Müdahaleler yeni yaşam tarzı için

AKP’nin 1. Cumhuriyeti bitirme 2.sini kurma sürecinde en önemli mücadele başlıklarından birisinin, ülke insanının "yaşam tarzını değiştirmek" olduğu biliniyor. Çünkü biri olmadan, diğerinin de tam anlamıyla rayına oturmayacağının farkında.

Başbakan Tayyip Erdoğan, hatırlanacağı üzere bundan birkaç sene önce sigara yasağının kapsamının genişletilmesi aşamasında, kameralar önünde insanların cebinden sigara paketlerini alarak onlardan sigarayı bırakacaklarına dair “söz” vermelerini istiyordu. Erdoğan vatandaşlarını bu zararlı alışkanlıktan “kurtarmaya” başladığında, birçok kimse bu hareketi meşru ve faydalı olarak gördü. Zaman geçtikçe, Erdoğan ve AKP’nin insanların hayatlarına müdahalesinin dozu arttıkça görüldü ki, Başbakan sigara paketini alırken aslında vatandaşının sağlığını düşünmüyor, insanları kendi kafasındaki “doğru” yaşam tarzına uydurmak için ilk adımı atıyordu.

Bu birkaç senenin ardından Erdoğan, arkadaşlarından “söz alan” bir liderden olmaktan çıkıp, ülke insanına “İçki sigara içmezsiniz olur biter” diye emir veren bir isim olarak meydanlarda göründü. AKP ve onun lideri bu süreç içinde, giyim tarzından, kaç çocuk yapmaları gerektiğine kadar birçok konuda kendi doğrularını ülke insanına dayatır hale geldi. Ülkeyi dönüştürmenin son aşaması insanları değiştirmekti.

Sigara içmeyin, içki içmeyin, üç çocuk yapın
Başbakan Erdoğan’ın en çok akıllarda kalan ve her fırsat bulduğunda halka verdiği öğütler olarak bilinen, “içki sigara ve çocuk” söylemi muhafazakâr yaşam tarzının basit formülasyonu sayılabilir. Tek başına birçok insan için “sevimli” görünen bu öğütler, toplum hayatı üzerinde dinin etkisinin artırılması, cemaatlerinin önünün açılması, laik kesimin yaşam alışkanlıklarına dair her fırsatta gerçekleştirilen nefret söylemi ile birlikte düşünüldüğünde ortaya çıkan tablo daha büyük bir toplumsal hedefin olduğunu ortaya çıkarıyor.

Kadınlar iş hayatından uzaklaştırılıyor
Söylemde kadını “iş yaşamına katmaktan” bahseden AKP’lilerin, üç çocuk yapan birisi eğer çok zengin değilse ve çocuklarını bakıcıya bırakamıyorsa bunu nasıl gerçekleştirebileceğine dair bir cevap vermeleri zor görünüyor. Son olarak ortaya atılan çalışma saati düzenlemesi de, 6’da başlayacak bir mesai için insanların 4-5 gibi uyanmaları gerektiği düşünüldüğünde, geri kalan zamanda ev hayatı ile ilgilenememeleri anlamına geliyor ki Türkiye’de bunun sorumlusunun birçok aile için kadınlar olduğu düşünüldüğünde, kadınların bir tercih yapmaya zorlanması sonucunu doğuracağı açık. O saatte birçok kişinin kadınların dışarı çıkmasını “tehlikeli” bulduğu da bilindiğine göre bu durumun açıkça kadınların iş hayatının dışına itilmesine sebep olacağı anlaşılıyor.

Erdoğan’ın kadın erkek eşitliği konusunda konuşmaya başlayınca tek söylediğinin “kadın ve erkek eşit değil, birbirinin tamamlayıcısıdır” olması, Başbakan’ın kafasındaki iş bölümünü ortaya koyuyor. Bu iş bölümüne göre erkek çalışacak, kadın da evdeki üç çocuğu büyütecek.

Dini kurumların "yeni" işlevselliği
AKP’nin devlet organizasyonunda da toplumu kendi istediği şekle sokmak için ciddi değişiklikler yaptığı görülüyor. İnsanlar üzerinde eskisine göre dinin artan etkisi, Diyanet ve cemaatler gibi kurumların da işlevselliğini ile paralel gidiyor.

Bu tasarıma göre Diyanet Kurumu aracılığı ile imamların toplum hayatındaki etkisini artırma, camileri mekânsal olarak işlevsel kullanma amacı güdülüyor. Aile imamı uygulaması dâhil, verilen vaazların içeriğine kadar birçok etkinliğin bu kapsamda tasarlandığı görülüyor. Camilerin ise sadece ibadet için uğranılan yerler olmaktan çıkarılıp, insanların zaman geçirmek için uğradıkları yerlere dönüştürülmeye çalışılıyor. Kuran kursu için yaş düzenlemesi, birçoğunda cemaatler tarafından organize edilen “sohbetler” , bölge halkının cami vakıfları aracılığı ile katkı koymak yolunda teşvik edilmesi gibi uygulamalar da bu kapsamda düşünülebilir.

Son yıllarda propagandası artırılan “Kutlu Doğum Haftası”nın bir milli bayrama dönüştürülmesi, Diyanetin çocuklara dönük özendirici kampanyaları ve tüm bunların devlet tarafından desteklenmesi, ülke insanında “ortak değer yargılar” yaratma çabasının bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor.

Yine özellikle son birkaç yıldır “hayır” başlığı altında faaliyet gösteren kurumların hayatın her alanına girdiği görülüyor. Deniz Feneri, Kimse yok mu vs. kurumların bağış kutularını, en küçüğünden en büyüğüne kadar birçok işletmenin bir köşesinde görmek mümkün. Bu kurumların arkasında cemaat örgütlenmelerinin olduğu biliniyor. Ülkede cemaatlerin artan etkisi, toplumsal olarak sosyal devlete alternatif bir örgütlenmenin oluşması anlamına geliyor. Ülkede yoksullaşma arttıkça bu ve benzeri kurumlar aracılığı ile kurulan ilişkilerin insanlar üzerinde, devletin sosyal sorumluluklarından kendini muaf etmesi ile birlikte, “dayanışma” duygusu ve dini inançların birleştiriciliği ile hâkim kılındığı görülüyor. Cemaat olmanın en belirgin özelliği ise, insanların bu toplulukta, cemaatin sahip olduğu yaşam normlarına uyduğu sürece barınabilmeleri olduğu bilinen bir gerçek. Yani birisi "ben içki içmek istiyorum ama yardıma da ihtiyacım var" dediğinde, buralardan karşılık bulmasının imkanı yok. Sosyal devletin de ortadan kaldırıldığı düşünüldüğünde, bir kişinin yardıma olan ihtiyacı arttıkça, yaşam tarzının ona göre şekillenmesi gündeme geliyor.

Diğer yandan dini örgütlenmelerin devlet içinde ve sermayede artan gücü düşünüldüğünde, insanların iş bulma gibi başlıklarda bu “kurumlara” olan ihtiyacı da, kişilerin hayat tarzları konusunda belirleyici hale gelebiliyor.

Beyoğlu, içki yasakları, kriminalize etme çabası
AKP’nin söyleminde belirleyici ideolojik başlıklardan bir tanesinin içki olduğu görülüyor. İktidar olduğu günden beri bir çok belediye tesisinde alkollü içki tüketilmesini yasaklayan AKP, bunu "toplum sağlığı" kılıfı altında yaparken, içki içmeyi de bir suçluluk, anomali haline getirme ve öyle lanse etme gayretinde. Başbakan Erdoğan’ın konuyla ilgili eleştirilere yanıt verirken kullandığı dil ne demek istediğini açıkça gösteriyor: "İsteyen istediği kadar içiyor. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içiyorlar. Sekiz yıldır neyi yasakladık?"

Başbakan’ın bu sözlerine, zabıtaların içki satan büfe sahibinin kafasında sopa kırması, kendine vazife çıkarmış bir ya da birkaç mahallelinin içki içenlere saldırması eşlik edince, sokaktaki oto-kontrol AKP adına sağlanmış oluyor. Yeni şehir düzenlemelerinde içki içilen mekânların aynı yerde toplanma çabası, planların buna göre yapılıyor olması da yine bu mantığın ürünü.

Son olarak Beyoğlu’nda gerçekleştirilen masaların kaldırılması, tablonun bütünü düşünüldüğünde basit bir düzenleme olarak değil, AKP’nin ülkede ideolojik olarak nüfuz etmekte sıkıntı çektiği en önemli merkezlerden birine zor yoluyla girmesi olarak ortaya çıkıyor. Özellikle üniversite gençlerinin vakit geçirdiği Taksim-Beyoğlu civarı, yasal düzenlemelerle, tıpkı Başbakan’ın istediği şekle getirilmiş oldu. Başbakana göre oldukça ters bir yaşam tarzı süren bu gençler, artık mekânların içinde sigara, dışında içki içemiyor.

Hükümetin mali yönden sıkışınca aklına ilk gelen şeyin içki-sigara zammı olması da, geçtiğimiz gün Bülent Arınç’ın bir televizyon programında itiraf ettiği gibi “bu zamlar 74 milyonu ilgilendirmiyor” sözleri ile birlikte düşünüldüğünde, hükümetin arzu ettiği şekilde yaşamayanların, dolaylı yoldan cezalandırılması anlamına geliyor.

(soL -Haber Merkezi)