Mesut Odman sorularımızı yanıtladı: Demokrasi neden Haziran Direnişi’nin şifrelerini açıklayamaz?

Türkiye sosyalist hareketinin önemli yazarlarından olmasına rağmen pek fazla öne çıkmayan Mesut Odman, halen üzerinde çalıştığı “demokrasi” kitabı ve kitleselliğiyle herkesi şaşırtan Haziran Direnişi’nin şifreleri üzerine açıklamalar yaptı.

Osman Çutsay/soL
Türkiye sosyalist hareketinin önemli yazarlarından olmasına rağmen pek fazla öne çıkmayan Mesut Odman, halen üzerinde çalıştığı “demokrasi” kitabı ve kitleselliğiyle herkesi şaşırtan Haziran Direnişi’nin şifreleri üzerine açıklamalar yaptı. ODTÜ’deki öğrenciliğinden beri sol mücadeleye önemli entelektüel katkılarda bulunan Odman, “Türkiye’de demokrasi adına kıyameti koparmanın bir anlamı yoktur, daha doğrusu, devrimci mücadeleyi ilerletici bir anlamı yoktur” tezini yeniden tartışmaya açarken, Türkiye devrimci hareketinin yeni bir iklime giriş yaptığına da dikkat çekti.

Bölüm 1:

Modern Türkiye tarihinde kitleselliğiyle bir ilki oluşturan Haziran Direnişi, neyi değiştirdi sizce? Halkı, gençleri, ülkeyi, devrimcileri, yönetenleri... Neler oldu ve ülke nereye gidiyor?
En sonda yer alandan başlamakta bir sakınca olmasa gerek. Yönetenlerin bu direniş karşısında, öncelikle, çok şaşırdıklarını söyleyebiliriz. Olup bitenlerle ilgili yorum yapanların çoğunluğunun üzerinde birleştikleri “korku” bundan sonra geliyor, bence. Tamam, korktukları, hele siyasal iktidarı ellerinde bulunduranların, özellikle onlardan en yukarıda bulunanların ölesiye diye nitelendirilebilecek kadar çok korktukları görülebiliyordu. Ama ilk fark edilen tepkinin şaşkınlık olduğu vurgulanmalıdır. Bu şaşkınlık durumu, direniş doyunca devam etti elbette, korku da, sık sık ön plana çıkarak, buna eklendi.

Bunlarla birlikte dizginlenemeyen bir şiddet eğilimi geldi ve hep devam etti. Buradan, yönetenlerin, böyle bir direnişi hiç beklemedikleri, dolayısıyla buna hazırlıklı olmadıkları ve hepsiyle bağlantılı olarak, görünürdeki fütursuzluk ve saldırganlıklarının çabucak korkuya dönüştüğü sonucuna ulaşabiliriz.

Korkuları ise gittikçe, sınır tanımayan ve haklılık arayışına ihtiyaç duymayan bir saldırganlıkta vücut bulmaktadır. Haziran’ı izleyen günlerde Mursi biraderlerinin başına gelenler, o arada, ABD ve AB ile Suudlardan Emirliklere kadar Arap dünyası tarafından dile getirilen ve getirilmeyenler, ayrıca Arap yarımadasından Mısır’ın yeni iktidarına hemencecik gönderilen milyarlarca dolarlık yardımlar, onların şaşkınlıklarına şaşkınlık, korkularına korku katmış olmalıdır ilkini çeşitli konuşmalarından anlayabiliyoruz da, ikincisinin, korkunun artan dozunun henüz açıkça ortaya çıktığı söylenemez.

Direniş, sonrasındaki mücadelelerde 
hep etkili olacak
Haziran Direnişi’nin kitleselliği, gerçekten de, ülkemizde çok uzun süredir görülmemiş düzeylere ulaştı. Farklı yörelerde, sayılarının 10 milyonu bulduğu tahminleri yapılan, bu tahminler abartılı bulunarak düşürülse bile ülkemiz açısından önemli olmaya devam eden, geniş kitleler sokağa çıktılar. Üstelik bu büyük kitlenin herhalde çoğunluğu oluşturan bir bölümü de, oldukça kısa bir süre içinde, birden çok kez sokaklara döküldü, kimileri üç dört kez, kimileri her gün. Gece ve gündüz, iş günü ya da tatil günü demeden.

Kitleselliğin yaklaşık son otuz yıldır ne Kürt direnişinde, ne seksenlerin sonundaki işçi hareketlenmesinde ne de büyük kentlerin sınırlı sayıdaki mahallelerinde gerçekleşen emekçi direnişlerinde görülmeyen yanı buydu galiba: Birkaç günle sınırla kalmayan ama birkaç aya da yayılmayan bir zaman diliminde, ilk kez sokak direnişlerine katılanlarla genç ve çok genç insanların önemli bir çoğunluk oluşturduğu kitleler, günler ve gecelerce, sokakları, alanları, parkları doldurdular. Nihayet, belki de bu kitlesellikten daha önemli olarak, düzenin güvenlik güçlerinin düpedüz gaddarlık ölçüsüne varan müdahaleleri, ne kitleselliği ne de kararlılığı azaltabildi. Başka bir anlatımla, toplam olarak çok büyük, yöresel olarak da hemen hemen her yerde önemli sayılara ulaşan insan kitleleri, sadece yönetenleri değil, halkın tümünü, bu arada belki de kendilerini bile şaşırtan bir cesaretle direnişi sürdürdüler. Ne ölümler, ne kör edilen gözler, ne dökülen kan ortadan kaldırabildi bu korkusuzluğu. Direnişin açıkça saptanabilen bu özellikleri, içinde yer alanlar kadar yanında ve karşısında duranları da etkilemiştir kuşkusuz etkilemiştir derken, belleklere kazınmıştır, demek istiyorum. Belleklere kazınmış olan, ileride mutlaka hatırlanır hatırlanmakla da kalmaz, o zamanki tutum ve davranışları ya belirler ya da önemli ölçüde etkiler.

Emekçi sınıflar neresindeydi bu kitleselliğin? Nasıl bir sınıfsal kompozisyon gözlemlediniz?
Gerçi yazılmadı değil, tersine, bu kadar erken olmasına rağmen küçümsenmeyecek kadar çokça yazılıp konuşuldu ama direnişçilerin sınıfsal bileşimine ilişkin de bir iki değinmede bulunmakta yarar var. Sözünü ettiğim birçok değinme arasında, direnişçiler kitlesinin ağırlıklı olarak “orta sınıf” kökenli olduklarına ilişkin yargıları değil, emekçilerden oluştuğu yönündeki saptamaları yerinde bulduğumu söylemeliyim. Hatta, “işçi sınıfının değişik katmanlarından insanların ağırlıkta olduğunu” ileri sürebiliriz.

Eğer “işçi sınıfı” ile ilgili olarak şöyle bir tanımlamayı ya da bunu iyi bir tanımda bulunması gereken “efradını cami, ağyarını mani” özelliğine aykırı bulabilecekler için betimlemeyi de diyebiliriz, kabul edersek: Bundan 9 yıl önce, TKP’nin benim de başlayışından bitişine kadar katıldığım ve sonunda 2004 Konferans Belgesine dönüşen bir kolektif çalışmasında, Türkiye’de işçi sınıfı denildiğinde ne anlaşılması gerektiği ele alınmış ve şöyle yazılmıştı: “Türkiye işçi sınıfı bugün, bir sanayi çekirdeği çevresinde, tarım ve hizmetler sektöründeki işçilerden, düzensiz, kayıtsız, geçici işlerde çalışan emekçilerden ve yaygın işsizlerden oluşan çok katmanlı, parçalı, çok uluslu bir karakter taşımaktadır.” Bu saptamanın, o zaman doğru bulduğuma ve toplumsal sınıflar bu kadar kısa sürede karakter değiştirmeyeceklerine göre, bugün de geçerli olduğu kanısındayım. Ancak, Haziran Direnişi diye adlandırılan toplumsal hareketlenmenin sınıfsal kompozisyonunu irdelemeye çalışırken, 9 yıl önce yapılmış tanımdaki sınıfın merkezinde yer alan sanayi çekirdeğinden direnişe katılımın ihmal edilebilecek düzeyde kaldığı gözlemini de eklemek gerekir. Böyle dediğimize göre, aklımızda bunun birtakım uzantıları da vardır elbet.

İşçi sınıfının sendikalı 
kesimi seyretti
Birincisi, işçi sınıfımızın en kayıtlı, en sigortalı, dolayısıyla en güvenceli, bu arada, en sendikalı kesiminin Haziran Direnişi karşısındaki tavrı, en iyimser yaklaşımla, kenarda durup izlemek biçimindeydi bu kenarda durmayı, oralara gidip dışarıdan seyretmekten çok, evinde oturup televizyondan seyretmek biçiminde anlamak gerekir ve öyle anlayınca da biraz daha iç karartıcı bir tablonun ortaya çıktığı düşünülebilir. Ama ikincisi, buna bakarak karamsarlığa kapılmak gerekmez çünkü, öyle geniş bir işçi sınıfı ya da proletarya tanımı, herhangi bir geri çekilme anlamına gelmez, tam tersine, proletaryayı Marx öncesinin “kırbaçlama direği”ne bağlanmış zavallı emekçisiyle de daha sonraki her tarafı makine yağı ve kir pas içinde işçisiyle de sabitlemek, olsa olsa, “elveda proletarya” diye ağlaşmaya götürür. Birileri bunu birkaç on yıl önce yapmışlardı. Buradaki gözyaşlarının timsah gözyaşları mı yoksa inkarın eşiğindeki samimi bir müminin iç paralayıcı haykırışı mı olduğu ise “hiç fark etmez”. Hadi o kadar kalpsiz davranmayalım, ikincisi bizim de içimizi burkabilir ama işte o kadar!

Ama kitlesellik hepimizi şaşırttı...
Haziran Direnişi’nin devrimciler üzerindeki, bence oldukça önemli bir etkisine de değinmeden öteki soruya geçmeyelim. Çok uzun süredir yaprak kıpırdamıyor, yelkenimizi şişirecek rüzgarı da kendimiz yaratmak durumundayız, ken-diliğinden hareketlenmeler pek cılız kalıyor yollu değerlendirme ve yakınmaları değişik biçimlerde yinelemekte olan, bunları sıkça konuşup yazan devrimciler açısından, direnişin kendisi ve gösterdiği yukarıda değindiğimiz özellikler, haklı olarak diye de ekleyelim hem de hayret hem hayranlık yaratıcı bir etkiye yol açtı.

İçlerinden bazıları az çok serinkanlı değerlendirmelere erkenden girişmeyi de becerebilmekle birlikte, devrimcilerin hemen hemen tümü, halkımızın çok kullandığı ve bizim çok eski derleme sözlüklerimizde yer almış bir deyişle söylersek, sevindirik oldular. Hepimiz, birdenbire ve büyük bir sevinçle birlikte coşkuya kapıldık, sevindirik olmak bu anlama geliyor. Son günlerde, beklenebileceği gibi, bir tür sönümlenmeye yüz tutmuş ya da momentumunu kaybetmeye başlamış görünen direnişin toplumsal bellekteki kalıcılığını kolaylaştırmak ve artırmak bakımından, sevindirik olmayı tadında bırakıp sadece devrimcilerin hakkını verebilecekleri bazı işlere girişmek gerekiyor. Bunlar, çok kısaca söylenirse, örgütlenmektir örgütlenme denilen “büyülü” sözcüğü biraz büyüsünden kurtarıp siyasal bir karaktere büründürmektir ne kadar sönümlenir görünse de kolay kolay gücünü yitirmeyecek direnişin şimdiden el yordamıyla bulabilmiş olduğu ve iktidarı çekilmeye çağırmak biçiminde haykırdığı doğru siyasal hedefi belirginleştirecek, daha anlaşılır ve yapılabilir kılacak etkinlikleri gösterebilmektir. Bütün bunları başarabilmek içinse, bir yandan, her zaman yol gösterici olmuş doğrularımıza sıkı sıkı sarılırken, bir yandan da, geçmiş yenilgilerimizin eskitip geçersizleştirdiği birtakım bağlılıklarımızın ya da, istersek, bağnazlıklarımızın da diyebiliriz, zincirlerinden kurtulmalıyız.

Demokrasi bir vuslat değildir
Milyonların protestosu ile “demokrasi“ arasında nasıl bir ilinti görüyorsunuz? Şu sıralarda demokrasi üzerine bir kitap çalışması içinde olduğunuzu biliyoruz. Türkiye ve demokrasi bağı ne durumda? Örneğin, bütün bu olan biteni, yaşananları, demokrasi ve “demokrasi mücadelesi“ gibi kavramlaştırmalarla açıklayabilir miyiz?
Bir önceki sorunuza yanıt olarak dile getirdiklerim arasındaki son sözler, soyut ya da anlaşılmaz görünmüştür belki de. Bu soru, biraz somutlaştırmaya, güç anlaşılırlığı bir ölçüde azaltmaya yardımcı olabilir.

Şu güncel olayla başlayalım: Almanya’nın Düsseldorf kentinde 7 Temmuz Pazar günü yapılan AKP’yi destek mitingine Erdoğan Ankara’dan video konferans yoluyla katılarak konuştu ayrıca, iki bakanı da miting kürsüsünden konuştular. Düzenleyici kuruluşun adı, Avrupalı Türk Demokratlar Birliği idi. Bu örnekte gördüğümüz gibi, bugün ve çoktan beridir, ne kadar gerici, emekçi ve sosyalizm düşmanı kuruluş, örgüt, parti varsa, hepsinin değilse bile çoğunu adında mutlaka demokrat, demokratik, demokrasi sözcüklerinden biri bulunmaktadır.

Avrupa’nın 1830 ve 1848 devrimleri sırasında düzen taraftarları için 1945 sonrasının komünist sözcüğü kadar ürkütücü olan demokrat sözcüğü, git gide bu anlamını yitirmiş, özellikle de Büyük Ekim Devrimi’nden sonraki dönemde, hızla, kurulu düzenin söz dağarcığı içinde en değerli yerlerden birine oturtulmuştur. Ancak, asıl kötü olan, benzer bir değer yakıştırma işleminin karşı tarafta da yapılması, git gide, demokrasinin bütün iddia ve özlemleri örtüp öteleyen, bin bir mihnet ve gayretle yaklaşıldıkça uzaklaşan bir vuslata dönüşmesidir. Demokrasi böylesine sonsuz bir arayışa dönüştükçe, birer övgü sözü olarak kullanılagelmiş devrimci, sosyalist, komünist benzeri sözcükler de büsbütün kullanımdan kaldırılmamakla birlikte, “demokrat” sıfatı biz faniler için ulaşılabilecek en yüksek mertebe olmuştur.

Bu dediklerim, bir kez daha ne yazık, coğrafyadan bağımsızdır demek, bizim topraklarımız için de geçerlidir. Eğer öyleyse, bir bütün olarak devrimci hareketimizi ve onun içinde yer almış tek tek her devrimciyi demokrasi tasallutundan kurtarma yönünde girişilebilecek her türlü teorik ve pratik çabanın bir değeri vardır. Elbette, bu çabalar ne kadar nitelikli olursa, taşıdıkları ve aktarabilecekleri değer de o kadar ölçülmesi güç düzeylere ulaşır. Ama, tekrar ediyorum, bu yöndeki çabaların en düşük nitelikte olanları bile kesinlikle değersiz değildir.

Soruda değindiğiniz kitap çalışmam, aşağı yukarı, bu minval üzre gelişiyor. Daha doğrusu, gelişiyordu da, son birkaç aydır durakladı. Her kitabın yazılış süresi ve serüveni farklıdır. Konumuzla ilgili olduğu için aklıma gelmiş olmalı, çok tanınmış “Devlet ve İhtilal” kitabı, yazarı hakkında Çar polisinin “yakalandığı yerde kurşuna dizile” emri çıkarıldığı sırada ve devrime bir iki ay kala yazılmıştı, bilenler bilir. Yazarı, güzelim bir göl kıyısında ve “yer altı” koşullarındaydı ama devrimin görevlileri hemen her gün gelip gidiyor, haberler taşıyor ve direktifler götürüyorlardı.

O kitapta “demokrasinin bir devlet biçimi” olduğu yazılıdır. Emperyalizm çağında, insanlık çok uzun sürmüş kapitalizmi yaşarken, o kitapta yazılmış olan “biçim” sözcüğünü “durum” olarak anlamak çok daha aydınlatıcı görünüyor. Gerçekte, demokrasi dediğimiz bir devlet durumudur kolayca bir durumdan başkasına geçilebilir biçim sözcüğü ise birinden öbürüne geçişi zorlaştıran birtakım engellerin bulunduğunu, dolayısıyla geçişin güçlüklerle dolu olduğunu ve uzunca bir süreyi gerektirdiğini çağrıştırmaktadır. Oysa emperyalist-kapitalist devletin, birinden öbürüne hızla ve kolayca geçilebilen durumlarının olduğunu düşünmek, gerçekliği kavramak bakımından daha elverişlidir.

Böyle bir açıdan ele alındığında, Türkiye’de demokrasi adına kıyameti koparmanın bir anlamı yoktur, daha doğrusu, devrimci mücadeleyi ilerletici bir anlamı yoktur. Örneğin, AKP’nin “ileri demokrasi” iddiası ile dalga geçmesine geçilir de, bunu ikide bir gündeme getirerek onların ikiyüzlülüklerinden, çifte standardından, demokrasiyi anlamadıklarından falan dem vurmak, boşuna vakit kaybetmek ve çıkmaz sokağa girmektir. Her ülkedeki demokrasi oradaki devletin bir durumudur ve ülkeden ülkeye devletin farklı durumlarda bulunması doğaldır bu geçişken durumlarla ilgili hayıflanmalara kapılmak ya da hedefler koymak yerine, her demokrasinin bir diktatörlük ve her diktatörlüğün bir demokrasi olduğunu kavrayabilmek önemlidir.

Böyle bakıldığında, bütün bu olup bitenleri demokrasi yokluğu ve yokluğu hissedilen bir hedefe ulaşma mücadelesi olarak açıklamak saçmadır. Sosyalist devrimciler için, hayır, çocukluk hastalığı demeyeceğim, bir olgunluk hastalığıdır ve kalıcılaştıkça daha da olgunlaşmayı, başka bir deyişle, çürümeyi getirir.

Mesut Odman kimdir?
Orta öğrenimini altmışlı yıllarda Çanakkale Lisesi ile Bursa Erkek Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1967-72 yıllarında ODTÜ’de okudu ve iktisat diploması aldı. 1972-2000 yılları arasında 28 yıl kamu emekçisi olarak çalışırken iktisadi ve toplumsal sorunlarla ilgili pek çok araştırma, eğitim, danışmanlık ve yayın projesine yönetici ve uzman olarak katıldı bu arada üniversite ve yüksek okullarda ek görevli öğretim elemanı olarak iktisat dersleri verdi. Öğrencilik döneminde devrimci gençlik hareketinin içinde yer aldı 1967’de ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü Yönetim Kurulu’na seçildi. Birinci ve ikinci TİP üyesi oldu. SİP ve TKP’de üye ve Merkez Komitesi üyesi olarak görev aldı.

Altmışlı yılların sonunda Ankara’da yayımlanmakta olan Yenigün gazetesinde yazarlığa başladı. Yetmişli yıllarda Yürüyüş, Yurt ve Dünya ve Sosyalist İktidar dergilerinde, seksenli ve doksanlı yıllarda Toplumsal Kurtuluş ve Hepileri dergilerinde yazmayı sürdürerek bu yayınların çoğunun yönetiminde bulundu. 2000 ile 2012 yılları arasında ise Gelenek, Komünist ve Sol dergilerinde yazdı 2012 sonunda güncel yazı yazmaya ara verdi.

Gençlik yıllarında tiyatro ve pantomim çalışmaları ile yine o yıllarda başlayıp hâlâ süren şiir çalışmaları bulunan Odman’ın bugüne kadar yayımlanmış 5’i telif 4’ü çeviri olmak üzere toplam 9 kitabı var.

YARIN: İktidar yolu ve ilk yapılacak işler listesi