ABD’de iklim felaketleri ve çevresel adaletsizlik: Sorunu siyasallaştırmak

Öncelikle Amerika’da ve dünyada aşırı hava olaylarının sayısının ve şiddetinin gidererek artması doğrudan iklim değişikliği ile alakalı. Her olaydan sonra Amerika basınındaki gericilerin “Yaşanan felaketi politikleştirmeyelim” çağrıları aslında son derece politik ve bu bağlantıyı gizlemeye yönelik.

Yasemin Dildar

Çevresel adaletsizlik kapitalist sistemin normal işleyişiyse felaket zamanları eşitsizlikleri daha da derinleştiren, adaletsizliğin hızlı çekimde yaşandığı zamanlar diyebiliriz. Doğal felaketlerde en büyük hasarı dayanıksız ve sigortasız evlerde yaşayan, kaçmak için toplu taşımaya muhtaç, felaket sonrası yeniden yapılandırma süreçlerinde ayrımcılığa maruz kalan yoksullar, etnik azınlıklar ve mülteciler görüyor. Son birkaç ayda Amerika’da yaşanan kasırgalar ve yangınlar bunu bir kez daha gözler önüne serdi.

Öncelikle Amerika’da ve dünyada aşırı hava olaylarının sayısının ve şiddetinin gidererek artması doğrudan iklim değişikliği ile alakalı. Her olaydan sonra Amerika basınındaki gericilerin “Yaşanan felaketi politikleştirmeyelim” çağrıları aslında son derece politik ve bu bağlantıyı gizlemeye yönelik.

Çünkü biliyorlar ki bir kere problemin adını koyduğumuzda, iklim değişikline karşı mücadele piyasa ekonomisinin başarabileceği ve hatta gerçekten deneyebileceği bir şey değil. O yüzden kapitalizmin en gelişkin ülkesi bütün bilimsel argümanlara rağmen iklim değişikliğinin inkârında ısrarcı.

Küresel ısınmanın kuraklığı ve Kaliforniya yangınlarını nasıl tetiklediğini görmek zor değil. Kasırgaların oluşumunu ve şiddetini ise farklı şekillerde etkiliyor. Örneğin Harvey Kasırgası’nın bu kadar şiddetli olmasının nedeninin yükselen deniz suları ve Meksika körfezinde artan deniz suyu sıcaklığı olduğu iddia ediliyor.

KASIRGANIN POLİTİK EKONOMİSİ

Kasırganın vurduğu Texas Houston petro-kimya endüstrisinin merkezlerinden biri. Hispanik ve düşük gelirli insanların yoğunlaştığı Doğu Houston bölgesi (Manchester, Galena Park) zenginlerin ve beyazların yaşadığı Batı Houston’dan çok daha fazla kimyasal fabrika bulunduruyor.

Ayrıca burada yaşayan insanların daha büyük bir yüzdesi riskli üretim tesislerine yakın yaşıyor. Hatta petro-kimya endüstrisinin hemen yanında tellerle ayrılmış bir alanda yaşadıkları için bu insanlar çit topluluğu (fenceline community) olarak adlandırılıyor.

Felaketin hemen ardından bölgede yaşayan insanlar sosyal medyada dayanılmaz bir yanmış plastik kokusu duyduklarını yazıyorlardı. Sanayinin dibinde toksik gazlarla iç içe yasamak kapitalist sistemde elbette ki bir “seçim”, ekonomik zorunluluğun mahkûm bıraktığı ve tam da bu yüzden çevresel adaletsizlik ekonomik adaletsizlikle başlıyor. Bu insanlar zaten normal koşullarda daha fazla sağlık sorunuyla boğuşuyor.

Fakat maruz kaldıkları risk medyada pek yer bulmayan iki önemli mesele yüzünden çok daha fazla arttı.

Birincisi kasırga sırasında kapatılması gereken petro-kimya fabrikalarının kapatılırken ve tekrar açılırken bir seferde yaydıkları toksik emisyon miktarı. Bu miktarlar yasal sınırların çok çok ötesinde.

İkincisi de Superfund sitelerindeki taşkınların yaydığı kanserojen kimyasallar. Superfund zararlı atıklarla kirlenmiş bölgelerin temizlenmesi için uygulanan federal bir hükûmet programı. Bu bölgelere en yakın yaşayanlar da yine yoksullar ve taşkınlarda maruz kaldıkları sağlık riskleri arttı.

Ne boyutta etkilendikleri ile ilgili ise henüz bir çalışma yapılmadı ve muhtemelen uzun bir süre bu insanlar üzerindeki hasarın gerçek boyutlarını bilemeyeceğiz. Bu sırada Houston’ın zengin bölgelerinden Memorial’da hiç sel yaşanmadı çünkü bölge hendekler, toprak barajlar ve dev bir atık su savağı ile sele karşı son derece hazırlıklıydı.

KASIRGALARIN YARATTIĞI 'SOYLULAŞTIRMA' FIRSATI

Felaketlerden sonra şehirlerin yeniden yapılandırma süreçleri de varolan eşitsizlikleri daha da derinleştiriyor.

Sel sigortası ya da yangın sigortası olanların işi daha kolay, ev sahipleri kiracılara göre daha avantajlı çünkü kiralar inanılmaz artıyor, federal yardımlardan yararlanmak konusunda da zengin ve orta gelirliler yoksullara ve azınlıklara nazaran sistemi kullanmakta daha becerikliler.

Yasal statüye sahip olmayan göçmenlerin zaten hiç şansı yok.

Örneğin 2005’te yaşanan Katrina Kasırgası’ndan sonra yeniden yapılandırma süreci bir çeşit gentrifikasyonla (soylulaştırma) sonuçlandı.

Amerika’da dar gelirlilerin konut ihtiyacı için iki program var. Birincisi piyasadaki fiyatların altında kiralanabilen devlet tarafından sübvanse edilen kamu konutları, bir de Section 8 konut kupon sistemi.

New Orleans’ta Katrina’dan sonra ikinci sisteme geçildi, yoksulluğun belli bölgelerde yoğunlaşması ve sözde ırk ayrımcılığını önlemek için. Dar gelirli aileler karışık gelirli konutların olduğu bölgelerde kiranın bir kısmını devlet tarafından karşılanan bu kuponlarla ödeyerek yaşayabileceklerdi. Tabii ev sahibinin rızasıyla (bir çalışmaya göre, New Orleans’taki ev sahiplerinin yüzde 82’i kuponla ödeme yapmak isteyenleri ya kabul etmedi ya da normalden ağır şartlar ileri sürdü).

Katrina’dan önce devlet tarafından desteklenen ailelerin yüzde 64’ü kupon kullanıyordu, yüzde 36’sı kamu konutlarındaydı. 2014 yılında bu rakamlar yüzde 91 kupon, yüzde 9 kamu konutu şeklinde değişti. Yıkılan hasar görmüş kamu konutları yerine karışık gelirli bölgeler için yapılacak daha iyi binaların inşaatı başladı. Evlerini kaybedenlere de kupon verildi.

Sonuç kupon kullananların büyük bir kısmının düşük gelirli ve siyahların yaşadığı bölgelere şehrin banliyölerine birikmesi oldu. Bu insanların çalışmak için toplu taşımaya ihtiyaç duyduğu ve toplu taşıma sisteminin hala tamamen onarılamadığını da probleme eklemek gerek. Benzer süreçlerin Harvey Kasırgası’ndan sonra Houston’da da yaşanacağını tahmin etmek zor değil.

ACIMASIZ EMLAK PİYASASI

Güney Kaliforniya yangınları sonrasında evlerini kaybedenlerin işi daha da zor çünkü emlak piyasası orada çok daha rekabetçi ve acımasız. Yangınlar medyanın gündemine küle dönüşen şarap bağları ve esrar tarlalarıyla geldi.

Amerika’da tüketilen şarabın yüzde 85’i ve ihraç edilen şarabın yüzde 97’si yangınlardan etkilenen Napa ve Sonoma Vadileri’nde üretiliyor.

Yangından şarap endüstrisi büyük zarar gördü. Fakat bu sırada gözden kaçan asıl kaybedenlerin tarım isçileri olduğu. Kaliforniya’daki tarım isçilerinin yüzde 71’i Latin Amerika kökenli (latino).

Yangınlar zaten son derece belirsiz olan mevsimlik tarım işçiliğini daha da zorlaştırdı. İşlerini ve evlerini kaybeden yoksul insanların başka eyaletlere taşınmaktan başka şansı kalmadı.

Güney Kaliforniya’da yangınla mücadelenin ekonomi politiği gerçekten ibret verici. Bölge tarihsel olarak çok ciddi yangınların merkezi fakat her büyük yangından sonra daha da büyük yeniden inşa projeleri geliyor.

Los Angeles’ta, San Diego’da kıyı bölgelerine, yangının kolayca yayılacağı korunmasız alanlara, yoğun çalılıkların olduğu zirvelere devasa lüks mansiyonlar yapılmaya devam ediyor. Mansiyon sahipleri bir yandan yerel düzeyde yangınla mücadeleye ayrılacak kamu kaynaklarının artırılmasını yoğun lobi faaliyetleri ile engellerken öte yandan olası yangınlarda en hızlı en kapsamlı itfaiye müdahalelerinden ayrıcalıklı olarak faydalanabiliyorlar.

Yangınlara verilen tepki büyümeyi kısıtlama ya da en azından yangına karşı korunmasız bölgelerde lüks binaların inşasını kontrol altına almak yerine yangınla mücadeleye ayrılan bütçeyi sürekli artırma yönünde. Bu da aslında zenginlerin lüks evlerinin yangından etkilenmeyen bölgelerdeki nüfusun vergileriyle korunması, sübvanse edilmesi demek.

Marksist tarihçi ve kent kuramcısı Mike Davis, yangınların sıklaşmasında ve şiddetlenmesinde iklim değişikliğinin rolünü kabul etse de her şey için iklim değişikliğini suçlamanın siyasi sorumluluk almaktan kaçınmak anlamına gelmeye başladığını haklı olarak vurguluyor.

Mike Davis sorunun Güney Kaliforniya’da arazi sahipliğine ve arsa fiyatlarındaki enflasyona müdahale edilmekçe çözülebilir olduğunu düşünmüyor. Örneğin özellikle yangına karşı korunmasız kıyı bölgelerinin kamu malı olarak kalması, imara açılmaması gerektiğini düşünüyor.

Bu tür felaketlerle mücadelede teknik ya da bilimsel bir çözüm söz konusu değil, bölgedeki güçler dengesinin değişmesi dolayısıyla politik bir çözüm gerekli. Bunun aynı zamanda bütünlüklü bir çözüm olması gerekiyor. Yeni binaların inşasına karşı çevreci guruplar bölgedeki hesaplı konut ve iş ihtiyacını göz ardı ediyor ve işçi sınıfının desteğini alamıyor. Daha geniş çevrelere ulaşabilecek talepler işçi sınıfının yoğunlaştığı şehirlerin iç bölgelerine yatırımları artırmak ve çevreye duyarlı düzenlemeler olmalı.