Filistin'de çözüm arayışı: Kaç devlet mi, hangi devlet mi?

ABD'nin İsrail Büyükelçiliği'ni Kudüs'e taşıma kararı ve İsrail Ordusu'nun gerçekleştirdiği katliam, uzun yıllardır çözülemeyen Filistin sorununu bir kez daha yakıcı bir biçimde dünya kamuoyunun gündemine taşıdı.

soL

ABD'nin İsrail Büyükelçiliği'ni Kudüs'e taşıma kararının ardından yaşanan gelişmeler, Filistin sorununu bir kez daha dünya kamuoyunun gündemine yakıcı bir biçimde taşıdı. 
ABD'nin uluslararası hukuku hiçe sayan kararı hayata geçirilir ve bu sırada İsrail Ordusu adlı adınca bir katliam gerçekleştirirken, Filistin'in Birleşmiş Milletler'e geçen yıl gözlemci üye olarak kabul edilmesiyle oluşan iyimser hava son buldu.
Ortaya çıkan tablo çözüme yaklaşılmadığını, aksine her geçen gün çözümden uzaklaşıldığını gösteriyor. Öte yandan, barıştan ve eşitlikten yana olan güçlerin çözüm için mücadelesinin yoğunlaşarak sürmesi gerekiyor.
Türkiye Komünist Partisi'nin girişimiyle kurulan Bu Düzen Değişmeli Platformu'nun İstanbul 1. Bölge Bağımsız Milletvekili Adayı Aydemir Güler'in haftalık soL Dergi'nin 6. sayısı için kaleme aldığı 'Filistin'de çözüm arayışı, Statükoyu zorlamanın zamanı gelmedi mi?' başlıklı makalenin bir kısmını, 'nasıl bir çözüm' sorusunu soran okurlarımızla paylaşıyoruz:

KAÇ DEVLET Mİ, HANGİ DEVLET Mİ?
Birleşmiş Milletler kararları ve taraflar arasında varılan ara anlaşmalardan oluşan uluslararası nitelikte ve hukuksal meşruiyeti son derece güçlü müktesebat, İsrail ve ABD’nin bugünkü pozisyonlarını tamamen boşa düşürmektedir. Yani uluslararası olası bir mutabakatın durduğu yer, orta noktası değil, Filistin halkının yanıdır.

Geçmişte sosyalist ülkelerin ve anti-emperyalist bağımsızlık güçlerinin ağırlığı altında oluşmuştur bu durum.
Emperyalizm bu durumu hukuken değiştirememekte, ama pratikte işlemez hale getirmektedir. Karar belli, ama uygulanmıyor. Bu kadar basit.

Bu koşullarda müktesebat hâlâ bizden, Filistin halkından, bölge başta olmak üzere ilerici hareketlerden yana iş görmekte midir? Sol, iki devletli çözüm ve buna bağlı olarak işgale son verilmesinden, göçmenlerin geri dönebilmelerine, siyasal tutuklu ve mahkumların salıverilmesine kadar uzanan güçlü bir çerçeveye sahiptir. Peki bu çerçeve solu güçlendirmekte, gericiliği silahsızlandırmakta mıdır?

Birinci tartışma ekseni budur.

Açıkçası, bugüne kadar İsrail’in tanımazdan geldiği, ABD’nin veto kartını çektiği bir tarih de, artık müktesebatın parçası haline gelmiştir. İşin daha da kötüsü, sahada iktidar gericilerdedir. Hem de yalnızca ABD-İsrail ağırlıkları olarak değil. Arap devletleri ve hatta El Fetih önderliği, emperyalist kapitalist sistemle kurdukları girift ilişkiler ve bağımlılıkları nedeniyle Filistin’in kurtuluşunun sıkı takipçisi olamamaktadırlar. Avrupa Birliği, Rusya veya çeşitli bölge devletlerinden oluşan (ara ara da değişen) ittifak ağları, herhangi bir çözümün bu odaklardan bazılarını devre dışına iteceğini bilmekte, bu riski almak yerine, çözümsüzlüğe yüzlerini dönmekte, çözümsüzlüğün sunabileceği politik olanaklara konsantre olmaktadırlar.

Bizden yana bir uluslararası hukuksal meşruiyet var. Ama sol, sosyalist, komünist hareketler dışında herkes bunun etrafından dolanıyor! Lakin bu kaçak güreşi açık edemeyecekleri, (ABD ve İsrail dışında) hukuku ve vicdanı tamamen reddedemeyecekleri için, bu durum solun meşruluk kaynaklarından biri olmaya da devam ediyor.

Öte taraftan iki devletli çözüm İsrail’in varlığını tanımak anlamına geliyor. Bu adım Sovyetler Birliği, ilk Filistin Komünist Partisi ve sonradan İsrail Komünist Partisi tarafından atılan türdendir. Ancak bu noktada SSCB’nin İsrail’i daha başlangıçta tanıması bir yana, siyasal tutumu diplomasi alanına olduğu gibi yansıtmanın yanlış olacağı eklenmelidir. İsrail’i tanımak bu devletin tasarruflarına karşı mücadele etmemeyi getirmez. Ayrıca siyasi mücadelede tanıyıp-tanımamak sık sık güç ilişkilerinin parçası haline gelse de, amacı ikame edemez. Siyasetin amacı düşmanı “tanımamak” değil, yenilgiye uğratmaktır. 

İsrail 1973 savaşının ardından Gazze ve Batı Şeria’dan çekilmeyi pazarlık masasına getirir. Filistin Kurtuluş Örgütü bu açılımı değerlendirip, İsrail ordusunun çekildiği bölgede devlet kuracağını açıklar. Açıktır ki, böyle bir kuruluş, zımnen İsrail’in varlığını kabul etmeyi içerecektir. Zaten sürecin bir unsuru da Filistin örgütlerinin İsrail içinde eylemleri kesmeleri ve yalnızca “işgal altındaki topraklar”da faaliyet yürütmeleriydi. Demek ki, 19. yüzyıl sonlarından itibaren gelen Yahudi nüfusun kendi siyasal devlet örgütlenmesi kalıcı bir statüko oluyordu.

Arafat önderliği konuyu bu sadelikte bırakmadı. Doğal olarak 1970’lerin sonlarında İsrail’le uzlaşma yolu belirginlik kazanmaya başladı. ABD Mısır ve İsrail’i Camp David anlaşmasında buluşturdu. Ortadoğu’da Osmanlı ve Britanya “barış”larının kapanmasından sonra artık Amerikan barışı tesis ediliyordu. Arafat’a, ulusal direniş önderi olarak açtığı kariyerini pragmatik, uzlaşmacı, oportünist bir burjuva politikacısı olarak kapatmak düşüyordu. Bu koşullarda Ret Cephesi’nin kurulması kaçınılmazdı. 

Bu dönemin dünya çapında sosyalizmin prestijinin yüksek olduğu İkinci Savaş sonrası konjonktürünün de sonunu işaret ettiği not edilmelidir. Sovyetler Birliği Çekoslovakya’yı bırakmamış ama ağır yara aldıktan sonra, ABD Çin Halk Cumhuriyeti’ni anti-Sovyet cepheye kazandırmıştı. 1973’te Şili darbesi solu ezip neo-liberalizm laboratuvarını kuracaktı. Afganistan’a uygulanan ağır markaj, Polonya’da Katolik kilisesi ve troçkistlerin ortak operasyonu, SBKP’nin çatlamasının kilometre taşlarıdır. Ortadoğu’da PaxAmericana emperyalist gericiliğin zaferinde bir dönemeç oluşturur.
Bugüne sıçradığımızda İsrail KP ve Filistin Halk Partisi yukarıda açıklanan “müktesebat”ın önde gelen taşıyıcıları olarak karşımıza çıkıyor. Mücadele programları demokrasi ve barış eksenli olan bu iki partinin dışında “Ret çizgisi” Filistin Komünist Partisi’ni de kapsamına alıyor. Bu çizgi Lübnan Komünist Partisi’nin önderliğinde Arap Sol Forumunda da büyük bir ağırlık oluşturmuş bulunuyor. Kimi komünist partiler veya sol hareketler, İsrail’in parçası olduğu için İsrail KP ile doğrudan temas bile kurmuyorlar.

Bu noktada da siyasal çizgisinin içeriği itibariyle hiç de radikal olmayan akım ve partilerin anti-İsrail radikalizm şovlarına nereye kadar anlam yüklenebileceği sorusu gündeme geliyor. Bir de, Filistin’de belirli bir güç birikimine ulaşan ve bir alanı kontrolü altına alan, bir dizi kazanıma sahip hareketlerin radikalliğinin ne ölçüde samimi olduğundan kuşku duyulmalıdır. Zira söz konusu kazanımların çerçevesi İsrail’in de imzasını alenen veya zımnen taşımaktadır. 

Tabii bir de yukarıda söz edilen demografik faktör var. 9 milyona yakın İsrail nüfusunun en az 6 milyon 600 bini Yahudi iken, ulus bazında bakılacaksa bir Yahudi devletini tanımamak anlamsız kaçacaktır. Yahudi nüfusun onda biri yasadışı yerleşimlerde ikamet etmektedir. 1967 sınırlarının ötesine taşan bu gerici militan topluluğa karşılık Filistinli Arapların da bir buçuk milyonundan fazlası İsrail vatandaşıdır. 

Kudüs’e gelince iş daha da içinden çıkılmaz hale gelmektedir. 1 milyon 100 bine yaklaşan nüfusun yüzde 75’i Yahudi ve yüzde 32’si Araptır. İki devletli çözümde şehrin batısının İsrail’e,doğusunun Filistin’e merkezlik edeceği varsayılmaktadır. Yarın bu gerçekleşse 50 bine yakın Arap ile 200 bin civarında Yahudi yer değiştirme zorunluluğu veya eğilimi içine girebilirler. Bu bir çözüm müdür?

Verili koşullarda “çözüm”e giden bir yol görülmüyor. Çözümsüzlük ise sınıf mücadelesinin üstüne kalın bir toprak tabakası atılmış olmasından kaynaklanıyor. İsrail’de komünistler Arap azınlığa daralıyor, Filistin’de ise emekçi halkın çoğunluğu (veya iş bulacak kadar şanslı olanları) sabahları işe gitmek için İsrail’e geçiyorlar. Filistin siyasetinde bu durum insan hakları ve barış bağlamında yer buluyor. Böyle olması şaşırtıcı değil, çünkü Filistin işçi sınıfının yaşamında kapitalist sömürü değil İsrail polis veya askerinin mermisi daha yakıcı bir sorun olarak kendini gösteriyor. Solun da tam buraya müdahale etmesi gerekiyor.

Filistin’de ve aslında Ortadoğu’nun bütününde barışın sonucu olarak emekçi halkın kurtuluş yolunun açılacağı tezi toplumsal, tarihsel pratik tarafından yanlışlanmıştır. Asıl, emekçi halkın kurtuluşu gerçek barış sürecini başlatacaktır. Filistin ve İsrail topraklarını kızıl kandan temizleyecek olan, üstünde kaç devletin kurulacağı değil, sosyalizmin kurulmasıdır.
Bölgede her bir politik tezin ve adımın test edileceği sorusu, bunun solu ve işçi sınıfını güçlendirip güçlendirmeyeceği olmak zorundadır. Sosyalizm hedefini görünmez kılan, gündemine almayan bir yaklaşımın ilerici, ilerletici olma olasılığı sıfırdır. Kuşkusuz ulusal gerilim ve çatışma ile bunların yol açtığı acı birikimin görmezden gelinmesi de, bir çırpıda silinmesi de imkansızdır. 

Ancak ulus değil sınıf kimlikli örgütlenmeler, hangi kökenden olursa olsun emekçilerin ortak gündemlerle mücadeleye girmeleri, enternasyonalist dayanışma ve bunun ötesinde sınıf kardeşliği yoluyla bugünkü tabloyu sarsacak bir emekçi birikimi oluşturmak mümkün olabilir. Bunsuz hiçbir şey olmayacağı görülmüştür ve devrimci siyasetin merkezine bu yeni birikimi koymanın zamanı çoktan gelmiştir.