ANALİZ | Azledilme tartışmaları: Kriz Trump ile sınırlı değil

2020 seçimlerine doğru ABD sermaye sınıfı ve sözcüleri, karşılaştıkları açmazları bir yerlere fatura etmeye kararlı görünüyor ama bu kararlı hal ancak kriz görüntüsünü pekiştiriyor. Kitleler ise geçmişte inandıklarına artık inanmıyor. Gramsci’nin sıkça atıf yapılan sözleriyle 'eskinin ölmekte olduğu, yeninin ise doğamadığı' bir kriz ABD’de kendini gösteriyor.

soL - Dış Haberler | Cengiz Belensoy

ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Demokrat Nancy Pelosi, ABD Başkanı Donald Trump’ın görevden alınmasına karşı olduğunu, böyle bir hamlenin fazlasıyla bölücü olacağını ve Demokratik Parti’nin 2020 seçimlerine odaklanması gerektiğini ifade etti. “Russiagate” histerisini besleyen, Trump’tan tutun, Yeşil Parti lideri Jill Stein’a kadar hemen herkesi Rusya ile işbirliği içinde olmakla suçlayan Demokratik Parti’nin, suçlamaların şiddetinde ve bugün durduğu noktada görünür bir ayrılık içinde olması ABD’nin siyaset sahnesi üzerine özenle düşünmeyi gerektiriyor: Trump ne tür bir ayrılığı temsil ediyor?

Pelosi, “Görevden alma kararı, karşı konulmaz, saygı uyandıran ve partizan olmayan bir şekilde gerçekleşmediği sürece, ülkemiz için ayrılık yaratacak bir karar, bu yüzden bu yolu tercih etmememiz gerektiğini düşünüyorum. Trump buna değmez” diyor. Trump’ın soruşturma sürecinin “kesin bulgulara” ulaşamamış olması görevden alma sürecinin ikna edici bir biçimde gerçekleşmemesine neden olabilir ancak Pelosi’nin esas çabasının sürecin “bi-partisan (iki partili)” işlemesi yönünde olduğu görünüyor. “Partizan olmayan, toplumda saygı uyandıran” kararları ABD sermaye sınıfının çoğunluğu tarafından kabul gören ve desteklenen kararlar olarak tercüme edebiliriz. Demokratik Parti’nin ihtiyatlı tutumu ve dağınık görüntüsünü anlamlandırmak, ABD sermaye sınıfının Trump’ın görevden alınması ihtimalini nasıl değerlendirdiğini anlamakla mümkün olacaktır.

Andy Kessler, WSJ’da 10 Mart tarihli yazısında finansal sistemin Trump’ın resmen suçlanmasına nasıl tepki göstereceğini öngörmeye çalışıyor. Kessler yazısına “Sadece aptalların borsanın geleceğini öngörmeye çalışacağına kanaat getireli çok oldu, şimdi bir de ben öngörmeye çalışacağım” diyerek başlıyor. Kessler, Trump’ın resmen seçildiği 2016 seçimlerinin hemen ardından Dow 30’nin bir gecede %5 değer kaybettiğini –izin verilen maksimum miktarda satış- ancak Dow Jones Endüstri Endeksi’nin bir sonraki gün %3 değer kazandığını, o günden bugüne ise hemen hemen %40 değer kazandığını belirtiyor. Daha geriye, 1868 yılına gidildiğinde Andrew Johnson’ın görevden azli karşımıza çıkıyor. Kessler, Lehman Brothers uzmanlarının hesaplarına göre “Dow Jones Pre-Industrial” ismini verdikleri endeksin Johnson’ın azline kadarki üç ay içerisinde %10 arttığını, soruşturmanın sonuçlanmasının ardından iki ay içerisinde %6 arttığını ifade ediyor. Kessler, bu kez Richard Nixon ve Watergate’i değerlendiriyor. “Mayıs 1973’ten itibaren 16 ay süren düşüşte, borsalar %20 değer kaybetti” diyerek Nixon’ın “görevden azli” sürecini değerlendirmeye başlayan Kessler, Nixon’ın 1974 Ağustos’unda istifasının ardından borsaların %5 yükseldiğini ancak Ekim’den itibaren %27lik bir düşüşün yaşandığını, makro göstergelerin hiç de parlak olmadığını anımsatıyor. Son olarak Bill Clinton’a değinen Kessler, 1998 Temmuz’undan Eylül’e kadar borsanın %20 düştüğünü kaydediyor ancak Rusya’nın borç krizinin düşüşe katkısını da yadsımıyor. Şubat 1999’da Clinton’ın “suçsuzluğunun ispatı” ile eş zamanlı olarak, dot-com balonunun büyümesiyle yeni bir spekülasyon dönemi açılıyor.

Hemen her makul insan, bu bilgilere dayanarak, finansal sistemin ABD başkanının azledilmesine yanıtının eş zamanlı başka parametrelere, başka değişikliklere verdiği yanıtla birlikte kendini dışa vurduğunu görecektir. Bu dev kumarhanenin tepkilerinin enflasyon beklentilerine mi, yabancı bir ülkedeki borç krizine mi, ABD Başkanı’nın görevden azledilmesine ait mi olduğunu kestirmek, kesin olarak mümkün değil. Ancak Kessler’in görüş yazısı bilimsel bir analiz olmaktan çok sınıf karakterini açık eden bir beyanat...

BİR ODAYA TOPLANIP PLANLAR YAPAN KÖTÜ ADAMLAR

Kessler “Pazarları anlamak için, her sabah portfolyo yöneticilerinin yatırım fonlarında kısa ve uzun vadeli trendleri tartışmak için bir araya geldiklerini anlamalısınız. Pazarı şekillendiren olaylarda bu odalar savaş odalarına benzer, yatırımcılar en iyi ve en kötü senaryoları düşünür, bu senaryolara olasılıklar atar ve sermayelerini buna göre konumlandırma planları yaparlar” sözleriyle tam da “bir odaya toplanıp planlar yapan kötü adamlar”ı betimliyor. Gerçekten de kapitalistler ABD Başkanı’nın kim olduğuyla, ne yaptığıyla bir derece olsa da, esasen tüm bunların yatırımlarını nasıl etkilediğiyle ilgili; ve bu sonuçları şansa bırakmaya hiç de niyetli değiller!

Pazarların en kötü ihtimali göz önünde bulundurduğunu belirten Kessler, yeni vergi politikası sonuçlarındaki ve Trump’ın Beyaz Saray’daki yakın çevresindeki belirsizliğin pazarlar için kötü sonuçların olasılığını beslediğini belirtiyor. Ancak daha önemlisi, 2020’de bir Demokratik Parti zaferinin yaratacağı etkiler: Vergi politikaları geri alınabilir (Kessler burada Dow Jones’da gözlenen %40 artışın yarısının Trump’ın vergi politikalarından kaynaklandığını belirtiyor), kazançlarını vergi cennetlerine kaçıran şirketler üzerine siyasi baskı artabilir ve çevrecilerin iklim değişiklikliğine karşı enerji sektörünün dönüşümünü içeren programı“Green New Deal” gerçekliğe kavuşabilir… Bütün bu senaryolar, Kessler’e göre en kötü ihtimaller; pazarların kendilerini hazırladıkları en kötü senaryolar. Pelosi kaygılanmakta haklı. Sermaye sınıfı kârları için kaygılanmakta iken, “demokrasi” ve “özgürlük”, “ABD’ye yaraşır bir başkan figürü” kenarda beklemek zorunda.

KRİZ TRUMP İLE SINIRLI DEĞİL

ABD sermaye sınıfı Trump ile kazandıklarını kaybetmek istemiyor. Olası bir Demokratik Parti zaferi ile artan vergilerden, deregülasyon günlerinin geride kalmasından çekiniyor. ABD’nin emperyalist sistemin önde gelen gücü konumunu koruması da elbette sermaye sınıfının ülkedeki gücüne bağlı. Demokratik Parti içindeki görüş ayrılıkları geçici bir kaygıyı tetikleyebilir... Ancak daha önemlisi, ve bu gücü esas sınayacak olan, emekçi sınıflardaki geniş hoşnutsuzluk.

Bir başka WSJ yazarı Walter Russell Mead, 5 Mart tarihli yazısında Chicago Council on Global Affairs adlı think tank’ın anketine katılanların %70’inin soyut bir düzeyde ABD’nin uluslararası sorunlara dahil olmasını desteklediklerini ifade ediyor. Buna karşılık Pew’in 2018 anketine katılanların yalnızca %32’si ABD’nin uzun vadeli hedeflerinden birinin Çin’in gücünü sınırlandırmak olması gerektiğini düşünüyor. Anket katılımcılarının çoğu NATO üyeliğinden memnun olsa da yalnızca yarısı Rusya ve Estonya arasında bir çatışma durumunda ABD’nin dahil olması gerektiğine inanıyor.

Ayrılıklar kuşaklar arasında daha belirgin bir hal alıyor: 20-30 yaşlarındaki katılımcıların, “ABD istisnacılığı”na inanma, ABD’nin “insani yardım/müdahale” kampanyalarına destek olma ve ABD’nin KDHC, Rusya ve Çin’in “gücünü sınırlamasının gerekliliğine” inanma ihtimalleri yaşlı katılımcılardan belirgin bir biçimde düşük. Cumhuriyetçi ve Demokratik Partilerin seçmenleri de kendi içlerinde sınıf karakterlerine göre bölünmüş görünüyor. İki partinin de üst gelir gruplarından gelen “elit” seçmenleri ve emekçi tabanları arasında uluslararası ticaret, uluslararası ittifaklar ve göçmenlere bakış başlıklarında görüş ayrılıkları beliriyor. Bu noktada Kessler’in yukarıda özetlediğimiz değerlendirmelerinin büyük oranda finansal yatırımları ilgilendirdiğini, Trump’ın uluslararası ticaret politikasının sermayenin tüm kesimlerince destek görmediğini vurgulamakta fayda var.

Eurasia Group Foundation yaptığı başka bir ankette “uzmanların” yüzde 47’sinin “ABD’nin liderliği küresel istikrar ve dolayısıyla ABD’de barış ve refah için elzem” ifadesine katıldığı öte yandan bu görüşün genel kamuoyunda yalnızca %9.5’lik bir kesimde destek bulduğu sonucuna ulaşıyor. “ABD küresel liderliğinin sonucu karşılaştığı zorluklara değil kendi iç sorunlarına odaklanmalı” ifadesi farklı seçmen gruplarından %44’lük bir destek bulurken, uzmanların ancak %9’u bu fikri onaylıyor.

Sermaye sınıfı temsilcilerinin görüşleri ve kamuoyunun görüşleri arasında bir ayrılık olduğu ve sıklıkla siyasetçilerin bu ayrılığa rağmen politikalarını geliştirdikleri açık. Bunun yanısıra, belirtilen görüşler yüzleşilen zorluklarla bir arada hareket ediyor. Tüm bunlara rağmen, ABD’de geniş kitleler içerisinde artan hoşnutsuzluğun faturasının geçmişteki politikalara kesildiğini görmek mümkün. Mead, uzman görüşleri ve kamuoyu görüşü arasındaki açının büyümesinin politikaları da etkileyeceğini belirtiyor.

2020 seçimlerine doğru ABD sermaye sınıfı ve sözcüleri karşılaştıkları açmazları bir yerlere fatura etmeye kararlı görünüyor, ama bu kararlı hal ancak kriz görüntüsünü pekiştiriyor. Egemen sınıflar içerisindeki fikir ayrılıkları artarak kendilerini gösteriyor; “liderlik” yeteneklerini yitirmiş, yalnızca “baskın” bir konumu koruyabilir hale gelmiş durumdalar. Kitleler ise geçmişte inandıklarına artık inanmıyor. Gramsci’nin sıkça atıf yapılan sözleriyle “eskinin ölmekte olduğu, yeninin ise doğamadığı” bir kriz ABD’de kendini gösteriyor.