bir durum olduğundan annem ahlak polisine ya da başkasının görünüşünü yargılama yetkisi olan herhangi birine kendisinde bir hata bulmak için mazeret vermemek amacıyla ne kadar dikkatli davranmak zorunda kaldığını hatırlıyor.

1980'lerin başında sıcak bir günmüş ve annemle babam Tahran'daki uluslararası bir sergiye gidiyorlarmış. Annem, o zamanlar daha bebek olan bebek arabasındaki ablamla kadınların kıyafet uygunluğunu kontrol etmekle yetkili kadın ajanlarla dolu bir odaya girmiş. Ajanlar bazı kadınlardan başörtülerini düzeltmelerini istiyor, bazılarınaysa makyajlarını temizlemeleri için peçete veriyorlarmış. Bir ajan annemi incelemeyi bitirdikten sonra bebek arabasındaki ablama bakmış.

Ajan "Hanım!" diye bağırmış. Şoke olmuş bir şekilde "Kızının bacakları neden görünüyor?" diye sormuş.

Annem daha büyük bir şok içinde şöyle yanıt vermiş: "O daha sekiz aylık."

"Ne olmuş yani? Sonuçta kız, değil mi?" demiş ajan.

Annem ablamın bacaklarını bir battaniyeyle örtmüş. O zamanlar kimse tartışmayı devam ettirmezmiş. İnsanlar korkuyormuş."

DONDURMA ALAN ORTAOKULLU ÇOCUKLAR GÖZALTINA ALINMIŞ

Ajiri, zaman geçtikçe daha genç neslin, o zamanlar "komite" olarak bilinen ahlak polisine yavaş yavaş alıştığını belirtiyor. Onlarla bir kere karşılaşınca korkunun büyüsünün bozulduğunu söyleyen İranlı genç kadın, "Artık onlardan korkmuyordunuz. En azından benim bulunduğum çevrede öyleydi" diyor.

1990'ların başında komite sokakta Ajiri'nin ablası ve arkadaşını tutuklamış. Dondurma almaya giderken yanlarında bir minibüs duran gençlere, kara çarşaflı bir kadın minibüsün kapısını açıp minibüse binmelerini söylemiş. Abla ve arkadaşı korkup, birkaç metre ötede rölantideki bir taksiye koşup atlamışlar. Minibüs fırlayıp direksiyonu taksinin önüne kırmış. Kara çarşaflı kadın abla ve arkadaşına avazı çıktığı kadar bağırarak minibüse binmelerini söylerken iki asker araçtan inip silahlarını taksiye doğrultmuşlar. Genç kadınlar da minibüse binmiş.

Benzer şekilde tutuklanan çoğu genç birçok kadınla birlikte, Vozara Gözaltı Merkezi'ne götürülmüşler ve bir toplu mahkeme tarihi belirlenmiş. Birkaç saat salıverilen genç kadının annesi ve babası şaşkınlığa uğramış. O zamanlar ortaokulda olan ablanın durumu ise çok başka imiş, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle eve girip kardeşine "Hayatımın en sıkı deneyimiydi." demiş. Heyecanla toplu halde tutuldukları hücrede tüm kadınların nasıl şarkı söyleyip alkış tutuklarını anlatmış. Aralarından bazıları, anlaşılan bu gözaltı merkezine düzenli alınan birkaç yasa tanımaz kelepçeliymiş. Abla ve minibüste onunla beraber alınanlar hücreye girerken biri ellerini kaldırıp bağırmış: "Bakın çocuklar! Şuna bakın! Bana bilezik taktılar!"

Birkaç gün sonra minibüsteki kadınlar toplu davalarına katılmış ve her birine beşer bin tümen para cezası verilmiş, bu tutar 20 dolardan aza denk düşüyor.

'BU HANIM UYGUNSUZ BİÇİMDE OTURUYOR'

İranlı muhabirin bir başka anısı ise şöyle;

2000'lerin başlarında babam ablamı arabayla birkaç sokak ötedeki okuldan eve getirirken ahlak polisi tarafından durdurulmuşlar.

Bir erkek ajan babama şunu sormuş: "Aranızdaki ilişki nedir?"

Babam sakince "O benim kızım." demiş.

Bir kadın ajansa ablama şunu sormuş: "Neden bu adamla aynı arabadasın? Kim bu adam?"

Ablam sakince "O benim babam." demiş.

Ajanlar bu "inanılmaz iddialarını" kanıtlayan evrakları istemişler. Babamla ablamın üstünde evrak yokmuş. Ajanlar birkaç dakika kendi aralarında konuştuktan sonra gitmelerine izin vermişler. Bu tarihe gelindiğinde kimse bu karşılaşmaları ciddiye almıyordu artık. Hikâyeyi duyunca annem inanamaz bir ifadeyle "Ne?" diye tepki verirken ben sadece güldüm.

Bu olay, biz gençlerin çoğunun ahlak kurallarını toplum içinde esnetmeye ve evet, hatta protesto etmeye cesaret edebileceğimizi hissettiğimiz reformist Muhammed Hatemi'nin cumhurbaşkanlığı sırasında yaşandı. O dönem bir gece dördümüz Modarres otobanında giderken bir polis arabası kenara çekmemizi işaret etti. Arabayı ablamın sevgilisi kullanıyordu, ablam da ön koltuktaydı. Ben de sigarasının dumanını pencereden üfleyen sevgilimin yanında arka koltuktaydım.

Bir polis araçtan inip bize doğru yürüdü.

Ablamın sevgilisi "Sorun ne memur bey?" diye sordu.

Adam beni işaret ederek "Bu hanım uygunsuz bir biçimde oturuyordu." dedi. Dizlerimi ön koltuğun arkasına yaslamıştım.

Hiçbirimizin korkmadığına eminim. Ablam sessizce kıkırdamıştı bile. Ben sinirlenmiştim, bağırıp ağlamaya başladım. Kendimi aşağılanmış hissediyordum. Yaptığından emin olmayan biri varsa o da polisti. Özür dileyip bizden uygun bir şekilde oturmamızı rica etti ve yolumuza devam etmemizi söyledi.

Hayır, her zaman bu kadar kolay olmuyordu. Tartışmanın işleri kötüye götüreceğini hissettiğimiz zamanlar da oldu.

'BEN DE SIGMUND FREUD KİM BİLİYORUM'

2000'lerin ortalarında bir akşam Tahran'ın kuzeydoğusunda, Firuzkuh yakınındaki Elburz Dağları'na yaptığımız günü birlik bir seyahatten dönüyorduk. İki arabaya doluşmuş, kadınlı erkekli dokuz kişiydik. Küçük bir kasabanın tozlu yollarından geçerken motosikletli bir adam öndeki aracın yanına gelip kenara çekmemizi istedi, çektik. Motorcu olası bir kaçma girişimini engellemek için hemen önümüze park etti. Milis kartını gösterip gitmemize izin veremeyeceğini söyledi.

Bir arkadaşımız "Ama niye?" diye sordu.

"Çünkü istediğiniz bütün pis işlerinizi dağlarda yapabileceğinizi ve sonra da kaçabileceğinizi düşünüyorsunuz." diye cevap verdi.

Aslında oldukça masum bir gezi olmuştu. Tamam, bazılarımız sigara içti. Evet, belki fotoğraf makinesine poz verirken el ele tutuşup, sarılmış olabiliriz. Hepsi bu.

Biz milis üyesiyle tartışırken arabanın etrafı köylü adamlar ve oğlanlarla çevrildi. Köylülerin bazılarının elinde kürekler vardı. Bu sefer biraz korkmuştuk.

Sonra 20'li yaşlarındaki milis, hayatım boyunca duyduğum en tuhaf konuşmayı yaptı, Beckett'tan başlayın, sahnede izlediğim her şeyden daha gerçeküstüydü.

"Siz Tahranlılar kendinizi çok havalı mı sanıyorsunuz? Hayır, değilsiniz. Biz köylülerin hiçbir şeyden anlamadığını sanıyorsunuz ama anlıyoruz. Sadece sizin bir şeyler bildiğiniz mi sanıyorsunuz? Ben de Sigmund Freud kim, biliyorum. Kitaplarını okuyorum. Ödip kompleksi nedir, biliyorum. Ödip kompleksi ne, siz biliyor musunuz?"

Bu daha başlangıçtı. Bir saat süren Freud ve Sofokles'le ilgili meseleler hakkındaki soluksuz nutuktan sonra nihayetinde bizi bıraktı. Yolculuğun geri kalanında gerçekten ne anlatmaya çalıştığını anlamak için ciddi kafa patlattık ama pek bir sonuca varamadık.

AHMEDİNEJAD'LA BİRLİKTE TUTUCULUK ARTTI: PALTON NEREDE?

2005'te Mahmut Ahmedinejad başa geçtiğinde tutuculuk açıkça arttığı bildiriliyor. Öyle ki ülkede Ağustos ayı ahlak polisinin yükseliş ayı oldu ve sayıları bir gecede adeta katlandı ve önlerine geleni aldılar.

Ajiri'nin bir aktarımı da bu döneme denk düşüyor;

Elburz'a bir kere daha gittik, Ahmedinejad dönemi başlayalı birkaç yıl olmuştu. Bu sefer çok uzağa gitmedik ve geri yürüyorduk. Hava çoktan kararmıştı. Tochal Dağı'nın tepesine tırmandığımız için yorgunluktan bitmiş vaziyetteydim. Teyzemle arkadaşları da bana katılmıştı, 50'li yaşlarında küçük bir grup kadındılar. Cepli pantolonum ve bol, çizgili beyaz gömleğim ter içindeydi, berbat görünüyordum.

Teyzemin arabasını bıraktığı Tahran'ın kuzey ucundaki Darband Meydanı'na geldiğimizde bir kadın ajan beni durdurdu. "Küçük hanım!" dedi. "Biraz benimle gelir misiniz?" O günden beri İran'ın ahlak bekçilerinin diliyle özdeşleşmiş "küçük hanım" ve "hanım" kelimelerini ne zaman duysam isilik dökesim geliyor.

Memur beni yanında bir çift kadın ajan arkadaşının durduğu minibüse götürdü. Üçünü bir süzdüm. Hepsi makyaj yapmıştı. Biri manikür yaptırıp, oje sürmüştü. Bir diğeri çarpıcı biçimde güzeldi, sanki masum bir melek gibiydi.

Biri "Palton nerede?" diye sordu.

"Ne demek istiyorsunuz? Üstümdekiler bunlar işte." diye cevap verdim.

"Bu mont değil küçük hanım. Gömlek." dedi.

"İyi de ne farkı var? Vücudumun herhangi bir yerini görebiliyor musunuz? Bu bol kıyafetler içinde vücudumun şeklini bile anlayamıyorsunuz." dedim.

"Biliyorum ama bu bir palto değil." dedi.

O bana sürekli küçük hanım ve hanım derken bir süre kibarca tartıştık. Sonunda teyzem arabasına koşup bana bir manto getirdi. Üstüme giyince arkadaşlarıma katılmama izin verildi. Hepimiz sakindik. Hiçbirimiz korkmuş ya da sinirlenmiş değildik. Sadece bıkmıştık.

SABIKA KAYDINDAN SİLİNMEZ SUÇ: UYGUNSUZ GİYİNME

Bunlar sadece anlatmaya değer karşılaşmalardan bazı örnekler. Ajiri; "Sizleri tetikte duran yurttaş ajanların sokakta kaç defa bana ve arkadaşlarıma yüksek sesle güldüğümüz için "orospular" dediklerini, sayısız kere dirsekten aşağımızı örtmemizi, saçlarımızı kapamamızı, toplum içinde "uygun bir şekilde" oturmamızı söylediklerini anlatarak yormayacağım" diyor.

İranlı gazetecinin kişisel repertuarımdaki hikâyelerin artışı 2008 sonlarında İran'dan ayrılınca durmuş ama İran'da kalan arkadaşlarının koleksiyonları gelişmeye hâlâ devam ediyor. Arkadaşlarından biri hemen evinin önünden tutuklanışını, karakola götürülüp sabıka fotoğrafının çekildiğini anlatırken, biri de sabıka kaydına silinmeyecek şekilde "uygunsuz giyinme" suçunun işlenmesinin "çok komik" olduğunu söylüyor.

Bu arada espri anlayışları konusunda öz güvenleri daha az olan çoğu insan dikkatle ahlak devriyelerinden kaçmaya çalışıyor, şehirde yoğunlaştıklarını bilinen belirli noktalarından uzak duruyorlar. En tehlikeli yerlerin işaretlendiği Gerşad denen bir telefon uygulama bile var.

Öte yandan geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Ruhani, kanun uygulayıcıların ilk görevinin "insanların itibarına ve insanlığına saygı duymak" olduğunu söyleyerek, gizli ahlak ajanlarının kullanılmasını nazikçe eleştirdiği biliniyor.