Fransa genel seçimleri: İstikrar mı, kriz mi?

Dün ikinci ve son turu gerçekleşen Fransa genel seçimlerinde art arda seçimlere katılmama oranı rekoru kırılırken, bir ay kadar önce cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Emmanuel Macron’un partisinin Ulusal Meclis’te mutlak çoğunluğu sağlaması ‘istikrar’ mı yoksa kriz göstergesi mi?

Evin Nagehan

Fransa genel seçimlerinin ikinci turu sonucunda yeni Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un partisi LREM (Cumhuriyet İlerleyişte), ittifak kurduğu MODEM’le (Demokratik Hareket) birlikte Ulusal Meclis’te yaklaşık 350 milletvekiliyle mutlak çoğunluğu sağladı.

Parlamenter sisteme ve seçimlere olan güveninin dibe vurduğu bir dönemde ‘Düzen Partisi’ vitrinini yenilese de seçim sonuçlarının sermaye için bir istikrara işaret ettiğini söylemek pek mümkün değil.

FRANSA TARİHİNİN EN DÜŞÜK KATILIM ORANI

Genel seçimlere katılım oranı Beşinci Cumhuriyet’in kurulduğu 1958’den beri düşüş seyrini sürdürürken 11 ve 18 Haziran’daki genel seçimlerde iki yeni rekor kırıldı. Geçen Pazar gerçekleşen ilk turda seçime katılmama oranı yüzde 51.3’, dün gerçekleşen ikinci turda ise yüzde 57 oldu.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de benzer bir şekilde düşük katılım oranının olması, Macron’un kayıtlı seçmenlerin yalnızca yüzde 43’ünün oyunu alarak seçilmesi düzenin meşruiyet krizinin bir başka göstergesi olmuştu.

FRANSA’DA GENEL SEÇİMLER NASIL İŞLER?

577 seçim bölgesine bölünmüş olan Fransa’da uygulanan iki turlu seçim sisteminde bir milletvekili adayının Ulusal Meclis’e girebilmesi için aday olduğu seçim bölgesinde ilk turda geçerli oyların yarısından fazlasını ve de kayıtlı oyların dörtte birini alarak direkt seçilmesi gerekiyor. Eğer bu şart sağlanamazsa, ilk turda kayıtlı seçmenlerin sekizde birinin oyunu alan adaylar ikinci tura kalıyor. Bu şart da sağlanamazsa, ilk turda en çok oyu alan iki aday ikinci turda yarışıyorlar.

İkinci tura üç adayın kalması halinde adaylardan birinin diğeri lehine çekilmesi de seçim sisteminin bir parçası. 2012 seçimlerinde 46 seçim bölgesinde üç adaylı bir yarış söz konusuyken, bunların da 12’sinde adaylardan biri diğeri lehine ikinci turdan çekilmiş. 2017 seçimlerinde ise katılım oranının düşüklüğüyle bağlantılı olarak yalnızca tek bir seçim bölgesinde üç adaylı bir yarış gerçekleşti.

İki turlu seçimler ‘uçlardaki’ partilerin Meclis’te çoğunluk sağlamasını, bu partilerin Cumhurbaşkanı adaylarının kazanmasını büyük ölçüde zorlaştırırken, merkezdeki partilerin yıllar boyunca nöbet değiştirerek iktidar olmalarının yolunu açıyordu. Tarihsel olarak ise bu seçim sistemi bir zamanlar devrimci iddiaları olan ve İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki meşruiyetiyle yüksek oylar alan Fransız Komünist Partisi’nin iktidar olmasını engellemek için tesis edilmişti. İstisnai olarak nispi temsil sisteminin uygulandığı 1986 seçimleri dışında bu iki turlu seçim sistemi uygulanageldi.

MACRON’LA GELEN ‘İSTİKRAR’, HATTA ‘DEVRİM’?

Macron’un alameti farikası, Nicolas Sarkozy döneminden, belki daha da öncesinden beri bakan, milletvekili, danışman vs. alışverişi yapan ve artık meşruiyetini kaybetmiş olan piyasacı/liberal merkez partilerini Fransa burjuvazisinin tam desteğiyle yeni bir çatı altında toplamak ve piyasaya sunmak oldu.

Bu partiler, yani Sosyalist Parti (PS) ve Cumhuriyetçiler (LR, daha önce UMP), her ne kadar Meclis’e kan kaybederek girmiş olsalar da ‘Düzen Partisi’ görevlerini Yunanistan’da PASOK ve Yeni Demokrasi’nin yapmış olduğu gibi başka parti veya partilere devretmiş durumdalar. Almanya’da durum yıllardır ‘büyük koalisyonlarla’ idare edilirken, Fransa’nın kaderine de bu ülkenin destekçisi olduğu Macron ve onun olduğu iddia edilen siyasi hareketi düştü.

Le Monde, Le Figaro  gibi gazeteler bir yandan Ulusal Meclis’teki dört vekilden üçünün ‘yenilendiğini’ müjdelerken, bir yandan da kadın milletvekili sayısında kırılan tarihi rekor ön plana çıkartılıyor. Marx’ın Fransız Üçlemesi’ndeki eserlerinde bahsettiği Düzen Partisi’nin (Parti de l’Ordre) adı, temsilcileri, onların cinsiyetleri, cinsel yönelimleri, etnik kökenleri, dinleri vs. tarih içerisinde hep değişti. Düzen siyaseti bir şekilde kadınların,  çoğunluktan farklı etnik kökenden ve inançta adayların siyasette boy göstermesini zaman içerisinde sineye çekmekte zorunda kalırken, kimlikçi politikaların sınıf mücadelesinin yerine ikame edildiği neo-liberal dönemde ise bu adaylar düzenin devamı için bizzat teşvik edildi. Ücretli kölelik düzeni ve sermaye sınıfının egemenliği değişmezken, ‘çok şeyin’ değiştiğini söylemek böylece mümkün oluyordu. Bu doğrultuda, iktidara geldiğinde piyasacı saldırıyı ağırlaştıran Hollande’ın beş sene önceki ilk icraatlarından biri Fransa’da eşcinsel çiftler için de evliliğin yasalaşması olmuştu.

KRİZ VE KRİZDEN ÇIKIŞ İÇİN

Fransa emekçileri açısından siyasi tablonun en kötü tarafı, geçmişte siyasi temsilciliğini yapmış ve devrimci talepleri olan siyasi öznelerin artık olmaması. Fransa’da hala derli toplu, diri bir komünist partisinin ve hareketin olmaması, zaten sosyal demokrat bir çizgide olan Fransız Komünist Partisi’nin  (PCF) sekreterinin geçenlerde kendisine yöneltilen bir soru üzerine partinin adındaki olası bir değişikliği ‘bir tabu olarak görmemesinden’ bahsetmesi (ki muhtemelen Fransa emekçileri için hayırlısı olacaktır) mevcut sol sendika yöneticilerinin pozisyonlarıyla birleşince durum daha da karamsar bir hal alıyor.

Ülkenin en önemli sol sendikası CGT’nin genel sekreteri Philippe Martinez, bir İsviçre gazetesine geçen hafta verdiği bir demeçte seçim sonrasında gerçekleşebilecek olası grevleri kastedilerek kendisine sorulan ‘Ülkeyi bloke edecek misiniz?’ sorusuna verdiği yanıtta ‘Böyle barbar ifadeleri sevmediğini’ diyor. Daha da fenası ise Hollande’ın hükümetinde ekonomi bakanlığı yapmış olan, piyasacı icraatları ve tercihleri bilinmez şeyler olmayan Macron hakkında ‘ön kabulleri olmadığını’ belirtmesi.  

Emekçiler açısından umudu korumayı sağlayan tek şey ise Fransa halkının ve emekçilerinin büyük kısmının bu tabloyu onaylamamış olması. Fransa işçi sınıfı tarihsel kazanımlarını Sovyetler’in çözülüşünden sonraki çeyrek asır boyunca teker teker kaybetmiş olmasına rağmen sınıf mücadelelerinin bir zamanlar en uçlarda seyrettiği bu ülkede liberalizmin gömleğini sınıfa sorunsuz bir şekilde giydirmek o kadar da kolay olmuyor. Ülkede yaşananlar, sol parti ve sendika yönetimlerinin tutumu Marquez’in Kırmızı Pazartesi’ni hatırlatırken, güneşli ve Kızıl Pazartesi’ler için sınıfa devrimci bir Parti ve örgütlülük gerekiyor.