Mücadele ateşi sönmeyen bir hukukçu: Gülçin Çaylıgil

Adalet İçin Hukukçular'ın portalı adaletvesosyalizm.org, hayatı boyunca ilkelerinden taviz vermeden mücadele eden hukukçularla yapılan röportajlara yer veriyor. Sitede röportaj dizisinin ilkini ise meslek yaşamına 1952'de başlayan Gülçin Çaylıgil'le gerçekleştirdi.

Adalet İçin Hukukçular grubunun internet portalı adaletvesosyalizm.org, hayatı boyunca taviz vermeksizin mücadele eden hukukçularla yaptığı röportajlara da yer veriyor. Sitede başlatılan röportaj dizisinin ilki ise meslek yaşamına 1952 yılında başlayan, onlarca "düşünce suçu" davasında müdafi olarak sıfatıyla yer alan, 12 Mart döneminde Deniz Subayları Davası, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının İstanbul’daki davaları, Aydınlık Davası, Madanoğlu Davası, TKP Davası 12 Eylül döneminde TİKP Davası, DİSK Davası, Aydınlar Dilekçesi Davası, THKP-C Davası, Devrimci Sol Davası bu davalarda avukatlık yapan Gülçin Çaylıgil oldu.

Harun Karadeniz, Adnan Benk, Orhan Apaydın, Doğan Avcıoğlu, Çetin Altan, Vedat Günyol, Server Tanilli, Yalçın Küçük, Talat Turhan, Uğur Mumcu gibi birçok aydın ve sanatçının savunuculuğunu üstlenen Gülçin Çaylıgil,Adalet ve Sosyalizm'in sorularını yanıtladı.

“Avukatlığı lüks olarak yaptım.”

Öncelikle bizi kabul ettiğiniz için teşekkürler. Gülçin Hanım ne zaman Bodrum’a yerleştiniz? Burayı seviyor musunuz?

Gülçin Çaylıgil: Hayır. İstanbul’da doğdum orada büyüdüm. Mesleğim, çevrem hep orada. Tabii ailem, arkadaşlarım da. 3 senedir buradayım. Özellikle ben bunu bilmiyordum, tıbbi bir deyim doktorların söylediği: Yaşlılarda travma oluyor, yer değiştirmek. Moda’daki bir komşumuz annesini karşı taraftan Kadıköy’e getirmiyordu, bir travma yaşamasın diye. Onu anlıyorum. Bazen çok bunalıyorum burada çünkü yaşlıyken geldim buraya. Bir de ben hiç şehirden çıkmadım, hiç kasaba hayatı bilmiyorum. Birden çevremi bırakıp buraya geldim. Kiralar belimi büktü. Hiç bilemedim yaşlılıkta bir evin lazım olabileceğini.

Avukatlığı lüks olarak yaptın derdi bana kardeşim, doğru. Yani para için yapmadım, ücret falan düşünmedim. Bir gün bir ev gerektiğini de aklıma getirmedim. Neyse burada sevimli bir ev sahibimiz var. Reşide’yle birlikte paylaşıyoruz kirayı suyu şuyu buyu... Bana yaşlılığı tarif et dedilerdi yaşlılık hayal kuramamak. Geleceği yok insanın. Avrupalılardan öğrendim, benim Fransa’da yaşayan bir arkadaşım var. 3 yıl sonrasını planlar. Türklerde öyle bir şey yok, hele bu yaşta plan yapacak geleceği yok.

Yarım asırlık hukuk mücadelesi

Türkiye’de her şey belirsiz olduğu için sanıyorum.

GÇ: Öyle ama siz gençsiniz sizin için değil tabii. Kaç senelik avukatsınız?

İki senelik.

GÇ: Demek iki senelik. Ben en son İpek Çalışlar’ın ve Ahmet Altan’ın davalarına girdim. 2007’de bıraktım avukatlığı. 1952 yılında başladığıma göre 55 yıl olmuş. Yarım asır. Ama hep sevdiğim tarafını yaptım. Yani bir ara, Sahir Erman’ın eşi vardır Gül Erman, yakın arkadaşımdı. Staj Eğitim Merkezi vardı. Utanırdım “Müdürüm” demeye ama oranın da müdürü oldum. Staj Eğitim Merkezi’nin Yürütme Kurulu vardı, onun başıydım yani ama her şeyi Gül yapardı. Orada da 6 veya 8 sene hocalık yaptım. Genç stajyerlere ders veriyordum, çok keyifli geliyordu bana. 70 - 80 kişilik staj eğitim sınıfları vardı. Birçok hocamız vardı. Ben de ceza hukukuyla ilgili ders veriyordum. Özellikle meşhur 301. madde ve ceza usulu ile ilgiliydi. Bu tatsız değildir deyip işkenceden başlıyordum. Ders vermek çok hoştu o da kanserden gitti elimden. Lanetliyim. Önce bir göğsüm alındı. Sonra ses tellerimin yarısı alındı. Deha bir doktorum var. “Yarısı yetmiyor mu, n’olacak.” diyor bana.

“Cezalar şahsileştirilmiyor”

Biraz önce 55 sene bilfiil avukatlık yaptığınızı söylediniz. Hiç hakim veya savcı olmayı düşündünüz mü?

GÇ: Allah göstermesin. Hiç karar veremezdim. Çok kitap okurdum. Camus’yu severdim. Camus’nün hukukla ilgili bir kitabı vardır. Yargının, hukukun ne olduğunu anlatır. Asla karar veremezdim. İnsanları mahkum etmek, karar vermek o kadar yüzeysel karar veriliyor ki! Karar verebilmek için o insanın çocukluğundan başlamalısınız. Herkese aynı madde uygulanıyor. Şahsileştirilmiyor cezalar. Bu güya şahsileştirilmiş hali. Hakimin takdir yetkisi var. İtalyanlar güya yapmış bunu. Biz de oradan aldığımız için…

Peki bu 55 yıllık meslek hayatınızda siyasi davalara geçişiniz nasıl oldu?

GÇ: Beni ilk etkileyen dava Adnan Benk’in davasıdır. Doçentti. İlk defa kelepçe vurulup cezaevine gönderilen bir bilim adamı. Edebiyat fakültesinde tanıdım. Çok yakın arkadaşım, sonra da kardeşimin kocası oldu. Sonra Vedat Günyol çıktı karşıma. Onun Yaşar Kemal’le birlikte bir davası oldu. Babeuf’ü çevirmişler, onunla ilgili bir davaydı. Böylece tüm yazarçizer tayifesi gelmeye başladı. Sonra Türkiye İşçi Partisi’ne girdim. Beni Disiplin Kuruluna üye yapmışlar. Ben o arada Paris’teydim. Döndüm. Ve partide hukuk bürosunda çalıştım. Toplu davalara girdim. Böylece kendimi aydın davalarının, siyasi davaların içinde buldum. Ben hep avukatlığın bu tarafını sevdim. Allah rahmet eylesin neyse ki ortağım vardı Ziya Nur, Kürt, kocaman bir adam. Bize para kazandıracak, bizi yaşatacak davalara o girerdi. Boşanmaydı, araziydi... hiç bana sorarsanız bilmem onları. Her şeyi paylaşırdık hem gelir hem gideri. Uzun seneler böyle idare ettik sonra o vefat etti. Asistanımız vardı bıcır bıcır. Onunla ortak olduk. O hala bizim Baro Han’daki yazıhanemizde avukatlık yapıyor. Ben uzun süre avukatlık yaptım şimdi 90 eksi 2 yaşındayım ama içim titriyor şu kalabalık Ergenekon davasını gördükçe ses tellerim iyi olsaydı ona girerdim.

"Ben bu bilirkişilerin aslında bilmez kişiler olduklarına dair yazdım. Bir gecede 12 tane rapor inceleyip kendi arşivlerimden bunların komünizm propagandası var dedikleri ama kesin kararla beraat çıkmış davaları buldum. Bunları mahkemeye sunardım bunlar bilir değil bilmez kişiler diye."

Sizinle ilgili okuduğum kitap ve röportajlardan anladığım kadarıyla hep savunduğunuz insanlarla bir bağ kurmuşsunuz. Sizi en çok etkileyen hangi dava oldu?

GÇ: Müvekkillerimi severim hep. Sadece bir kere bir katil davası aldım. Adını bile unuttum bak. Çok yakın bir arkadaşımın yeğeniydi. Gelip gittiler devamlı, “Ben bu davaları bilmem, başkasına yönlendireyim” desem de “İlla sen” dediler. Annesini öldürmüş çocuk. Tahrik falan da yoktu. O yüzden o müvekkilimi sevemedim. Oysaki ben müvekkillerimle can ciğer arkadaştım.

Bak nasıl girdim bu davalara derken… geçen gün baktım, Yalçın Küçük’ün tam 19 klasörü var bende. Bir de Ahmet Altan’ın öyle. O çok güzel yazar. Sorguya verdiği cevaplar harikadır. Hatta çok gülerek anlatırlar bir davasında sorgusundan sonra “Ne diyorsunuz?” dedi hakim bana. Gayri ihtiyarı “Çok güzel efendim” dedim. Çok akıcıdır yazıları.

Gülçin Hanım sizin de diliniz çok akıcı. Birkaç dilekçenizi okuma fırsatım oldu. Edebi metin denebilecek dilekçeler. Genç bir meslektaşınız olarak nelerden beslendiğinizi merak ediyorum.

GÇ: Meslek hayatıma 52 yılında başladıysam 60’lı yıllarda beni neler beslemiş olabilir? Beni hukuka iten babamın askerden atılmasıydı. Babam değerli bir kurmay binbaşı, Damat Ferit Paşa’nın yaveriyken Cumhuriyet döneminde vatan haini diye askerden atılıyor. Halbuki vatan sevgisini veren, Atatürkçü kadın olarak yetiştiren babamdır. Ona yapılan haksızlık beni hukuka itmiştir. Hak hukuk mücadelesine bu ve biraz da Camus itmiştir.

“Bir Cumartesi bana gelip Marksizm öğrenecekmiş”

Dilekçelerinizde ben başka bir şey de gördüm. Siz o dilekçelerde adeta mahkeme heyetlerine ve savcılara Marksizm dersi veriyorsunuz.

GÇ: (Gülerek) Şimdi benim fırlama bir yeğenim var. Gazeteci bir ara çok adı geçerdi. Nokta’nın genel yayın müdürüydü, Arda Uskan. Benden iki yaş büyük kardeşimin oğluydu. Bir gün bana telefon ediyor. “Teyze, bir Cumartesi sana geleyim de bana Marksizm öğret” diye.’ Bir Cumartesi bana gelip Marksizm öğrenecekmiş. Hayatımızı bunu öğrenelim diye geçirdik. Kapital’den başladık, ne demiş ne yapmış Marx diye. O gelmiş bir Cumartesi Marksizm öğrenecekmiş.

Ooo bizimki geldi.(Kedileri balkon kapısı dışına gelmişti ve Gülçin Hanım onu içeri aldı.) O bizim canımız. Reşide’yle ikimiz tarihiz. Reşide Çin’den geldi, benim kardeşim onun nikah şahidiydi. Sonra eşiyle birlikte Fransa’ya gitti. 30 sene orada kaldı. 1995 yılında Türkiye’ye geri geldi. O zaman tekrar bulduk birbirimizi. Onun kulakları iyi duyar, beni iyi işitiyor. Körler sağırlar birbirini ağırlar derler ya işte öyle. Psikiyatr bir profesör vardı. Çocuklar ve yaşlılar için evcil hayvan çok önemli derdi. Gerçekten bizim neşemiz oldu bu, geldi gitti nerede diye hep tetikteyiz. Reşide daha düşkün. O annesi ben teyzesi… Bu bize sokaktan geldi ama ameliyatlı geldi, yine ev kedisiymiş yani. Bodrum kedileriyle podyuma çıkacak. Bodrum kedileri onu başka bir hayvan zannediyorlar sanırım. Şimdi yine az tüyleri. Kışın tüylerinden yakası oluyor. Çocuk yok, kediyle uğraşıyoruz. Yalnız bir İtalyan atasözü var, Vedat Günyol söylerdi: “İnsana Tanrı çocuk vermezse şeytan yeğen verirmiş.” Hakikaten benim iki şeytan yeğenim var.

“Bilirkişilerin bilmez kişiler olduğunu yazdım.”

Hatırladığınız en abes davanız hangisiydi?

GÇ: Valla o kadar abes davalara girdim ki. Olmayan var mı deseniz daha doğru olur. Gerçek hakim çok az tanıdım. Kültürlü, mesleğini bilen çok az hakim tanıdım. 5. Ağır Ceza Mahkemesi başkanı vardı, genç öldü. Bir onu tanıdım. Bir de Afife vardı Türk sanat müziği söylerdi, kocası da spikerdi. O adamın kardeşi Rasih Ediboğlu yine kültürlü bir hakimdi.

Benim zamanımda bir de raporcular vardı. 141 - 142. maddeler için. Komünizm propagandası var mı yok mu diye bakıp "var" diyen. Allah rahmet eylesin ama Sahir Erman ve Sulhi Dönmezer. Bunlar raporculardı. Ben bu bilirkişilerin aslında bilmez kişiler olduklarına dair yazdım. Bir gecede 12 tane rapor inceleyip kendi arşivlerimden bunların komünizm propagandası var dedikleri ama kesin kararla beraat çıkmış davaları buldum. Bunları mahkemeye sunardım bunlar bilir değil bilmez kişiler diye.

Örneğin raporcu değildi Köksal Bayraktar. Ben davayı özetleyen bir dilekçe koyardım. O beni bu yüzden çok severdi. Koca dosyalar için bir, bilemezdin bir buçuk sayfalık bir özet koyardım. Köksal Bey iyi hukukçudur, raporcu değildir.

Bahsettiğim 5. Ağır Ceza Başkanı tatlı bir adamdı. Bana Gülçin Hanım soyadlarınızı takip edemez oldum demişti. ‘Hasa’ soyadım. Evleniyorum ‘Feyzioğlu’ oluyor. Ayrılıyorum tekrar ‘Hasa’ oluyor. Sonra tekrar evleniyorum ‘Çaylıgil’ oluyor. Çok şeker bir adamdı. Yani kasıntı oluyor hakimler, bu çok tatlı bir adamdı. Genelde bir şey imzalatmaya giderseniz, üstten böyle bakarlar. İlk defa ben Selimiye’de “Buyurun oturmaz mısınız” diyen bir hakim gördüm. Hala arkadaşımdır, Levent Akyüz. Askeri hakimler odada ayakta tutmaz hemen oturturlardı. Bir de çok okuyorlardı. Sivil hakimleri geçmişlerdi. Askeri Yargıtay’dan çok iyi kararlar çıktı. Ama biz neler gördük o mahkemelerde. Askeri Mahkemeler, Devlet Güvenlik Mahkemeleri… O adliyede zaten dört kapı vardır her sene girişi değiştirirler. Dördüncü kapıdan girin derler, o biter ikiden girin derler. Neyse ki ben Kadıköy’de oturuyordum da oraya yakındı.

Şimdi olsa Hasdal’a, Silivri veya Çağlayan’a gitmeniz gerekecekti.

GÇ: Evet. Silivri… Fikret İlkiz vardır avukat. Biz Cumhuriyet’te ekip olarak çalıştık. Ben Cumhuriyet’teyken bana dediler ki “Gülçin Hanım kurun ekibinizi.” Biz zaten Fikret’le yazıhanede birlikte çalışıyorduk. Eski stajyerimiz Öznur Gündoğdu ile üçümüz bir ekip olduk. Şimdi Fikret Silivri’ye gidiyormuş geliyormuş o anlatıyor. 2007’den evvel olsaydı biz de oradaki davalara gidecektik.

"Öncelikle özel mahkemelerin kaldırılması için mücadele edilmeli. Biz DGM’nin kaldırılması için İstanbul Barosu olarak tüm Baroları toplayıp korkunç bir mücadele vermiştik. Yürüyüşler yaptık. Kalktı ama yenisi kondu. Şimdi herkes gevşek."

Oradaki davaları takip edebiliyor musunuz?

GÇ: Gazetelerden takip edebiliyorum. Bir de benim Fransa’dan bir arkadaşım vardır. Orgeneral emekli, Çetin Doğan’ı burada tanımış. Onu tanıdım. Hatta bir gün karısıyla beni Orduevine götürdüler. Orduevinin ayrı bir yeri paşalar için, orada oturduk. Ben asker kızıyım. Üç sene annemle gelip yazları buradaki kamplarda kaldık çünkü asker ailesinin hakkı var. Ben istesem gidip orada yiyip içebilirim ama Reşide’yi almazlar. Zaten sıkıcı bir çevre. Bir gün annemle dolaşıyoruz kampta. Ortada boş çevrili bir alan var, generallere aitmiş ve yalnızca bir kadın oturuyor. Yaşlı bir kadın annem, “buyurun oturun” demiyorlar. Sonra plajda bir kadına söyledim bunu. “Ama onların hakkı” dedi. Orada yalnız oturmak haklarıymış!

“Siyasi davalardan adalet beklenmez.”

Girdiğiniz sıkıyönetim mahkemeleri ve DGM’ler ile şu anki özel yetkili mahkemeler ile ilgili sorular sormak istiyorum. Bu mahkemeler arasında fark var mıdır? Neler söylemek istersiniz?

GÇ: Şimdi bunlar siyasi mahkemeler, bunlardan adalet beklenmez. Ben derdim ki bu dosyalar sadece usulsüzlükleri tespit etmeye yarar. Biz ne yapmışız, ne kadar usülsüz ve hukuksuz bir dönem geçirmişiz, bunları görmeye yarar. Bir Fransız avukat gelmişti buraya. ‘Kaybolmuş davaların’ avukatı demişti bana. Gerçekten baştan bilirsiniz kaybedeceksiniz ama orada didinirsiniz, ne için? Usulsüzlükleri tespit ettirmek için. Bir yemekte tanıştık bunlardan biriyle. 2 numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nin hakimi vardı Levent Bey sonra avukat oldu, Baro Han’a geldi, ahbap olduk. Ona gelmişti işte bu hakim. Tarık Bey, genç biri. “Nasıl o kararları verdiniz?” dedim. Kitap ve yazarlarla ilgili karar vermişti. Koskaca herif ağlamaya başladı ve “Komutanın emriyle” dedi. Böyle mahkemelerde avukatlık yaptık. Avukatlık bu, ‘kaybolmuş davaların’ avukatıydık.

Şimdi tamamıyla avukatları davalardan silmek istiyorlar. CMK m.188’e getirilecek ek madde ile müdafi duruşmada bulunmasa da mahkemenin karar verebileceği düzenlemesini getirmek istiyorlar.

GÇ: Korkunç bir şey. Avukatlar terk ediyordu mahkemeyi. Silivri’de de öyle sanırım. Ben derdim ki eskiden en azından biri sembolik olarak kalsın çünkü kendi başlarına karar veriyorlar en azından usulsüzlüklere biri kalıp itiraz etsin, beyanda bulunsun. Zapta geçirtirdim ben her şeyi. Sonra yine bunlardan bir tanesi avukat oldu bizim Baro Han’a geldi. Sanırım sevdiler bizim hanı(!). Yalnız bir tanesi öldü, çok gaddar bir hakim vardı. Onu almadı Baro. Çizmeci veya Takkeli. Tam hatırlamıyorum. Kötülerin adı çabuk unutulur. Bir tane de genç vardı, Metris’te. Çok canımızı yaktı, hayatımızı kararttı bunlar.

Siz açlık grevlerini de yaşadınız değil mi?

GÇ: Açlık grevi… Yalçın Küçük’e bir gün “Bırak artık öleceksin” dedim. Sultanahmet cezaevindeydi. Sonra o cezaevi kapatıldı. Bahçesinde DİSK ödül veriyordu. Cezaevinin içi nasılmış diye Öznur’la bir girip bakalım dedik. Ağlayarak çıktık. O cezaevi ranzalarında nasıl yaşadılar. F tipi odaları gibi ama ışıksız, ranzalar dolu.

F tipleri de tecrit, ayrı bir işkence hali.

GÇ: Evet. Düşün ki bir de bunlar karanlıktı. Yalçın mum isterdi. Yalçın da çok çekti, hep hapishanelerde… Zavallı, çok çekti. Kaşınıyor, rahat durmuyor. Kaç tane davasına girdim. DGM’de Öcalan’a “Sayın” demiş. Suriye’de gider röportaj yapar, dönerken alırlar bunu.

Siz Yalçın Küçük’ün kitaplarını da incelerdiniz yayınlanmadan önce değil mi?

GÇ: Evet ilk kitaplarında hatta teşekkür yazısı vardır. Gülçin okudu, suç yok diye. Gerçekten makalelerini bana okuturdu.

Büyük bir hukuk mücadelesi vermişsiniz.

GÇ: Evet, çok. Yalçın’ın ve Ahmet’in klasörleri vardı. O kadar çok dosya ki. Bakırköy 6. Ağır Ceza’da artık yargıçla neredeyse aşk yaşayacaktık. Çok tonton, efendi bir adam vardı. Ne güzel ağır ağır anlatıyor Gülçin Hanım dermiş. Mahkemede antipatik olmaya gelmez. Kim bu ukala kadın derler, müvekkiliniz için kötü olur.

“Manifesto’da komünist propaganda yok diye savunma yaptık.”

Hiç sinirlendiğiniz bir anınız olmadı mı? İnsan bu hukuksuzluklara dayanamaz.

GÇ: Aslında ben kısa, öz konuşurum. Konusunu iyi bilen öyle yapar. Şimdi bir gün Yargıtay’da babası arkada, kız yanımda manifestoyu savunuyoruz. Komünist propaganda yok diye. 21 üniversiteden rapor getirttim okullarda ders kitabıdır diye. Al sana abes dava işte. Bir de Türkçe’ye çevrilmiş bir kitap var, Amerikan generalinin kitabı. Adam “Bizim nizami ordularımız vardır. Bir tarafta da çapulcu üstü başı dökük olanlar. Ama onlar kazanır” diye yazmış. Burada işte komünizm propagandası buldular. Ben de Amerikan Konsolosluğu’ndan bu general hakkında bilgi istedim. Özgeçmişi geldi gayet güzel(!) Hayatı komünizmle mücadele ile geçmiştir diye. İşte böyle absürtlüklerle uğraştık.

Siz Staj Eğitim Merkezi’nde de yer aldınız biraz önce söylediğiniz gibi. Staj Eğitim Merkezi’nde kaç sene çalıştınız?

GÇ: 8 sene çalıştım. Çok hoşuma giderdi hoca olmak orada. İlk öğrettiğim müddetlerdi. Bir gün bir avukat geldi Ziya’nın odasına. Bir kararı kesinleşmiş. Bundan daha korkunç bir şey olamaz. 7 yıl mı ne hapis cezası, temyiz tarihini kaçırmış. Her hata affedilir ama bu olmaz. Avukat da insan hata yapabilir ama müddet kaçırmak olmaz. O yüzden ilk öğrettiğim bunlardı. Çok severek yaptım işte bu hocalığı. Onlar da sevdiler beni. Gelirler beni görmeye bazıları Bodrum’a geldiklerinde. Tabii gençler için güzel bir yer burası. Hatta bir gün Ferid Edgü’nün kızı çok şaşırdı. Dedim “Gençler için çok güzel Bodrum.” Şaşırdı kız “Ben de yaşlılar için güzel diye düşünüyordum” dedi. “Yaşlılar için ne var ki yavrum” dedim. Denize de giremiyorum. Moda’da burunda otururdum Lozan plajında 78’e kadar denize girdik. Benim dedem de Moda’da otururdu. Şifa sokakta bir köşkte. Fransızca hocasıydı. O zaman bak odyovizüeli keşfetmiş. Kendini yere atarmış “tomber” diye, kalemi kırarmış “casser” diye. Çocukların aklında kalırmış. Hareketli diye ona “Deli Mehmet Ali bey” derlerdi, “Petit Comte” (küçük kont) derlermiş ufak tefek olduğu için…

55 senelik bilfiil hukuk mücadeleniz var. Günümüzdeki hukuk mücadelesinin nasıl olması gerektiği hakkında ne düşünüyorsunuz?

GÇ: Öncelikle özel mahkemelerin kaldırılması için mücadele edilmeli. Biz DGM’nin kaldırılması için İstanbul Barosu olarak tüm Baroları toplayıp korkunç bir mücadele vermiştik. Yürüyüşler yaptık. Kalktı ama yenisi kondu. Şimdi herkes gevşek. Herkes aldığı dava sayısına, kazanacağı paraya bakıyor. Hukukçularda bir muhalefet, böyle bir ruh görmüyorum.

Tam da buraya geliyordum. Peki hukukçu nasıl olmalı sizce?

GÇ: Kıpır kıpır, muhalif olmalı. Keşke şu andaki davalara cübbemi giysem de girsem. Ama işte 2007’de yukarıdaki bu belayı musallat etti, ses tellerim gitti. “Sen bana inanmaz mısın al sana” bir göğüs gitti, “sen bana inanmazsın al sana” bir kanser daha, ses tellerim gitti. Yarısı yetiyor işte. “İnanmadığım Allahıma şükürler olsun” Yalçın Küçük’ün lafıdır. İşte inanmadığım Allahıma şükürler olsun. Annem benim yanımda bunu deme derdi ama namaz falan kılmazdı. Babam çok aydındı. 18 yaşında ne isterseniz onu seçin derdi. Bizim bir ‘Tia’mız vardı. Rumca ya da Ermenice teyze demek. Elmadağ’da otururdu kilisenin yanında, bizi kiliseye götürürdü. Babam kiliseyi duydu. Küçük yaşta kiliseye götürmesin, din eğitimi almasınlar, 18 yaşında kendileri seçer dermiş. Ben de annemi tehdit edermişim kiliseyi söylerim bak babama diye.

Kardeşim de beni tehdit ederdi. Adana’da otururken sokakta çocuklardan küfür öğrenirdim. Kardeşim de “küfür ettiğini babama söylerim” diye beni tehdit edip her işini bana yaptırırdı. Babam bir gün fark etti, bir çocuk devamlı süklüm püklüm oturuyor. Sonra tabii o cezalandırıldı tehdit ettiği için. Çocukken tanıştık yani tehditle küfürle.

“Bizim zamanımızda olsaydı biz isyan ederdik. Partimiz vardı bir kere.”

Peki hukuk öğrencilerine, yeni mezunlara ne önerirsiniz?

GÇ: İsyankar olun, muhalif olun. Kuzu kuzu oturmayın. Tayyip Bey bunu çok iyi başardı. Tayyip Bey de Cemil Çiçek de yapılan icraatları çok iyi anlatıyorlar. Geçen gün Bilgesu sordu “Ne düşünüyorsun?” diye. “Valla” dedim “Ben sanal bir alemde yaşıyorum.” Yani kendimi ait hissetmiyorum. Bu benim hükümetim değil. Başka bir yerde yaşıyorum sanki. Bir rüyada gibi, bu gelecek ve geçecek. Bu döneme ait hissetmiyorum. Siz hissediyor musunuz? Meclise ve televizyondaki adamlara bakıyorum fındık bıyıklı adamlar benim adamlarım değil. Ne bu?

Bizim zamanımızda olsaydı biz isyan ederdik. Partimiz vardı bir kere. En güzel zamandı. Mehmet Ali Aybar ve Behice Hanım dönemleri İşçi Partiliydim. Eşek gibi çalıştık partinin hukuk bürosunda. 25 kişiydik. Tüm kanunları elden geçirdik. Nasıl yapılması gerekirdi, neler hukuka aykırı onları ayıkladık. Hiç alakam olmayan Orman Kanunu’nu inceledim. Nizamettin ile Orman Kanunu’nun hukuka aykırı maddelerini çıkardık. Partiye verdik. Öyle laf ola bir parti değildik. Ben senatör adayıydım. O zaman adam kıtlığı var, 40 yaş üstü olacaksın ve yüksek tahsilli olacaksın. Bizim partide işçiler var o yüzden ben de aday oldum B’li bir yerden şimdi neresiydi tam hatırlamıyorum.

Biz gençken “ohh ne rahat, güzel demedik” çok çalıştık. Para geliyor bir yerden demedik. Kirada oturuyorum diye çok şaşırıyorlar bana. Askeri Mahkeme’de devamlı vekalet koyuyorum dosyalara. Askeri hakimken Levent Bey falan diyormuş ki “Ooo ne kadar zengindir, boyuna vekalet getiriyor.” İnanmıyorlarmış kirada oturduğuma. Öyle çalışıyorduk.

Tercih bunlar tabii…

GÇ: Tabii tercih canım. Moda’daki ev sahibim, Gülçin Hanım parayla dava alsaydı Moda’yı satın alırdı dermiş. Aklıma gelmezdi benim. Ama yaşlılıkta bir eve ihtiyaç varmış. Kiralar belimizi büktü. İşte buraya geldik iki oda bir de F tipi odamız var burada. Moda’da da birinci katta oturuyorduk, Kafe Kemal’in orada. O sırada üç ev değiştirdik.

Moda’daki evinizde bir röportajınızı izledim. Bu kitaplık oradaydı. Modada yürüyüş yaparken sizin evinizi gördüğümü, “Ah ne güzel kitaplar” dediğimi hatırlıyorum.

GÇ: Her geçen gerizekalı “Kütüphane mi burası?” diye soruyordu. İçeride yaşlı bir kadın var, kütüphane olur mu orada? Hatta birgün –Moda’da kadınlar yürüyüş yapar sabahları- bir tanesi geldi bir beyle, “Bunları okudunuz mu” diye sordu. Ev sahibimiz de “Yok bakmak için almış” dedi. Adnan Benk benim eniştemdi. Okuduğu kitapları elinden çıkarırdı, ben alırdım. 3000’e yakın kitap var. Şimdi her yere yavrum gibi bunları taşıyorum. Kıyamıyorum.

Burada Mimar var Serdar, evin çocuğu gibiydi. Dereköy’de oturuyor. O gelir bakar bakar kitaplara. Alır getirir kitapları. Aldığı kitaplar için kağıt koyar. Geçen gün iki kitap getirmiş. Kapitalleri almış. Birini çok beğenmiş. Neyi beğendiyse, roman değil ki bu. Biri çok güzelmiş, hangisi sormadım.

Siz roman okumayı da çok seviyorsunuz değil mi?

GÇ: Kitapsız olmaz. Her zaman başucu kitabım vardır. Yılmaz Özdil’in kitabını aldım yeni. Tam bir fırlama, hınzır zekası var. Ama daha açmadım. Gazetedekileri okuyorum. Burada Nurgül var kütüphaneci, kolilerden çıkarıp düzenledi Nurgül kitapları. Kız çalışıyor 5’e kadar sonra geliyordu. Bunları düzenliyordu.

Bak Serdar kitaplarımı getiriyor da ama İstanbul’da bir kızım var o getirmedi kitabımı onu biliyorum. Ben de çok mahcubum. Fikret İlkiz’in kızı tanıştırmıştı bir fotoğrafçıyla. Kitap okumaya meraklı. Onda İzmir’de bir profesörün İstiklal Mahkemeleri’yle ilgili kitabı vardı. O kitap da bende kalmış. Ben İstiklal Mahkemeleri’ni araştırıyorum diye almıştım. Adapazarı’nda yargılandı babam. Saçmalığa bak hangi asker sadrazamın yaveri olup da savaşa gitmem der. Şimdi “ben Gül’ün yaverliğini yapmam” diyebilir mi arkasından giden subay? İşte öyle askerlikten atılıyor sonra bir kanunla geri aldılar onu. Ne kadar sevinmişti ki o zaman bir Macar şirketinin CEO’su, müdürü. Hatta bir gün kız kardeşim Simin’e sınıfta sormuş öğretmen “baban ne kadar maaş alıyor” diye Simin de “750 lira” demiş, doğru. Yalan söylüyor diye öğretmen Simin’e tokat atmış. İşte o kadar kazanırken babam işi bıraktı ve askerliğe döndü. Gittik Nişantaşı’ndan Balıkesir’e Mıntıka Kurmay Başkanlığına. Balıkesir’deki taş eve tıkıldık. Babam bir mutlu bir mutlu. Şimdi ben de cübbemi giysem… (Telefon çalar, açmaya gider)

Kalkarken bacağım ağrıyor, iyice topal oldum. Moda’dayken evimizin çocuğu olmuştu Levi, şimdi GATA’da doktor. “Kalk gel buraya seni maymuna çevirirler” dedi. Hiç maymuna çevirecek bir adam değil burada Salih Bey var, ortopedist. Çok yetenekli ama ilaç dayıyor birden. Burada boğazıma bakan Murat var hemen ona soruyorum bir şey olunca. Gözlerim için de güzel bir göz doktoruna gönderdi. İki gözünüzde katarakt var dedi o doktor. Doğal benim yaşımda. Ne kadar dedim? 3.200 dedi bir tanesi için. Toplam 6.400 lira yani. Anında Suphi Acar’a telefon ettim. Haydarpaşa Numune’de hemen ameliyat etti. Burada bir de gözlükçü var. Çok şeker adam ama insanı gaza getiriyor gözlük camlarını Nasa’dan getirttim diye. Göz doktoruma telefon ediyor güneş gözlüklerimin derecesi için. Güya onlar Nasa’dan geldi. 900 lira verdim tam gaza geldim. İlk gün cebimde 10 lira, buraya gelecek kadar para kaldı. Geri kalan 400 lirayı orada bıraktım. Sonra eve gelince “Ben ne yaptım?” dedim. Ismarladı da adam yanımda. Benim bütçem kötü oldu. Gözlerim rahat şimdi ama iyi gaza getirdi.

Biraz önce İstiklal Mahkemeleri’yle ilgili araştırmam oldu demiştiniz. Siz bu konularda makale yazdınız mı? Sizin ölüm cezasına dair bir makaleniz olduğunu biliyorum. Başka var mı?

GÇ: Genelde bilirkişilerle ilgili yazardım. Onlarla çok uğraştım. Hatta bir asliye ceza hakimi, bilirkişiyle ilgili bir şey söyleyecektim ki “Biliyorum Gülçin Hanım biliyorum gördüm” dedi, okumuş yazdıklarımı. Hukuk mecmuasında da çıktıydı. Necla Fertan’la Orhan Bey iki avukat olarak bir hukuk dergisi çıkarırlardı. Benim dönemimde bu dergi çok okunurdu. Orada yayınlanmıştı. Bilirkişilerin nasıl bilmez kişiler olduklarını yazmıştım.

Necla Fertan’la herhalde uzun yıllar çalıştınız?

GÇ: Evet. Necla çok yakın arkadaşımdı, çok güvenirdim ama bazı davaları benim başıma sarardı. Mesela Yalçın’ı o başıma sardı.

Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederiz Gülçin Hanım. Sizi daha fazla yormayalım.

GÇ: Hiç yorulmadık. İyi ki geldiniz çok sevindik. Bizi insansız bırakmayın. Her zaman bekleriz. Siz de Bodrum’a geldiğinizde burada kalabilirsiniz. F tipi odamızda. Çok memnun oldum. Benim için vapurdan, Moda’dan denize, martılara, yıldızlara bakın! Burada yıldız yok…

Biz de çok mutlu olduk. Çok teşekkür ederiz.

adaletvesosyalizm.org